8 Ocak 2016 Cuma

Demokrasi Kılıfı Altında Hazırlanan Tezgâhlar


Makale yayınlanma tarihi:01 Kasım 2014, Cumartesi - 09:39
Nazmi Gözlem
Bugün ki İŞİD –PYD-PKK çatışmasında ülkemizi de bu senaryoya dâhil eden, ABD ve AB’dir. Bir taşla çok kuş vurmayı sevdikleri planlarında çatışan tarafların hepsine gizlice yardım yapmaya devam ediyorlar. BOP uygulaması dâhilinde bölgemizdeki ülkelerin parçalanması ve yeni güçsüz oynatacakları Kukla Devletlerin yaratılma programı uygulaması devam ediyor.

Taşeron olarak kullandıkları İŞİD sayesinde ilerideki aşamalarda sahneye koyacakları Mezhep ve Etnik savaşın temellerini attılar. Suriye ve Irak’ta İŞİD’in kestiği insan kafalarının resimleri kendi yazılı ve görsel medyaları aracılığıyla bütün dünyaya ulaştırıldı. Böylece Avrupa ve ABD başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan insanların beyinlerine Barbar Müslüman imajı yerleştirildi.

Ayrıca kendi deyimleriyle ülkelerinde uyuyan potansiyel terörist hücreler bu bölgeye kendi istekleriyle gönüllü gidiyor. Gerçekte ise kurdukları düzenekteki profesyonel ajanları sayesinde, mağduriyet duygusu altındaki ülkelerinde yaşayan yabancı gençleri teşvik ederek genelde bilinçli olarak bu bölgeye ölmeye gönderiyorlar.  Ne de olsa birbirimizi boğazlıyoruz.

Buradan çıkan sonuçta, demokrasi bu ülkelerin kendi menfaatleri uğruna kullandıkları bir araçtır. Diğer bir deyimle dostlar bizi alışverişte görsünler.

Şimdi olayların perde arkasına hep birlikte bakmaya çalışalım.

Dünyanın finans gücünü elinde tutan Küresel Baronlar dünya enerji kaynaklarını kontrol etmelerinin mecburiyetini 1. ve 2.Dünya savaşında tamamen kavradılar. Küresel Baronlar merkezlerini bu gelişmeler sonunda Avrupa’dan, ABD’ye taşıdı. Böylece ABD onların yeni ana üsleri oldu. Bu gelişmelerin sonucu Dünya rezerv para birimi de Dolar oldu. Dolar’ı öbür Devletlere dayatmanın yolu da hidrokarbon kaynaklarına hâkim olmaktan geçiyordu. Oyun kurucular için para biriminin ele geçirilmesi dünya finans piyasasının olmazsa olmazıydı. Ufak bir hatırlatmayla Osmanlı’nın bu güçler tarafından yıkılmasının ana nedeni Orta Doğu’daki enerji kaynaklarıydı. İlerideki yazılarımda bu konuyu sayın okurlarımızla daha detaylı bir şekilde paylaşmayı ümit ediyorum.

Vikipedi’nin 2014 yılı nüfus verilerine göre dünya nüfusu 7.145.786.000 kişidir. Bu nüfusun2.615.660.000 kişisi Çinli veya Hindistanlıdır. Yani dünya nüfusunun % 36,4’ü, ya da başka bir deyimle dünyamızda yaşayan her üç insandan biri bu iki Devletin vatandaşıdır. 
Uluslararası Enerji Ajansına göre Dünya Enerji tüketimi 2030 yılında takriben % 40 civarında artacak. Diğer bir tahmine göre Çin ve Hindistan’ın ekonomik büyüklüğü de 2025 yılına doğru G7 Ülkelerinin 1.5 katı olacaktır.  ABD, AB, Çin, Hindistan, Türkiye gibi ülkeler en büyük harcamalarını enerji sektöründe yaparlar.

Bu bilgiler ışığında Çin ve Hindistan’ın 2030 yılından itibaren dünyanın en büyük enerji tüketicileri olacağı anlaşılıyor. Küresel Baronlar başrol oyuncuları ABD’nin bu büyüme karşısında dayanması için, ilkönce ülkenin enerji politikasını değiştirdiler. ABD topraklarında bulunan dünyanın en zengin kaya gazı rezervlerini devreye sokarak, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya karar verdi. Bu gelişmeler ışığında enerji ithalinden, ihracına geçerek dünya enerji fiyatlarını denetlemede ilk adımı attılar. Kısaca ileride Çin’in gelişip, ABD’nin elinden dünya Jandarması görevini almasını engellemesi adına düşünen stratejik hamlelerden biriydi.

AB ülkeleri ise 2020 yılından itibaren örnek olarak doğalgazlarının % 70’ini ithal etmek zorunda kalacaklar. Şimdi diyeceksiniz bu rakamları verip, kafamızı niye karıştırıyorsunuz. Son bir veri ile olayın püf noktasına gelelim. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığımızın 2014 yılında yaptığı bir güncellemede ki paragrafı aynen sizlerle paylaşıyorum.
Dünya üretilebilir petrol ve doğal gaz rezervlerinin yaklaşık %72'lik bölümü, ülkemizin yakın coğrafyasında yer almaktadır. Türkiye, jeopolitik konumu itibariyle dünya ispatlanmış petrol ve doğal gaz rezervlerinin dörtte üçüne sahip bölge ülkeleriyle komşu olup enerji zengini Hazar, Orta Asya, Orta Doğu ülkeleri ile Avrupa'daki tüketici pazarları arasında doğal bir "Enerji Koridoru" olmak üzere pek çok önemli projede yer almakta ve söz konusu projelere destek vermektedir. 2030 yılına kadar %40 oranında artması beklenen dünya birincil enerji talebinin önemli bir bölümünün içinde bulunduğumuz bölgenin kaynaklarından karşılanması öngörülmektedir.”

Gayet açık ve net şekilde bu satırları okuduktan sonra Türkiye’nin iç politikası ve dinamikleri dünya enerji politikasını yönlendirmek isteyen Küresel Baronların odak noktasıdır. ABD’nin dünya rezerv para birimi Dolar’ın egemenliğine devam ettirmesinin birinci yolu Orta Doğu’yu ve komşu ülkelerimiz olan Irak, Suriye ve sırası gelince İran’ı kontrol etmesinden geçer. BOP, Arap Baharı Rüzgârı bu planın parçasıdır.

Tabi ki bu uygulamalar Küresel Baronların küçük fedaisi olan İsrail Devletinin güvenliğini de garantiye alır. Ülkemizin devamlı kaos ortamında tutulması ve PKK terörünün senelerdir dolaylı yollardan desteklenmesinin nedeni kaynaklarımızın verimli olarak kullanılmaması içindir. Bölgede Güney Kore’ye benzer atılımlar yapılacak kuvvetli bir Türkiye’nin bütün bölgedeki enerji dengelerini değiştireceğini hesaplamışlardır. Onun için Ülkemizin ilerlemesinin geciktirilmesi ile Türkiye’nin kurumlarının itibarsızlaştırılması ve istikrarsızlaştırılması bu güç merkezlerinin öncelikli ödevlerindendir. 

 Küresel Baronlar hala hafızalarında Türklerin Müslümanlığı dünyaya yayışını unutmamışlardır. Kurtuluş savaşından yeni Türkiye Cumhuriyetinin doğuşu ile dünya dengelerinin değişmesi gerçeğini de bir türlü beyinlerinde sindirememişlerdir. Onlara göre Sovyetler Birliğinin kurulması engellenmiş olsaydı, bugünkü Asya’daki enerji kaynaklarını kontrol ediyorlardı. Çin ile bu yüzyılda başlayan güç mücadelesi olmayacaktı.


Yukarıdaki nedenler Küresel Baronları her zaman sık sık hastalanan, sağlıksız bir Türkiye senaryosunu sahneye koymaya zorlar. Genelde ülkemizde senelerdir oynanan oyun aynıdır. Sadece geçen senelerle sahnede yıpranan aktörler yenileriyle değiştirilir. Küresel Baronlar ipleri ellerinden kaçırırsa, kendilerinin komaya girip büyük olasılıkla bugünkü şartlarda beyin ölümlerinin gerçekleşeceğini düşünmektedirler.

DERİN MERKEZ'İN TETİKÇİLERİ








2Sample Image005 yılı sonlarında, Amerikalı John Perkins’in bir kitabı yayımlandı: Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları, (Çeviren: Murat Kayı), 2.B., April Yayıncılık, Ank., 2005.  Kitap ilgi gördü ama, gereken ölçüde olmadı. Bense bu kitabı âdeta yutarcasına okudum. 

Çünkü kendisi de bir “ekonomik tetikçi” olan John Perkins’in yazdıkları başlıca görüşlerimle uyuşuyor, kimi hipotezlerim yeni kanıtlara kavuşuyordu. Kitap ikiyüzlü olan Batı’nın, daha doğrusu onun “Derin-Merkez”inin çirkin yüzünü gözler önüne seriyordu. Onun için bu kitaba büyük önem veriyor, içerdiği gerçekleri fırsat buldukça halkıma duyurmaya çalışıyorum. Önceki kesimde ekonomik tetikçinin bir tanımını vermiş, görevini ve kullandığı araçları açıklamıştım. Burada ise yine aynı kitaptan geniş ölçüde yararlanarak [ss. 16 -22, 32- 49] ekonomik tetikçinin bir portresini çiziyor, kullandığı araçları, faaliyetlerini, bunların sonuç ve etkilerini ortaya koyuyorum.

 Ama önce Derin-Merkez’in tanımını hatırlatmalıyım: İleri derecede sanayileşmiş ve gelişmiş, dünya ekonomisine ilişkin kararlarda belirleyici olan, uluslararası kuruluşların yönetimini elinde tutan, G-7 diye bilinen ülkeler”e kısaca Merkez diyorum. Derin Merkez ise “Merkez’in içinde asıl güç kaynağı ve gerçek karar makamı olan, dünyadaki servetin çok büyük bir kısmına sahip bulunan, az sayıda Amerikalı sermayedarlar ve büyük bankerler grubudur”.

I) EKONOMİK TETİKÇİNİN PORTRESİ

A) J. Perkins “Ekonomik tetikçiler”i dünya üzerine dağılmış, ulus ötesi şirketler hesabına çalışan,  seçkin bir grup olarak niteler.  Bütün hedefleri güç ve para, diğer ülkelerin kaynaklarını ABD hesabına ele geçirmektir. Birkaç servet tutkunu insanın dünya egemenliği,  küresel imparatorluk rüyaları için çalışırlar. Modern küresel imparatorluğun kuruluşuna tuğla taşır, onun gerektirdiği koşulları yaratmak için uğraşırlar. O koşullar niçin yaratılır? Dünyanın diğer ulusları; en büyük şirketleri, hükümetleri ve bankaları yöneten Derin Merkez’e boyun eğsin diye!... Bu amaçla, öncelikle uluslararası finans kuruluşlarını kullanırlar. İmparatorluğu kurma işindeki ustalık ve kurnazlıkları J. Perkins’in deyişiyle “Romalı kumandanları, İspanyol istilacıları, 18. ve 19. yüzyılın Avrupalı sömürgeci güçlerini utandıracak düzeyde”dir. 

Ekonomik tetikçi özel olarak seçilmiş, özel olarak yetiştirilmiştir; “Barış gücü” ortamında eğitilmiştir. Sadece kendilerine açık olan bir kulübün üyesidir. O bir gönüllüdür, bir ajandır. Bu “gururlu gelenek”le ilgisini kimse, hattâ eşi bile bilmez. Yaptığı tercih kesindir, bu pis işin içinde hayat boyu kalacaktır.  Muhtemel ekonomik tetikçileri -NSA dahil- Amerikan istihbarat örgütleri belirler, ulusötesi şirketler de işe alır. Hizmetleri karşılığında yüklü paralar alırlar. Ancak asla hükümetten para almazlar; eğer kirli işleri ortaya çıkarsa, bundan ABD hükümeti sorumlu tutulmasın diye.

Ekonomik tetikçi cin gibidir. Sömürgeci atalarının öykülerini dinleyerek büyümüştür. Silah, zırh ya da özel bir giysi taşımaz. Herhangi bir üçüncü dünya ülkesinde, yerli bir okul öğretmeni ya da dükkân sahibi gibi giyinir. Washington, Londra ya da Paris’te ise bir hükümet bürokratı veya bankacı görünümünde karşınıza çıkar. Alçak gönüllüdür, saygılı ve normal davranır. Proje bölgelerine gider, yoksul köyleri ziyaret eder. Yerel gazetelerde, yaptığı göz yaşartıcı hayırseverliklerden söz ettirir. Hükümet komisyonlarının masalarını hesap çizelgeleri ve finansal tahminlerle donatır. Harvard işletme Okulu’nda makroekonominin mucizeleri üzerine ders verir. Hep kayıt altındadır, hep ortada, göz önündedir. Ancak gerektiğinde yasa dışı yollara da başvurur. Çünkü hizmet ettiği küresel sistem hile, yalan ve kandırma üzerine kurulmuştur. 

B) Ekonomik tetikçi hiç mi başarısız olmaz? Olur, ancak o zaman da devreye “çakal” adı verilen ajanlar girer. Bunlar “soylarını doğrudan doğruya o eski imparatorluklara dayandıran, çok daha sinsi bir tür”dür. Çakallar gölgededir; ortaya çıktıklarında, devlet başkanları ya devrilir ya da bir “kaza” (!) sonucu hayatlarını kaybeder. Eğer bir şanssızlık sonucu çakallar da başarısız olursa, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi klasik yöntemlere başvurulur. Amerikan askerleri zorbalığa, öldürmeye ve yok etmeye gönderilir. 

C) Ekonomik tetikçinin üç temel amacı vardır: 

i) Dev mühendislik ve inşaat projeleri aracılığı ile, parayı MAIN ve diğer Amerikan şirketlerine (Bechtel, Halliburton, Stone and Webster, Brown and Root ve benzerlerine) geri döndürecek büyük uluslararası kredileri haklı göstermek.
ii) Dünya liderlerini ABD’nin ticarî çıkarlarını gözeten büyük bir ağın parçası haline getirmek; bu liderleri, sadakatları garanti edilecek şekilde borç batağına saplamak.
İşte J. Perkins’in bu amaçla ilgili itirafları: Liderleri politik, ekonomik veya askerî ihtiyaçlarımız için, ne zaman istersek kullanabiliriz.  Karşılığında onlar da halklarına sanayi siteleri, elektrik santraları, “duble yollar” ve havaalanları sağlayarak politik durumlarını güçlendirirler. Bu arada biz de kendi hedefimize ulaşırız: Amerikan mühendislik ve inşaat firmaları inanılmaz ölçülerde zenginleşmiş olur.
iii) Kredileri alan ülkeleri iflas ettirmek için uğraşmak; böylece alacaklılarına sonsuza kadar borçlu kalıp alacaklı ülkenin bir desteğe ihtiyacı olduğunda kolay birer araç olmalarını sağlamak.  

II) ARAÇLARI VE FAALİYETLERİ

A) Önce bir ekonomik tetikçinin bir “ekonomist” olarak nasıl işe başladığını görelim: Bay Einar Greve bir uluslararası danışmanlık firması olan MAIN’de genel müdür yardımcısıdır. Dünya Bankası’nın, hidroelektrik santrallar ve diğer altyapı projeleri için sanayileşmesi engellenmiş bir ülkeye -örneğin Türkiye’ye- borç verip vermemesi hususunu karara bağlamak için yürütülen çalışmalardan sorumludur. E. Greve aynı zamanda Amerikan ordusunda yedek albay konumundadır. 

Birgün Einar Greve J. Perkins’i iş görüşmesi için MAIN’in Boston’daki merkezine davet eder. Görüşme sırasında MAIN’in asıl işinin mühendislik olduğunu söyler ve ekler: Şirket en büyük müşterisi olan Dünya Bankası’nın, mühendislik projelerinin fizibilitelerinde kullanılan ekonomik tahminleri hazırlamak için yetenekli bir ekonomiste ihtiyaç duymaktadır. Bundan önce istihdam ettikleri ekonomistler istenen performansı gösterememiştir. Ekvador, Endonezya, İran ve Mısır gibi ülkelerde seyahat edip yerli liderlerle görüşmelerini ve o bölgelerdeki ekonomik gelişme imkânları hakkında değerlendirme yapmalarını isteyen sözleşme koşullarını hiçbiri yerine getirememiştir. Aynı iş için teklif alan Perkins uluslararası danışmanlık şirketi MAIN’de ekonomistlik görevine Ocak 1971’de böyle başlar. Ne var ki asıl görevi bunun çok ötesindedir. Gerçeği kısa sürede öğrenecektir.

B) Ekonomik tetikçiler hedeflerine ulaşmak için belirli araçlar kullanırlar. Bu araçların başında kurban ülkelerin borçlandırılması gelir. Verilen borçları bir yardım, bir iyilik gibi gösterirler. Çünkü bunlar -elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, sanayi siteleri gibi- alt yapı yatırımları için verilen borçlardır. Ancak projelerin çok önemli bir şartı vardır: Bütün yatırım projeleri, Merkez ülkelerin mühendislik ve inşaat firmaları tarafından gerçekleştirilecektir.  Bunun stratejik anlamı şudur: Verilen borç paranın çoğu Merkez ülkeyi, örneğin ABD’yi terk etmez bile. Para sadece aynı ülke içinde yer değiştirir: Washington’daki banka kasalarından Newyork, Houston ya da San Fransisco’daki mühendislik ofislerine akar. Verilen borç para alacaklı ülkeye anında geri gelirken, borçlu ülkeye düşen, anaparayı faizi ile birlikte son kuruşuna kadar geri ödemektir.  

Ekonomik tetikçinin sağladığı başarının temel ölçütlerinden biri, kurban ülkeyi olabildiği kadar borca sokmaktır. Ülke o kadar borca batırılmalıdır ki birkaç yıl içinde, geri ödemeleri yapamaz bir hale gelmelidir. Eğer bu sağlanabilmişse küresel imparatorluğa bir ülke daha eklenmiş demektir. İşte o gün, tetikçinin günüdür: Artık diyetini isteyebilir. İşte birkaç diyet örneği:

-Ülkenin Birleşmiş Milletler’de vereceği oy,
-Ülkede askerî üs kurulması,
-Petrol imtiyazları ya da stratejik bölgelere ulaşım olanağı.
-Derin Merkez’in (dolayısıyla ulus ötesi şirketlerin) planlarına destek. 

C) Ekonomik tetikçinin kullandığı başka bir araç da ekonomik kalkınma masalı çerçevesinde, kurban ülkenin gözünü, bilimsel kılıklı ekonomik modellerle boyamaktır. Bu tür bir model çerçevesinde bir ülkeye milyarlarca dolar yatırım yapmanın sebep olacağı etkiler tahmin edilir. Özellikle uzun dönemli, örneğin 20-25 yıl sonraki ekonomik büyüme tahmin edilir, farklı projelerin etkileri değerlendirilir. Mesela bir ülkeye 1 milyar dolar kredi verilmesine karar verilmişse, bu paranın elektrik santralleri yatırımında kullanılmasının faydaları ile, yeni bir demiryolu şebekesi ya da iletişim sistemi yatırımında kullanılmasının faydaları karşılaştırılır. Ya da bir ülkeye modern bir elektrik şebekesi kurulmasına karar verilmişse, ekonomik tetikçi böyle bir şebekenin açılacak krediyi haklı kılacak boyutta bir ekonomik büyümeye sebep olacağını göstermek zorundadır.

John Perkins bu nitelikte bir modeli nasıl hazırladığını kitabında şöyle anlatıyor: İlk gerçek ekonomik tetikçilik görevim Endonezya ile ilgiliydi. Cava adası için bir master enerji planı hazırlamakla görevli bir ekibin üyesiydim. MAIN’de genel müdür yardımcısı Einar öyle iyimser tahminler yapmamı istiyordu ki Cava ekonomisinde bir patlama olacağı izlenimi uyandırmalıydı. Böyle bir tahmin, Dünya Bankası, USAID ve diğer uluslararası bankaların açacağı kredileri haklı gösterecekti. İyi bir tahminci olarak sivrilmem ve daha fazla yükselmem de ekonomik modellerimin daima bu şekilde olmasını gerektiriyordu. Daha somut bir deyişle Cava ekonomisi coşmalı, bir kartal gibi süzülüp yükselmeli, grafikleri âdeta delip geçmeliydi. Bu ise zor değildi; çünkü istatistikler, tahmincinin eğilimlerini doğrulayanlar dahil, birçok farklı sonuçlar doğuracak şekilde kullanılabilirdi

Görülüyor ki uluslararası kredilerin usulünce tahsisinde anahtar konumunda olan, ekonomik tetikçinin yapacağı tahminlerdir. Çünkü kurulacak tesislerin büyüklükleri, dolayısıyla da verilecek kredilerin boyutları bu tahminlere bağlı bulunmaktadır. Proje tercihinde kritik faktör gayrisafi millî hasıladır. Seçilecek proje, en yüksek millî hasıla artışını sağlayacak olan projedir. Eğer elde tek proje varsa, uygulanacak projenin, millî hasılaya çok olumlu katkıları olacağını ispatlamak gerekir.  

Bütün bunlar, işin görünen yüzüdür. Görünmeyen yüzü ise bütünüyle farklıdır: Projelerin gizli ve asıl amacı başkadır. Şöyle ki birinci olarak hükümetlerin uzun süreli finansal bağımlılıkları ve bu yoldan politik sadakatları güvence altına alınmalıdır. İkinci olarak, müteahhit firmalara büyük kârlar sağlanmalıdır; krediyi alan ülkedeki bir avuç varlıklı kesim daha da zenginleşmelidir. Merkez açısından, verilen borç ne kadar fazla ise o kadar iyidir. Çevre ülkeler açısından ise, kurban ülkenin omuzlarına bindirilen borç yükü, ülke halkını onlarca yıl sağlık, eğitim ve diğer hizmetlerden yoksun bırakacaktır. Ancak bu kayıplar, kimsenin umurunda değildir. 

III) SONUÇLAR VE ETKİLER

Ekonomik tetikçinin faaliyetlerinin sonuçları ve diğer etkileri konusuna somut bir örnekle girelim.  
A) Texaco şirketi 1968’de Ekvador’un Amazon bölgesinde petrol buluyor. Bugünse bu ülkenin ihracatının neredeyse yarısını petrol oluşturuyor. Ekonomik tetikçiyle bağlantılı bir konsorsiyumun inşa ettiği 450 kilometrelik bir boru hattı sayesinde, Ekvador ABD’ye petrol ihraç eden ülkeler arasında yer almayı hedefliyor. Ancak bu arada Ekvador, bakınız, hangi zararlara uğramış bulunuyor:

-Chevron Texaco şirketi açık çukur ve nehirlere her gün milyonlarca galon petrol, ağır metal ve kanserojen madde içeren zehirli atıklar dökmüştür.
-Tertemiz, billur gibi ırmaklar birer pislik kanalına dönüşmüştür.
-Yağmur ormanlarının büyük bir bölümü tahrip olmuştur.
-Chevron Texaco şirketinin, arkasında bıraktığı 350 civarında kapatılmamış atık çukuru, hâlâ hayvanları ve insanları öldürmeye devam etmektedir.
-Makavların (bir kuş türü) ve jaguarların ırkı, neredeyse ortadan kalkmıştır.
-Üç yerel Ekvador kültürü yok olmanın eşiğine gelmiştir.
-“Petrol patlaması” olarak bilinen dönem boyunca Ekvador’da resmî yoksulluk oranı %50’den %70’e, işsizlik oranı %15’den %70’e tırmanmıştır. Devletin borcu 240 milyon dolardan 16 milyar dolara yükselmiştir. Ulusal kaynaklardan nüfusun en yoksul kesimlerine ayrılan pay ise %20’den %6’ya düşmüştür.
-Ekvador dış borç içinde yüzmektedir. Bunun bir sebebi ekonomik tetikçilerin uygulattığı yatırım projeleridir. Ekvador devlet bütçesinin çok büyük bir kısmını dış borcun geri ödenmesine ayırmaktadır. Oysa yoksulluk sınırının altında bulunan milyonlarca Ekvadorlu yardım beklemektedir. Bu borç yükünden kurtulmak için ne yapıyor Ekvador? Yağmur ormanlarını petrol şirketlerine satıyor.
Ülkedeki yağmur ormanlarından çıkarılan her 100 dolarlık ham petrole karşı, petrol şirketleri 75 dolar elde etmektedir. Geri kalan 25 doların dörtte üçü dış borç ödemelerine gidiyor. Kalanın çoğu savunma ve diğer devlet harcamalarına ayrılır. Sağlık, eğitim, yoksullara yardım programlarına ise sadece 2.5 dolar kalır! 

B) Ekvador kesinlikle bir istisna değildir. Ekonomik tetikçilerin küresel imparatorluk çatısı altına, yani Derin Merkez’in etki alanına soktuğu hemen her ülke aynı akıbete uğramıştır. Söz konusu dönem içinde Üçüncü Dünya ülkelerinin toplam borcu 2.5 trilyon dolara yükselmiştir. Bu borcun yıllık faizi 2004  itibariyle 375 milyar dolardır. Dünya nüfusunun yarıdan fazlasının günlük kazancı 2 dolardan azdır. Bir üçüncü dünya ülkesindeki özel mülkiyetin ve parasal kaynakların %70 ila %90’ı nüfusun yüzde 1’inin elindedir.

SONUÇ

Gözlemlerimin ulaştırdığı bazı bulgu ve yorumlarımı sonuç olarak sunuyorum:
-Ekonomik tetikçi Harvard gibi ünlü bir çatı altında makroekonomi dersleri verebiliyor! saf İyi niyetli genç iktisatçılarımız, aktarmacı profesörlerimiz dikkat! Batı iktisat literatürünü Türkiye’ye taşırken, farkında olmadan tetikçilerin uydurma teori ve analizlerini “ekonomi biliminde son gelişmeler” diye taşımış olabilirsiniz. Farkında olmadan yönlendirilir, bir araç olarak kullanılabilirsiniz.

-Ekonomik tetikçinin ilk hedefi Çevre ülkelerinin liderleri!... Onları, sürekli kullanılacak şekilde borç batağına sokmak… Aklıma Türkiye’nin 1983’lerden itibaren borca alıştırılması geliyor. Bu borcun, 2002’den sonra daha da katlanmış olması geliyor. O dönemlerin liderleri geliyor. 
-Batı’nın zenginlik kaynağı sadece bilim ve teknoloji değildir. Gençlerimizi, böyle diyerek gerçeklerden uzaklaştırmayalım. Batı ahlâk dışı yollardan da zenginleşiyor. Bunun payı en az birinci kadar büyük:  Çevre ülkelerin liderlerini elde ediyor, onları köleleştiriyorlar, o ülkeyi borç batağına sokuyor, iflasa sürüklüyorlar. Bilimi, uydurma ekonomik modelleri araç olarak kullanıyorlar.

 -Ekonomik tetikçinin başarısının temel ölçütlerinden biri, kurban ülkeyi olabildiği kadar borca sokmak; o kadar ki ülke, geri ödemelerini yapamaz bir hale gelsin! Türkiye borçtan iflas durumuna tarihte iki kez düşürülmüştür. Biri 1854 ve sonrasında Reşit Paşa ve Lord Canning ile birlikte, öbürü 1983 ve sonrasında T. Özal ve -kimse- çağdaş Canning ile birlikte. Bundan iki sonuç çıkıyor: Bir, ekonomik tetikçilik yeni bir meslek değil. İki, tarihte başımıza gelenlerden ders almıyoruz. Hep aynı hatâları işliyoruz. Sebep, çapsız yöneticiler… Burjuva demokrasisi böyle çapsız insanları, yönetici diye başımıza bela edip duruyor.

-Ekonomik tetikçinin uğradığı ülkelerde neler olduysa aynıları Türkiye’de de olmuş ve olmaktadır: Millî gelirin adaletsiz dağılımı devam etmektedir. Dış borçlar artmıştır. Borçların ödenmesi için fabrikalar, tesisler, liman işletme hakları, topraklar, akarsular,… satılmaktadır.
Ulusal kaynaklardan nüfusun en yoksul kesimlerine ayrılan pay %20’den %6’ya düşmüştür. Millî kaynaklardan elde edilen gelirlerin, savunma ve diğer devlet harcamaları ve borç ödemelerinden sonra, geriye kalan küçük bir kısmı sağlık, eğitim, yoksullara yardım programlarına ayrılabilmektedir.

En acısı da şudur ki, o ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de hükümetler değiştikçe halkımızın durumunda hiçbir önemli değişiklik olmamaktadır; hatta halkımız bu hükümetleri %34, %47 gibi yüksek oy oranlarıyla iktidara taşısa bile…
Kaynak: Cihan Dura, Derin Komplo: Türkiye’nin Yeniden İşgali, İleri Yayınları, İst., 2008, ss.158-163.

24 Kasım 2015 Salı

BİR ÇIKIŞ YOLU: HALK ÖĞRETMENLERİ



Cihan Dura







Bugün birbirimize, bazen kendi kendimize sıkça sorduğumuz bir soru vardır: Ne yapmalı? Yanıt vermekte zorlanırız. Oysa yanıt hazırdır; Atatürk yıllar önce vermiştir, Halkçılık ilkesinde vermiştir. Ne diyor bu ilke? Şöyle diyor:
Milletçe geri kalışımızın ana sebeplerinden biri aydınlarımızla halk arasındaki uyum yokludur. Oysa başarı için, ülkeyi kurtarmak için aydınla halkın zihniyeti arasındaki ayrılığı durdurmak gerekir. Bu ikisi arasında doğal bir uyum olmalıdır. 

Çok temiz kalplidir bizim halkımız, ilerlemeye çok yeteneklidir. Bir kani olursa muhataplarının kendisine içtenlikle hizmet ettiklerine, her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Demek ki aydınlar her şeyden önce, millete güven vermek zorundadır. 

Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir. Gençlerimiz ve aydınlarımız hangi hedeflere,  ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi zihinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmelidir.

 
Aydınlarımız, özellikle de öğretmenlerimiz her vesileden yararlanarak halka koşmalı, halk ile bir arada olmalıdır. Bunda başarılı olmak için de aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum olması gerekir. Bunun anlamı şudur: Aydın sınıfının halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. 





‘***’
Demek ki, halkla bir araya gelinecek, halkla bütünleşilecek, halk aydınlatılacak!
Peki, nasıl başarılacak bu? Örneğin, ülke çapında her yerde verilecek konferanslarla başarılacak. Başta Banu Avar, değerli bazı aydınlarımız bu görevi en iyi şekilde yerine getiriyorlar. Ancak daha fazla olmalıdır, konferanslar yeni aydınların katılımıyla yoğunlaştırılmalıdır. Bu yeterli mi? Hayır değil, konferanslarda genellikle belirli bir halk tabakasıyla karşı karşıya geliniyor, oysa onun dışında çok daha geniş halk kesimleri var. Asıl ulaşılacak olanlar onlar. Demek ki, farklı bir yol bulmak lazım onlar için.

Yoğun halk kesimleri bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri bilmiyor. Atatürkçülüğü hiç bilmiyor. Daha da trajiği, okumuşların pek çoğu da öyle... Çünkü öğretilmedi, öğretecek olanlar da yetiştirilmedi.  Atatürkçülük deyince birkaç sloganın ötesine geçilmedi. Okumuşu ile, sade yurttaşıyla, milletimizin çok büyük bir kısmı Atatürkçü öğretinin kendisine sunduğu kurtarıcı ilkelerden, çözümlerden habersiz. Halkın uyanışı, başlangıçta köy enstitüleri ile gerçekleştirilmek istendi, fakat onun da önü kesildi.
Bugün çaresiz miyiz? Hayır değiliz, türlü yollar var önümüzde, ben birine değineceğim bu yazımda. Ne olduğunu basitçe ortaya koymadan önce, başarılı olmuş bir uygulamasını anlatmam gerekiyor,  2011 tarihli bir makalemden[i] özetliyorum. 

John Wilhelm Snelman (1806-1881),  Çağının yeni yetişen Fin aydınlarının en önemli temsilcisiydi. En büyük tutkusu halkın aydınlanması idi. Ancak biliyordu ki bunu tek başına ve oturduğu yerde başaramazdı, Aynı tutkuyla yanan, yetenekli insanları toplamalıydı çevresine ve onları harekete geçirmeliydi. Düşündüğünü yaptı: Bir araya getirdiği birkaç genç öğretmen, din adamı, avukat ve memur, iş adamıyla, halk kitlelerinin aydınlanması için adeta bir seferberlik ilan etti.
Karşısına aldığı bu bir avuç yol arkadaşına şöyle seslendi:
Siz halkın aklını, halkın iradesini ve enerjisini, halkın vicdanını uyandırmak zorundasınız. Halkın düşüncesini uyandırmalısınız.
Ülkemiz büyük bir ailedir. Bütün vatana o gözle bakınız. Unutmayınız ki yoksul bir oduncu, kantarcı ve hizmetli dul kadın da dahil, hepsi, Fin halkının tüm bireyleri sizin kardeşlerinizdir. Sizin göreviniz onları eğitmektir. Onları büyük, kültürlü halkların ailesine sokmaktır. Unutmayınız ki, halkın cehaleti, yoksulluğu, kabalığı, sarhoşluğu, hastalıkları sizin ayıbınızdır.
Kenevirden nasıl halat yapıldığını biliyor musunuz? Önce küçük kenevir liflerini alıp ince iplikler örüyorlar. Sonra bu ipliklerden birkaç tanesini birlikte büküp kalın ipler yapıyorlar. Birkaç kalın ipi bükerek halat haline getiriyorlar. Ve bu halatlar kocaman okyanus gemilerini rıhtımlara bağlı tutacak kadar sağlam oluyor. Bizim işimiz de böyledir. Dağınık iyi niyetlerimizi bir araya getirip birleştirmek zorundayız. Halkımızın aydınlanmasını ancak bu şekilde sağlayabiliriz. 

Snelman farklı bölgelerden öğretmenleri bir yere toplayarak kurslar düzenledi. Öğretmenlere şöyle seslendi: “Sevgili arkadaşlar! Çalışma koşullarınızın ne kadar ağır olduğunu biliyorum. Biz, yeni millî eğitim ordusunun öncüleriyiz. Halkın cehaleti ile savaşırken bütün ağır yükü üzerimize almak zorundayız. İlk zamanlarda övgü ya da takdir görmeyebiliriz; yine de fedakârlık yapmalıyız. Sizleri fedakârlığa davet ediyorum! Herkesi değil, yalnızca fedakârlık yapmayı kabul eden ve bunu yapabilecekleri çağırıyorum. İşte benim ricam üzerine ülkemizin en kültürlü insanları, bilim adamları sizlere beşer, altışar, onar konferans vermeyi kabul ettiler. Onların bilgilerinden faydalanın ve okula döndüğünüz zaman öğrendiklerinizi öğrencilerinize aktarın”.
Sonunda ülkede onlarca, daha sonra yüzlerce büyük ve küçük Snelman’lar ortaya çıktı! Yeni millî eğitim ordusu hayali bir gerçek oldu!

Ülke işgal altındaydı. Halkı yoksuldu, eğitimsizdi, yabanıl ve perişandı, tembeldi, ilkel ve geriydi. Bu ülkede bir öncü adam, onun peşinden başka aydınlar ortaya çıktı. Sayıları azdı ama yurtseverdiler, fedakâr, kararlı ve yetenekliydiler. Halkı sahiplendiler, sırça köşklerini terk edip ayağına gittiler, ona bilimin ışığını, yüksek ahlakı ve değerleri götürdüler. Gittikçe çoğalıp çok geçmeden bütün ülkeyi kapladılar. Halka, insanlara hizmet aşkıyla, onlara ışığı götürme idealiyle yanıp tutuştular. Bütün rahatı teptiler; boş, masa başı polemiklerini bırakıp yürüdüler, bütün engelleri aştılar; sayıları alabildiğine arttı, on kişiyken, on binler oldular; ellerinde meşaleler, bütün ülkeye yayıldılar.

İki yaratıcı güç bir araya geldi! Kutsal buluşmadan yepyeni bir toplum doğdu. O perişan, kayıtsız ve tembel halk canlandı, okumaya, çalışmaya, düşünmeye, iş yapmaya, ürün vermeye başladı; ülke bayındırlaştı, kalkındı.

‘***’
Halk öğretmeni Wilhelm Snelman’ın eserinden kendimize hangi dersleri çıkarabiliriz?
Bir halkın gerçek aydınlara, su gibi hava gibi ihtiyacı vardır. Gerçek aydının birinci görevi halkı eğitmektir. Gerçek aydın, bütün yurttaşlarını kardeşi olarak görür. Halkın kusur ve eksiklerinden yalnızca kendisini sorumlu tutar. Onu küçümsemez, alaya almaz, hâkir görmez. Bilir ki halk aydının aynasıdır. Aydın halka bakınca aslında kendini görür, dolayısıyla, hatalarını, sorumluluklarını ve ödevlerini de görür.

Halkın uyandırılması her zaman bir öncü gerektirir, bir öncü kadro gerektirir. Bu öncü kadro çeşitli mesleklerden aydınları bir araya getirmeli, ana hedef yönünde adeta bir seferberlik ilan etmelidir. Hedefe götürecek araç yeni bir “millî eğitim ordusu”, “halk öğretmenleri ordusu” kurmaktır. Ancak bu orduya, yalnızca, her türlü fedakârlığı yapmayı içtenlikle kabul edenler alınmalıdır. Öğretmenlere ülkenin en bilgili aydınları tarafından konferanslar, seminerler verilmeli, kurslar düzenlenmelidir.

Öncü kadro, halkla yüz yüze temasa gelir, onlarla tanış olur. Halk öğretmenleri ile temasını sürekli kılar. Bir haberleşme ağı kurar. Günümüzde bu imkânı Internet de çok geniş ve hızlı bir şekilde sağlayabilir. İkincil öncüler olarak öncelik öğretmenlere verilmelidir. Onlar için yetiştirici kurslar düzenlenmelidir. Ülkede ikincil, üçüncül öncülerin,… ortaya çıkması ve sayıca artmaları şarttır. Başarı için yılmadan, ara vermeden, yıllarca çalışmalıdır.

Atatürk ne diyor: Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir!
Dikkat edin: Milletleri kurtaranlar “politikacılardır, milletvekilleridir, bakanlardır, başbakanlardır” demiyor, “öğretmenlerdir” diyor,“yalnız ve ancak öğretmenlerdir” diyor!

‘***’
Ve Türkiye…
Bir ana merkez, öncü kadro’nun bir araya geldiği…, çevresinde ilk halk öğretmeni adayları, gönüllü, yetenekli, göreve hazır. Aktarıyorlar, avuç avuç ışık aktarıyorlar onlara. Peki, neleri? On ilke’yi, ana fikirleri… Bir program ve müfredat çerçevesinde, İlkeler’den oluşmuş,  ana fikirlere dayalı… Yetişiyor orada gönüllüler, öğreniyor, olgunlaşıyorlar. Bir ay, belki iki ay boyunca... Sonra, memleketlerine dönüyorlar ikinci kuşak öncüler olarak; kafaları, kalpleri ışıklarla dolu, ellerinde malzemeler…

Her biri kendi memleketinde, bu sefer onlar açıyor kendi kurslarını. Aynı program, aynı müfredat, aynı malzeme… Seçtikleri yeni gönüllülere aktarıyorlar öğrendiklerini…
Ardından, üçüncü dalga harekete geçiyor: Bu sonuncular aynı şekilde yetişti ya, üçüncü kuşak öncüler olarak bu sefer onlar iş başı yapıyor. Aynı şekilde toplayıp öğrencilerini daha küçük birimlerden; hepsi de gönüllü, aynı tutkuyla yanan, göreve hazır olan…

Artık her yerde onlar var, Atatürkçüler var: fedakâr, kültürlü, aktif, uygulayıcı ve öğretici…
Dağınık iyi niyetler bir araya gelmiş, birleşmiş, bir güç olmuş.
Büyük Aydınlanma halka halka, dalga dalga bütün ülkeye yayılmakta: Bölge bölge, şehir şehir, belde belde, köylere, mahallelere…
Sistem hep işliyor, sistem hep yaşıyor, sürekli meyve veriyor.
Halkın aklı, enerjisi, halkın vicdanı uyanıyor. Halkın düşüncesi uyanıyor.  Cehaleti, yoksulluğu bitiyor.
Yeni Halk Öğretmenleri Ordusu… Bir dev ağaç misali, kök, gövde, dallar, dalcıklar… sarıp kucaklıyor bütün Türkiye’yi.
Mutlu ve güçlü Türkiye’yi,
Bölünmez, ebedî Türkiye’yi!...