15 Temmuz 2014 Salı

Halk Öğretmeni Wilhelm Snelman


Cihan Dura



John Wilhelm Snelman (1806-1881), çağının ünlü bir bilim adamı, derin bir filozofu, tanınmış bir siyasetçisiydi. Ancak onun asıl şöhreti Fin kültürünü yaratan halk öğretmeni olmasından, arkadaşlarıyla birlikte sürekli ve yılmadan çalışarak” bataklıklar ülkesi”ni, Finlandiya’yı “beyaz zambaklar ülkesi”ne çevirmesinden ileri gelir.
I) Snelman çağının yeni yetişen Fin aydınlarının en önemli temsilcisi idi. En büyük tutkusu halkın aydınlanması idi. Ancak biliyordu ki bunu tek başına ve oturduğu yerde başaramazdı, Aynı tutkuyla yanan, yetenekli insanları toplamalıydı çevresine ve onları harekete geçirmeliydi. Düşündüğünü yaptı: Bir araya getirdiği birkaç genç öğretmen, din adamı, avukat ve memurla, halk kitlelerinin aydınlanması için adeta bir seferberlik ilan etti[i].
Karşısına aldığı bu bir avuç yol arkadaşına şöyle sesleniyordu:
“Aydın olmak, modaya uygun kıyafetler giymek veya kolalı yakalık ve modern şapka takmak demek değildir. Halk size iyi bir maaş almanız ve akşamları sözde okuma salonlarında kâğıt ve domino oynamanız için okutup eğitim sağlamadı. Bu durumda siz aydın değil de, ancak küflü aydın oluyorsunuz. Siz halkın aklını, halkın iradesini ve enerjisini, halkın vicdanını uyandırmak zorundasınız. Halkın düşüncesini uyandırmalısınız; köylüyü, işçiyi, toplumun alt tabakalarını nasıl iyi yaşanır, nasıl iyi yaşam koşulları yaratılır? Bunlar için eğitmek zorundasınız.
Sample ImageÖyleyse halka hayatın değerini anlamayı ve onu korumayı öğretin. Daha rahat, daha sağlıklı, daha uygun bir yaşam tarzı nasıl kurulur, onu öğretin. Kendilerinin ve çocuklarının sağlığını nasıl koruyacaklarını öğretin. Mutlu bir aile hayatı nasıl kurulur, onu öğretin: Erkeğin kadına ve kadının erkeğe nasıl davranacağını ve çocuklarını nasıl eğiteceklerini öğretin. Bütün bu işlerde halka iyi örnek olun. Halka gerek davranışınızla gerek konuşmalarınızla ve gerekse yaptığınız işlerle öğretmen olduğunuzu gösterin.
Ülkemiz büyük bir ailedir. Bütün vatana o gözle bakınız. Unutmayınız ki yoksul bir oduncu, kantarcı ve hizmetli dul kadın da dahil, hepsi, Fin halkının tüm bireyleri sizin kardeşlerinizdir. Sizin göreviniz onları eğitmektir. Onları büyük, kültürlü halkların ailesine sokmaktır.  Unutmayınız ki, halkın cehaleti, yoksulluğu, kabalığı, sarhoşluğu, hastalıkları sizin ayıbınızdır.”
II) Aslında ülkede birçok genç öğretmen, din adamı, doktor, … Snelman gibi düşünüyor, Snelman gibi konuşuyor ve yazıyordu. Ancak Snelman’ı onlardan ayıran bir şey vardı, bu şey onun kendine özgü tutkusu ve enerjisiydi.
Gerçekten, ondaki şu özveriye ve enerjiye bakınız: Snelman kışın kızak ayakkabılarıyla, bahar ve yaz aylarında ise sandalla, hatta yürüyerek Finlandiya’nın bütün bölgelerini dolaşıyordu. Çeşit çeşit insanla, yetenekli köylülerle, ormanda ve maden ocaklarında çalışan işçilerle görüşüyordu. Genç kızlar ve delikanlılarla tanışıyor, onlarla sohbet ediyor ve onlara kitaplar veriyordu. Sonra adreslerini alıp onlarla mektuplaşıyordu. Şöyle diyordu: “Karanlık yörelerde canlı lambalar yakıyordum. Daha iyi aydınlatsınlar diye içlerine lamba yağı koyuyordum.” Mektuplarında kimi muhatabını destekliyor, kimini yüreklendiriyordu. Bir diğerini paylıyor, öbürüne akıl veriyordu. Yeni görevler teklif ediyor, iyi örnekler gösteriyordu. Mektupları alanlar aynı mektupları başka yerlere gönderiyordu.
Yolunun üzerinde halkın aydınlanması için uğraşan insanlara rastladığı zaman, onlarla görüşüyor ve şöyle diyordu: “Kenevirden nasıl halat yapıldığını biliyor musunuz? Önce küçük kenevir liflerini alıp ince iplikler örüyorlar. Sonra bu ipliklerden birkaç tanesini birlikte büküp kalın ipler yapıyorlar. Birkaç kalın ipi bükerek halat haline getiriyorlar. Ve bu halatlar kocaman okyanus gemilerini rıhtımlara bağlı tutacak kadar sağlam oluyor. Bizim işimiz de böyledir. Dağınık iyi niyetlerimizi bir araya getirip birleştirmek zorundayız. İki milyonluk halkımızın aydınlanmasını ancak bu şekilde sağlayabiliriz”.
Snelman yaz tatillerinde, farklı bölgelerden öğretmenleri bir yere toplayarak kurslar düzenlerdi. Önceleri, isteklilerin sayısı azdı. Çoğu mesleklerinden memnun değildi. Bazıları şöyle söyleniyordu: “Bu da yeni âdet, neyin kursu ki bu? Biz öğretmenler de mi eğitileceğiz?” Snelman bütün bunları duyuyor ve biliyordu ama aldırmıyor, öfkelenmiyordu. O insanlara doktorun hastaya baktığı gibi bakardı: Onları tedavi etmek gerekiyor.
Toplantılarda Snelman öğretmenlere şöyle seslenirdi:
“Sevgili arkadaşlar! Çalışma koşullarınızın ne kadar ağır olduğunu biliyorum. İnsanların emeğinizi değerlendirmediği ıssız yerlerde nasıl yaşadığınızı biliyorum. Maddî durumunuzu da anlıyorum. Ama ne yapabiliriz?… Unutmayın: halkı uyandırmaya daha yeni başlıyoruz. Biz, yeni millî eğitim ordusunun öncüleriyiz. Halkın cehaleti ile savaşırken bütün ağır yükü üzerimize almak zorundayız. İlk zamanlarda övgü ya da takdir görmeyebiliriz; yine de fedakârlık yapmalıyız. Bu gereklidir, kaçınılmaz bir şeydir.
Sizleri fedakârlığa davet ediyorum! Herkesi değil, yalnızca fedakârlık yapmayı kabul eden ve bunu yapabilecekleri çağırıyorum. Biliyorum ki, her meslekte olduğu gibi aranızda ruhen eğitmen olmayanlar da var. Onlar sanatkâr bile değiller. Onlar mesleklerini sevmeyen, mesleklerine kahreden tembellerdir. Bir arkadaş olarak onlara nasihat ederim: Okulu bırakın. Başka bir uğraş bulun, yazıhanelere gidin, tüccar olun. Başka işlerle ilgilenin. Ama canlı bir ruh ve büyük bilgi gerektiren meslekleri işgal etmeyin.
İşte benim ricam üzerine ülkemizin en kültürlü insanları, bilim adamları sizlere beşer, altışar, onar konferans vermeyi kabul ettiler. Onların bilgilerinden faydalanın ve okula döndüğünüz zaman öğrendiklerinizi öğrencilerinize aktarın”.
Öğretmenlerin çoğu Snelman’ın sözlerini coşku ile karşıladı. Hepsi de cehalete karşı savaşta onun yardımcıları olmak istiyordu. Daha fazla çalışarak, kendilerini geliştirerek zamanla her biri kültürlü, bilgili bir insan oldu.
Ülkede onlarca, daha sonra yüzlerce büyük ve küçük Snelman’lar ortaya çıktı.
 ***
Halk öğretmeni Wilhelm Snelman’ın eserinden kendimize şöyle bir yol haritası çıkarabiliriz:
1) GERÇEK AYDIN: Bir halkın küflü aydınlara değil, gerçek aydınlara ihtiyacı vardır. Bunun için, diplomalı aydınlara gerçek aydın olma bilinci aşılanmalıdır. Dört görevi vardır gerçek aydının: Halkın aklını uyandırmak, halkın iradesini uyandırmak, halkın enerjisini uyandırmak, halkın vicdanını uyandırmak. Bunlar da ancak tek bir hizmetle gerçekleştirilebilir: Halkı eğitmekle!... Gerçek aydının birinci görevidir bu.
Aydın, fark gözetmeksizin, bütün yurttaşlarını kardeşi olarak görür. Halkın kusur ve eksiklerinden yalnızca kendisini sorumlu tutar. Onu küçümsemez, alaya almaz, hâkir görmez. Gerçek aydın öncelikle böyle bir ahlaka sahip olan aydındır.
Aydın halka örnek olmalıdır, görüşleriyle, tavsiyeleriyle, yaptığı işlerle... İyi bir eğitmen olduğuna halkı ikna etmelidir.
2) LİDER: Halkın uyandırılması bir öncü, bir lider gerektirir. Bu öncü çeşitli mesleklerden aydınları bir araya getirmeli, ana hedef yönünde adeta bir seferberlik ilan etmelidir. Lider olacak aydın, tutku ve enerji sahibidir; sosyaldir, girişkendir.
Hedefe götürecek araç yeni bir “millî eğitim ordusu”dur. Ancak eğitim ordusu kurulurken, bir ayıklama kaçınılmazdır. Yalnızca her türlü fedakârlığı yapmayı içtenlikle kabul edenler orduya alınmalıdır. Öğretmenlere ülkenin en bilgili aydınları tarafından konferanslar, seminerler verilmeli, kurslar düzenlenmelidir.
3) YÖNTEM: Lider, halkla yüz yüze temasa geçer, onlarla tanış olur, sohbet eder. Halk öğretmenleri ile temasını muhafaza eder. Bir haberleşme ağı kurar. Günümüzde bu imkânı Internet çok geniş ve hızlı bir şekilde sağlayabilir. İkincil öncüler olarak öncelik öğretmenlere verilmelidir. Onlar için kurslar düzenlenmelidir. Önce isteksizlik olabilir. Buna rağmen geri adım atılmamalı, yola ısrarla etmelidir. Öğretmenler fedakârlığa ikna edilmelidir.
Ülkede öncülerin çoğalması şarttır.Başarı için yılmadan, ara vermeden, yıllarca çalışmalıdır. Her ülkenin kendine özgü -yapı, büyüklük gibi- koşulları hesaba katılmalıdır.
Ve Atatürk: Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.
Dikkat edin: Milletleri kurtaranlar “politikacılardır, milletvekilleridir, bakanlardır, başbakanlardır” demiyor, “öğretmenlerdir” diyor,“yalnız ve ancak öğretmenlerdir” diyor!


[i] Bu makalemde şu kaynaktan geniş ölçüde faydalandım: Grigoriy Petrov, Beyaz Zambaklar Ülkesinde, Koridor Yayıncılık, İst., 2008, ss.33-37.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Cumhurbaşkanı Seçimi Üzerine Düşünceler

Vildan Sevil









Cumhurbaşkanlığı seçimi, belki elli yıl önce okuduğum bir romanı çağrıştırdı bana. Elbette sözüm meclisten dışarı. Ama bilinçdışı süreçlere hükmedemiyorsunuz ki… Çağrışım işte… Nereden nereye…

Robert Louis Stevenson’un, çift kişiliklilik konusunu işlemesi itibariyle dünya edebiyatında ilk psikolojik roman sayılan DR. Jekylle ve Mr.Hayde adlı romanını(Yayın tarihi 1886) anımsadım. Romanın kahramanı Dr Jekylle’ın kişiliğinde, biri iyi ve saygın(Dr Jekylee), bir de kötü, cani olmak üzere(Mr Hayde) iki kişilik yaratır Stevenson. Sonunda Jekylee, Hayde’ı yok etmek zorunda kalırken kendini de yok eder mecburen.

Şu anda dünyaya hükmeden kapitalizm, DR Jekylee rolünü oynarken kendi varlığında, ipliği pazara çıkan Hayde’ları öldürüp dünyanın pekçok yerinde, özellikle bizim coğrafyamızda sayısız kişilikte Hayde’lar yaratmayı sürdürüyor. Ancak kendi buyruğunda olduğu ve halkları kandırdığı sürece yaşıyor bu Hayde’lar, sonra yok ediliyor zamane doktoru Jekylee tarafından.

Bizler… Yönetilenler, sömürülenler… Emeğin hakkını, özgürlüğü, adaleti, barışı, mutluluğu arayanlar… Yani tüm belaların sömürüye dayalı bu kapitalist sistemin üretimi ve sonucu olduğunu düşünenler, kendi seçeneğimizi bir türlü yaratamıyoruz. Azınlıktayız çünkü. Sistemden umudunu kesmeyen, başka bir dünyanın var olabileceğine inanan çoğunluğu ikna etmekten aciziz çünkü. Beceremiyoruz henüz. Nedenleri ayrı ve uzun bir konu. Bu nedenle, demokrasi oyununda hep figüran oluyor, her zaman kırk katır-kırk satır ya da aşağısı sakal-yukarısı bıyık ikilemleri karşısında arpacık kumrusu gibi düşünüp duruyoruz.

Dünya patronları, şimdi bize üç seçenek sunuyor:

. Ülkemizi, tümüyle kendi üstüne, sülalesine ve goy goycu çetelerine tapulamak, tüm yetkileri elinde toplayıp Sünni bir İslam devleti kurmak isteyen, bu amaç doğrultusunda, küresel güçlerin her emrine boyun eğen bir figür… Sadakaya bağladığı müritleri (Sayıları epeyce çok) ve kendi despotluğunu açıkça, kılıf uydurarak ya da utangaçça şak şaklayan bir kitle dışında, tüm muhaliflerine her türlü iftirayı, zorbalığı, saldırıyı reva gören, sırtını siyasal İslam’ın uyutucu duvarlarına dayamış, megalomaniye gark olmuş, davranışlarını ve sözlerini denetlemekten uzak, kaba, cahil bir figür… Dayanılır gibi değil.

. Büyük patronlar, birinci figürün halktaki tahammül sınırını iyice zorladığını, megolamanisinin zapt edilmez olduğunun farkına vardılar. Ama bu coğrafyada siyasal İslam’ın Işid, El-Nusra gibi en vahşi renkleri de olmak üzere her rengine, bunlar aracılığıyla mezhep ve etnik ayrıştırmalarla halkları kırdırmaya hâlâ ihtiyaçları var. Dünya yeniden paylaşılmakta, dünya pazarı yeniden oluşturulmakta, sınırlar yeniden çizilmekte.

Türkiye diğer İslam ülkelerinden farklı. Çok çabuk emperyalizmin kucağına oturmakla birlikte, anti-emperyalist bir savaş vererek kurulmuş, yarım yamalak da olsa, aydınlanmanın laiklik ve aklı öne çıkaran yaklaşımıyla tanışarak doksan bir yıllık deneyim edinmiş bir ülke. Askeri darbeler görmüş, sivil darbeyi de şimdi deneyimleyen ve siyasal İslam’ın ceberut yüzünü kaldıramayacak kadar Batı kültürüyle haşır neşir olmuş bir ülke. Abdestli kapitalizmin arsız, asık, despot yüzüne daha sevimli, ılımlı, kibar bir makyaj gerek. Toplumsal bir ihtiyaç ve bir gerçek olmayı sürdüren dini inanç olgusunu, insanların vicdanına bırakmak yerine, kitlelerin güdümlenmesinde kullanmak gerek çünkü.

Bu nedenle ikinci seçenek, siyasal İslamcı gelenekten gelen, kendi kulvarında ilmi birikimi olan, biraz da Batının fenniyle meşgul olmuş, siyasal İslamı daha güler yüzlü, yumuşak, ağırbaşlı, esnek taşıyan… Yaşam tarzıyla batı normlarına daha uygun, diplomatik deneyimi olan, BM’de ve diğer İslam ülkelerinde de tanınan bir figür.

Anımsayalım. Tahkim Yasasını, doğacak tepkilerden çekinerek Özal’a bile imzalattıramayan küresel güç, sol görünen Ecevit’e imzalatmıştı. Darağacının ipiyle dolaşıp kan üzerinden siyaset yapan MHP ise idam cezasının kaldırılmasında engelleyici tepki koymamıştır.

Varlığını muhalif olmaya adamış, sığ laiklik ve işine geldiği gibi kullandığı dogmatik bir Atatürkçülük dışına çıkıp toplumun demokrasi ve adalet istemine kulak vermemiş, emperyalizmin sunduğu sistem içi politikalara sürekli boyun eğmiş, sistemi reformize edecek politikalar bile üretmemiş ve sistem karşıtı güçlerle arasını sürekli açmış, başka bir ülkenin, dünyanın özlemi ve mücadelesi nin önünde tıkaç görevini başarıyla yerine getirmiş CHP ise siyasal İslam’a, ideolojik olarak da Türk-İslam sentezine açılarak son barutunu tüketmiştir. Emperyalizm, sistem içi figüranlarına, gerektiğinde, kendilerini inkâr ettirmekte de ustadır. Bu son örnek belki de hayırlara vesile olur. CHP’nin emekten yana, kendi partisini, çaresizlikten dolayı sürekli kerhen desteklemekten, savunmaktan usanmış güçlerinin, bu gerçeği artık göreceğini, sistem dışı solla, tüm emekçilerle birlikte kendi seçeneğini üretme arayışına gireceğini umuyorum.

. Emperyalizme bağımlı, güdük kapitalizmin kapitalist-ağa işbirliğiyle, aşiret bağlarını oya tahvil eden politikalarıyla yıllarca ezilmiş, aşağılanmış, horlanmış, yoksul bırakılmış, cefa çekmiş, bombalanmış, kulluktan çıkarılmamış bir halkın, birikmiş öfkesi, acısı, özgürlük isteminin simgesi bir figür…

Ne var ki emperyalizmin vardığı, küreselleşme denen son aşamasında, ulusal pazarlar ve onun gereği olan milliyetçiliğin oluşma dönemi artık bitmiştir. Artık her türlü milliyetçiliğin emperyalistler tarafından kullanıldığını görmeyen politikalar sonucu, kurtuluşunu milliyetçilikte, aşiret kültürünün sürdürülmesi suretiyle modern aşiret beylerinin emperyalizmle ekonomik ve politik ortaklığında arayan… Barış ve özürlüğü, emek sömürüsüne karşı tüm halkların, sisteme, emperyalizme, kapitalizme karşı birlikte mücadelesi ni oluşturmak yerine, emperyalizmle ve zorba, talancı işbirlikçileriyle gizli açık pazarlıklarda bulan politikaların taşıyıcısı bir figür…

Sonuç olarak, yine sistem tarafından kuşatılmış, seçeneksiz kalmış durumdayız.

Dedik ya… Bizler için sakal- bıyık, katır-satır…

Peki ne yapmalıyız?...

Bu yazı epeyce uzun oldu. Sorunun yanıtını ikinci bir yazıda bulmaya çalışalım.


Vildan Sevil


7 Temmuz 2014 Pazartesi

TOPAL OSMAN





BİR ÇILGIN TÜRK

1883 yılında Giresun’da doğan Topal Osman’ın ailesi Çepni kökenliydi.  Osmanlı tahrir defterlerinde Giresun “Oğuz-Üçokların Çepni Türkleriyle meskûn Giresun” olarak geçerdi. “Çepni” kelimesi Atak, düşmanla savaşan mert, yiğit, asi, cesur anlamında kullanılmıştır. Çepni boyunun özelliği “Nerede düşman görse orda savaşır” olarak anlatılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut’un gözü pek mert savaşçılar olarak tanımladığı Çepniler’in Anadolu’nun fethinde ve Türkleştirilmesinde önemli rol oynadıkları, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilk müritlerinden oldukları, Şah İsmail’in muhafız birliğini oluşturdukları, Babai isyanlarında başı çektikleri bilinir. Rumeli, Ege ve Akdeniz Çepnilerinin çoğu Alevi, Karadeniz Çepnileri ise Sünni’dir. Karadeniz Çepnilerinin çoğunun sonradan Sünnileştiği ileri sürülür.

Osman Ağa’nın babası ticaretle uğraşmaktadır. Balkan Savaşında babasının 54 altın askerlik bedelini ödemesine rağmen Osman Ağa bunu kabullenemez ve gönüllü birlik oluşturarak savaşa katılır. Savaştaki başarılarıyla binbaşı rütbesine yükselir. Çatalca önlerine dayanan Bulgarların attığı bir gülle yanı başında patlar ve sağ dizi parçalanır. Bacağının kesilme tehlikesi karşısında şarapnel parçalarının temizlenmesi için uyutulmadan, uyuşturulmadan canlı canlı ameliyat olur. Doktorların raporuyla Gazi ünvanıyla savaştan çekilir. Ve o günden itibaren Topal lakabıyla anılır.

1.Dünya Savaşı patlak verip Giresun’a seferberlik emri geldiğinde Topal Osman  duramaz. Gönüllü toplamaya başlar. Topladığı gönüllü sayısıyla yetinmeyip Trabzon Hapishanesini basarak mahkumlara kapıları açar ve onlardan da katıp 250 civarında askeri birliği ile Doğu Cephesine katılırlar. Ruslara karşı gerilla yöntemiyle savaşır ve düşmana önemli zayiatlar verirler. Topal Osman’ı ele aldığı yazısında Ayşe Hür, Doğu cephesinden ayrılışını Arif Cemil gibi yazıları ciddiye alınmayacak birinin kitabını kaynak göstererek asker kaçaklığı olarak adlandırır. Her iki savaşa da gönüllü olarak katılmış bir asker için haksız bir ithamdır bu. Bu ve başka ithamlardaki amaç, asıl eleştirilerine güç sağlayacak etkileyici yaftalamalar oluşturmak ve okuyucunun zihninde kötü adam imajı yaratmaktır. Objektiflik, eleştirilecek yerde eleştirmeyi, takdir edilecek yerde övmeyi, hatalarını da başarılarını da, kahramanlığını da, zalimliğini de olduğu gibi aktarmayı gerektirir. Topal Osman’ın Doğu cephesinden ayrılışının sebebi yakalandığı tifo nedeniyle çürüğe ayrılmasıdır.

Bu sıra Rusya’da 1917 Ekim devrimi olduğundan Ruslar geri çekilmeye başlamıştır ama Topal Osman’ın gönüllü gerilla birlikleri bu çekilme sırasında da Rus ordusuna önemli kayıplar vermiştir. Burada belirtmek gerekir ki; Bolşevik Devrimi Milli Mücadele için bir mucize gibi olmuştur. Eğer Rusya’da devrim olmasaydı işgalci ülkelerden biri de Rusya olacaktı. Tersine düşman yerine dost kazanıldı ve destek alındı. Rus işgali sırasında daha önce Osmanlı hükümetleri tarafından yerlerinden sürülen ve bir kısmı Rusya’ya geçen Rumlar geri gelmeye başlamışlar ve Rum çeteleri Samsun, Merzifon, Amasya bölgelerinde örgütlenmeye devam etmişlerdi. Hatta kasım ayı içinde Merzifon yöresindeki bazı Türk köylerini yağmalamışlardı. Hamdi adlı bir teğmenin askerleriyle dağa çıkması ve Türk köylülerini örgütlemeye başlaması üzerine İtilaf Devletleri, İstanbul’daki hükümeti, durumu kontrol etmemekle, dolayısıyla Mütareke’yi ihlal etmekle suçlayacaktı. Bu suçlama bölgeye bir müfettiş isteğine dönüşecek ve Mustafa Kemal’e Anadolu yolunu açacaktı.

Topal Osman, memleketine döndüğünde Karadeniz’de Rum çeteleri azmıştı. Osmanlı’nın yenik ilan edilip Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra Rum çetelerin Pontus hayalleri daha da alevlendi ve saldırıları arttı. Topal Osman bu sırada Giresun’a belediye başkanı seçildi. Kabadayı ve mangal yürekli yapısıyla Topal Osman bu gelişmelere kayıtsız kalamazdı. Sinop’tan Batum’a kadar olan bölgede Pontus egemenliği oluşturmak isteyen  Rum çetelerin önündeki tek engel Giresun’du ve oraya yoğunlaştılar. 

Ancak Topal Osman’ın mukavemetiyle karşılaştılar. Topal Osman onların anlayacağı dilden eylemlerle ve her eylemlerine misliyle karşılık vererek çetelerin belini kırdı. Rum ve Ermenilerin şikâyeti üzerine Ermeni tehcirinde suç işlediği gerekçesiyle hakkında tutuklama kararı çıktı. Bunun üzerine Şebinkarahisar bölgesine çekildi. Kısa zaman içinde sert girişimleriyle bu şikâyeti geri aldırtmayı başarmış ve padişah Vahdettin tarafından hakkındaki tutuklama kararı kaldırılmıştı.

8 Mayıs 1919’da bir Yunan gemisinin Kızılhaç heyetini Giresun’a getirmesiyle Taşkışla’ya önce Kızılhaç bayrağı, ardından da Pontus bayrağı çekilir. Topal Osman ve adamları bir operasyon ile bayrağı indirip yerine Türk Bayrağını dikerler. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali üzerine de Giresun’da büyük bir miting tertipleyerek işgali protesto ederler. Artık Topal Osman Anadolu’nun Karadeniz’den duyulan sesi olmuştur.

Falih Rıfkı Atay’a göre Topal Osman basılan her Türk evine karşı üç Rum evini basmak, mezarını kendine kazdırıp diri diri adam gömmek, vapur kazanlarında kömür yerine canlı adam yakmak gibi zulüm ve işkencelerle bölgeyi Rumlardan tamamen temizlemişti. Bu yazılanlar aşırı abartılı da olsa Topal Osman’ın Rum çetelere karşı çok acımasız davrandığını göstermektedir. Dr. Rıza Nur, Topal Osman’a “Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma” dediğini onun da “Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum” karşılığını verdiği iddia eder. Rıza Nur’un “Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler’ demesi üzerine Topal Osman “Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim” demiştir.

Yunanlı bazı araştırmacılar, 1914-1923 arasında 300 bin Pontuslu Rum’un öldürüldüğünü öne sürer. Tabi ciddiye alınacak bir iddia değildir. Rum tarihçi Stefanos Yerasimos ise hesaplamalarının Rum kaybının 65-70 bin rakamını verdiğini söyler. Bu hesaplamalara Rusya’ya göç eden Rumları katıp katmadığını bilemiyoruz. Genelkurmay rakamlarına göre aynı dönemde Rum çeteciler tarafından öldürülen Türk sayısı 1.817 olduğuna ve Topal Osman bire karşı üç misli karşılık verdiğine göre Rum kayıplarının 5-6 bin civarında olması gerekir. Soykırım-katliam iddiacılarının rakamları 10 misli yükselterek insanlar üzerinde daha fazla etki yaratma niyetlerini bilmekteyiz. Bu abartılı rakamları Ermeni tehcirinde ve Dersim isyanında da görmekteyiz. Tehcirdeki 150 bini 1,5 milyar , Dersim’deki 9 bini 90 bin yapmışlardır. Sayı küçük de olsa, önemli olan masum insanların katledilmesi, canından-malından-evinden-yurdundan edilmesidir. Bunu yapan Rum Vasil de olsa, Türk Osman da olsa eleştirilmesi, lanetlenmesi gereken insanlık dışı bir olaydır. Tabi asıl gerçekleri ve sorumluları da ortaya koyarak. Aynı Ermeniler gibi acı bir fatura ödeyen Pontus Rumlarının uğradığı felaketin asıl suçlusu kendi içlerinden çıkan çeteler ve onları kışkırtan emperyalistlerdir. 

Katledilen Rumların Megalo idea ve Pontus milliyetçilik ideolojisinin cazibesine kapılan, karşısındakinin gücünü küçümseyen buna karşılık kendi gücünü ve emperyalistlerin desteği abartan hayalperest çete liderlerinin kurbanları olduğu açıkça ortadadır. Onların ulusalcılıkları, milliyetçiliklerini eleştirmeyenler, işgalcilere ve isyancılara karşı  savunma yapanların ulusalcılıklarını sorgulamakta iki yüzlü siyaset izlemektedirler. Bu noktada “Hırsızın hiç mi suçu yok?” sorusu gibi “Topal Osman’ın hiç mi suçu yok? Sorusu sorulabilir. 

Elbette var ama öncelikle Topal Osman’ları yaratanlara bakmak gerekir.
Tarih 29 Mayıs 1919’u gösterdiğinde Samsun Havza’da davet üzerine Mustafa Kemal’le görüşür ve ona büyük bir güven duyar. Aslında İngilizlerin isteği ve Saray’ın emri üzerine Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkınca yapacağı işler arasında Topal Osman’ı ve çetesini yakalayıp etkisiz hale getirmesi de vardır. Ama Mustafa Kemal Rum ve Ermeni çetelerine karşı verdiği mücadeleden dolayı Topal Osman’ı takdir eder. Mustafa Kemal özetle şöyle der:
“- Görüyorum ki, vatansever duygular taşımaya gençliğinde başlamışsın. Senin bugünkü yolun, o günkü açtığın çığırdan gelmektedir. Memleket kurtuluncaya kadar, içinde bir tek dış ve iç düşman kalmayıncaya kadar çarpışmak zorundayız. Sen, Karadeniz köy ve şehirlerini koruyacaksın. Çetin derme çatma bir kuvvet olmaktan çıkaracaksın. Bir alay teşkil edeceksin. Bu alayın kumandanı olacaksın. Sana genç ve atak subaylar vereceğiz. Pontusçular hangi usulleri kullanıyorsa, siz de o usulleri çekinmeden kullanın. Vatanı kurtarmakta bu son şansımızdır. Bu mücadeleyi kaybedecek olursak, tarihten siliniriz”
“- Pontus belasının temizlenmesini tamamıyla senin tecrübeli ellerine bırakıyorum.
Giresun Beldesi seni destekliyor hiç durma teşkilatını yap. Git reislik makamına otur. Şehir bir fiil senin ve adamlarının işgalinde bulunsun. Sen kaçıp dağa çekileceğine Pontuscular ve Rumlar kaçsın. Onlar bir kere kanunsuz yola adım atar göründüler mi zamanla hepsini temizleriz” der. Artık Topal Osman Mustafa Kemal’den aldığı talimatlarla hareket edecek ve daha özgüvenli olacaktır.

Nitekim Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal’e muhalif olan Trabzon ve Giresun temsilcilerinin kongredeki olumsuz tavırlarını haber almış ve onlara karşı tutumunu değiştirmişti. Bu muhaliflerin Milli Mücadele hareketini eleştirmeleri üzerine bunlara cephe almış ve şehirde barındırmamıştı.

Mart 1921’de Koçgiri ayaklanması çıkınca kendisinden yardım istenir. 47. Gönüllü alayının başında isyanın bastırılmasında tahmin edileceği gibi başroldedir. Giresunlular ve Topal Osman artık Milli Mücadelenin en güvenilir savaşçılarıdır. Kazım Karabekir, Kars için gerekli 900 kişilik askeri gücü de Topal Osman’dan sağlar. Meclis’in ve Mustafa Kemal’in de bir muhafız birliğine ihtiyacı vardır ve bu birlik de Giresunlulardan sağlanır. Ancak Karabekir, Topal Osman bölgeden uzaklaştığı takdirde Rumların yeniden azacağını bildirdiğinden ilk giden birlikte yer almayıp daha sonra Ankara’ya gelir. TBMM de muhafız kıtası bulundurma geleneği Topal Osman ve Giresunlu hemşerilerileriyle başlamış ve o günden bu yana devam etmektedir.

Topal Osman ve adamlarının en büyük başarısı Sakarya Savaşındadır. Savaşın kazanılması onların sayesinde olmuştur. Mustafa Kemal savaşın kritik sürecini şöyle anlatır:
“Sakarya Muhaberesi sıralarında, cephemizin bir tarafında gedik açan düşmanın gediği genişletmekte ve ilerlemekte olduğunu bildirdiler. Derhal yedekte bulunan kuvvetlerimizden yeterli miktarda imdat gönderilmesini ve süngü hücumu ile düşmanı eski mevzilerine tard etmelerini emrettim. Fakat aldığım cevap: “İhtiyatla kuvvetimiz kalmadı, hepsi mevzilerde çarpışıyor. Yalnız Giresunlu Topal Osman Ağa’nın askerleri vardır.” oldu. Tekrar verdiğim emirde: “Kim olursa olsun, süngü hücumu yapacaklardır.” dedim. Cevap verdiler: “Bunların süngüsü yoktur”.
Osman Ağa’nın Karadenizli gönüllüleri milli kıyafetleri ile gelmişlerdi. Süngüleri yoktu. Süngü yerine bellerinde eğri bıçaklar vardı. Hatırıma derhal o Karadeniz bıçakları geldi. Hemen: ‘Osman Ağa’nın askerleri bellerindeki bıçaklarla düşman üzerine atılıp, eski mevzilerine tard edeceklerdir’ emrini verdim.”
Eğri bıçaklarıyla düşmana saldıran bu yiğit çocuklar Yunanlıları püskürtmeye muvaffak oldular. Fakat çok büyük kayıp verdiler.

Mustafa Kemal’in bahsettiği bu muharebede 42. Alay’dan H.Avni Alpaslan Bey dahil çocuğu şehit düşmüş, sadece 84 kişi sağ kalmıştır. 47. Alay’dan ise, 285 kişi sağ kalabilmiştir.
Sakarya Meydan Muharebesinin Milis Binbaşısı olan Topal Osman Ağa Zafer’den sonra TBMM tarafından Yarbay rütbesi ve İstiklal Madalyası ile taltif edilir.

Mustafa Kemal’in Afyon ziyaretinde  “Afyonkarahisar’da ve Dumlupınar’da sizin Uşaklar da vardı!”sözleri  Giresun’luların Milli Mücadele’deki yeri ve önemini vurgular.  Giresun’un düşmanı görmeyen yegâne şehir oluşunda Topal Osman’ın ve gönüllü gerilla birliklerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

ALİ ŞÜKRÜ OLAYI



Bahriye mezunu Ali Şükrü Bey yüzbaşılığı sırasında tayin edildiği göreve itiraz edip üstlerine karşı seviyesizce konuşunca askerlikten emekli edilmiş ve siyasete atılmıştı. Oldukça geçimsiz ve inatçı bir mizaca sahipti. Meclise Trabzon mebusu olarak seçilmişti. Açılışından itibaren mecliste olumsuz muhalif tavırlarıyla dikkat çekiyordu. Gerici fikirlere sahip bir dinciydi. Said Nursi taraftarı olup kitapları kendi matbaasında basılırdı. Mustafa Kemal’e karşı her fırsatta mecliste problem çıkarıyor, meclis çalışmalarını engellemek için yandaşlarıyla birlikte yoğun çaba sarf ediyordu.  Kronik hale gelen Mustafa Kemal karşıtlığıyla kürsüde konuştuğu sırada sürekli laf atarak tartışma yaratırdı. Mecliste kavga eksik olmuyordu. Son olarak Lozan görüşmeleri hakkında ileri geri konuşuyor kanla kazanılan savaşın masada satıldığı suçlamalarında bulunuyordu.  Bu konudaki sıkı bir tartışma birbirlerinin üzerine yürümeye kadar varmıştı.
27 Mart 1923 tarihi akşamı Ali Şükrü Bey ortadan kaybolur. Ali Şükrü bey, üç günden beri eve gelmemiştir. Soruşturmuşlar, aramışlar, bulamamışlardır.
Edindikleri bilgiye göre, en son Karaoğlan çarşısında Kuyulu kahvede nargile içerken Topal Osman’nın adamlarından Muhafız Bölüğü kumandanı Mustafa Kaptan’ın yanına geldiği ve beraber kalkıp gittikleri ama başka da hiçbir haber alınmadığı yönündedir.

Dönemin başbakanı Rauf Orbay devamını şöyle anlatıyor:
“Şevket Bey’e otur dedim. Ve derhal gereken emirleri vererek aratmaya başladım. Aynı zamanda Osman Ağa’nın adamıyla kahveden gittiğinden bu ağayı da aratıyordum. Fakat Ali Şükrü Bey gibi, o da meydanda yoktu. 

Devamlı aramalar sonunda Çankaya yolundan geçen araba ekibine bağlı jandarmaların, ana yoldan ayrılan araba izlerini tarlada sürdürmeleri sırasında yeni kazılmış bir çukurda Ali Şükrü Bey’in ölüsüne rastlanır. Ölünün avucundaki, sımsıkı tutulmuş bir sandalye hasırı parçasının da Topal Osman’ın evinde bulunan kırık sandalyeye ait olduğu tespit edilince, ele sağlam bir ipucu geçirilmiş oldu. Yakalanan Osman Ağa’nın adamı Mustafa Kaptan da Ali Şükrü Bey’i kendisinin Topal Osman’ın evine götürdüğünü söyledi. Ali Şükrü Bey’i orada ayakta duran Osman Ağa’nın karşısına oturtmuşlar. Ve verdikleri kahveyi içerken birdenbire üzerine atılarak boğmuşlar. Mustafa Kaptan’ın bu itirafı ile olay tamamen aydınlanmıştı. Bu haberi akşamüzeri meclisteki odamda çalışırken getirdiler.” 

Bu ifadelerin sahibi Rauf Orbay’ın İttihatçı ve meclisteki Mustafa Kemal muhaliflerinin lideri olduğunu ve İzmir suikastı davasından 10 yıla mahkûm olduğunu belirtelim.
Elde edilen bulgular, şüphelerin Osman Ağa üzerine yoğunlaşmasına sebep olur. Atatürk Topal Osman’ı çok sevmesine rağmen, “Adalet neyi emrediyorsa gereği yapılsın” diye tavır koyunca, Topal Osman’ın adamlarından kurulu Muhafız Birliği lağvedilir. İsmail Hakkı Tekçe komutasındaki yeni muhafız birliği ile Mustafa Kemal’e karşı isyan çıktığı zannına kapılan Topal Osman’ın adamları arasında 1 Nisan’ı 2 Nisan’a bağlayan gece sabaha kadar süren bir çatışma çıkar.  Topal Osman öldürülür. Başı da gövdesinden ayrılarak alelacele gömülür. Hakkında idam kararı olduğundan ertesi gün cesedi mezardan çıkarılarak, ayaklarından asılmak suretiyle meclis önünde teşhir edilir. Daha sonra cenazesi Giresun’a gönderilir ve büyük bir cenaze merasimiyle Giresun Kalesi’nin kuzey yamacındaki Kurban Dede Türbesi’nin yanına defnedilir.

İki yıl sonra Atatürk’ün emriyle kalenin en yüksek yerine anıt mezar yaptırılarak1925 yılında na’şı buraya naklettirilir.

Ali Şükrü Bey cinayeti üzerinde soru işaretleri giderilememiş olup hala bir tartışma konusudur.
Atatürk karşıtları, Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi emrini Mustafa Kemal’in vermiş olabileceğini iddia ederler. Bu iddia, aynı Mustafa Suphi ve 14 yoldaşının katlinin Mustafa Kemal’in emriyle yapıldığı iftirası gibi dayanaktan yoksundur. Bunlara göre Atatürk sözde bir taşla iki kuş vurmuş, hem Ali Kemal belasından hem de Topal Osman yükünden kurtulmuştur. Mustafa Kemal’in yapısı bu tür tertiplere uygun olmadığı gibi, muhaliflerinden kurtulmayı da onları öldürtmek suretiyle düşünecek kadar dar kafalı değildi. Böyle bir yapıya sahip olsa bile cinayetin ortaya çıkarılması halinde Topal Osman’ı konuşmadan ortadan kaldırabilme riskini asla göze almazdı.

Topal Osman’ın Milli Mücadeledeki kahramanlıklarından dolayı herkes tarafından takdir edilmesi onu şımartmış mıydı? Acaba meclisin hesabının kendisinden sorulduğu havasında mıydı? Ali Şükrü Bey’in olumsuz muhalefeti ve meclisi karıştırması Topal Osman’ın durumdan vazife çıkarmasına mı sebep olmuştu?

Ali Şükrü Bey ne kadar olumsuz muhalefet yaparsa yapsın, ne kadar yanlış fikirlere sahip olursa olsun bu onun cezalandırılmasını hele hele öldürülmesini asla gerektirmezdi. Bu tür cinayet ve suikastlar fanatik İttihatçı kafasının ürünleri olabilirdi ancak. Ama neden ve nasıl?

Üzerinde durulması gereken asıl nokta; Ali Şükrü Bey’i gerçekten Topal Osman’ın mı öldürdüğüdür. Nitekim devletin resmi belgelerinde “Ali Şükrü Bey’i öldürdüğü zannedilen Osman Ağa…” ifadesi kullanılmaktadır. Ali Şükrü Bey’in cesedinin sanki kolayca bulunması için kolu dışarda olacak şekilde basit bir çukura gömülmüş olması ilginçtir. Avucunda sıkıca tuttuğu hasır parçaları da. Topal Osman’ın çatışma günü Mustafa Kemal’le görüşme isteğinin geri çevrilmiş olması, bunun üzerine adamlarıyla Çankaya’yı basması ama Mustafa Kemal orada olmadığı için görüşememesi de ayrı bir soru işaretidir. Çankaya’nın bir baskın olmadığı, Mustafa Kemal’e karşı bir saldırı olduğunu sandıkları için onu kurtarmak amacıyla Çankaya’ya girdikleri Topal Osman’ın adamlarından Haliloğlu Rasim tarafından aktarılır. Olay günü Mustafa Kemal’in çarşaf giyerek Çankaya’dan kaçtığı iddiası ise kanıtlanamamıştır. Kaldı ki doğru olsa bile güvenlik açısından bu yola başvurulması gayet normaldir.

Cinayetin Mustafa Kemal’e ya da Topal Osman’a karşı bir komplo olduğu iddiaları da tartışılan varsayımlar arasındadır ki cesedin kolayca bulunması bu iddiayı güçlendirmektedir. En güçlü bilgi olan Topal Osman’ın adamı olduğu iddia edilen Mustafa Kaptan’ın ifadesiydi ki acaba gerçekten Topal Osman’ın adamı mıydı? Ya da gerçekten bu ifade onun muydu? Öyleyse cinayete karışmasına rağmen neden serbest bırakılmıştı? Ayrıca Topal Osman’ın yaralı olarak yakalanmasına rağmen İsmail Hakkı Tekçe tarafından başına ateş edilerek öldürülmüş olması da normal değildir. Topal Osman’ın yaralı haldeyken Hakkı Tekçe’ye ateş ettiği, bunun üzerine Hakkı Tekçe’nin Topal Osman’ı vurduğu açıklaması ne derece doğrudur?

Ali Şükrü Bey’in cesedi incelendiğinde başında derin bir bıçak yarası varken, Topal Osman’ın cinayetin işlendiği iddia edilen odasında neden kan lekesi yoktur da kahve lekesi vardır? Kan lekesini temizlemiş olsalar, kahve lekesi de temizlenmiş olmaz mıydı?

İsmail Hakkı Tekçe’nin sıkı bir İttihatçı olması, Mustafa Suphi’lerin katili Yahya Kâhya’yı öldürtmesi, Ali Şükrü Bey’in İttihatçı düşmanı oluşu, Kahya Yahya’nın öldürülmesi meselesini mecliste soruşturmaya açtırması ve Topal Osman’ın Milli Mücadele sırasında İttihatçıların lideri Enver Paşa’nın Anadolu’ya girmesini engellemesi soru işaretlerini arttırmaktadır. İsmail Hakkı Tekçe’nin uzun yıllar sonra Yahya Kâhya’yı kendisinin öldürdüğünü itiraf etmiş olması da Ali Şükrü Bey cinayetinde dikkatleri üzerine çekmektedir.  İttihatçı çetenin en azılısı olan Ziya Hurşit de bu şüpheli grubun içindedir. Mustafa Kemal’i meclis çatısına açtığı delikten vurmayı bile planlayan Ziya Hurşit, İzmir suikastının baş aktörlerindendir ve idam edilenler arasındadır.

Keşke Topal Osman yaralı olarak yakalanmış olsaydı ve adil bir yargılama ile İsmail Hakkı, Ziya Hurşit gibi diğer şüpheliler de sorgulanarak  dava aydınlanmış olsaydı…
Belki de bir çılgın Türk’ü, Milli Mücadelenin gerçek bir kahramanını mebus katili olarak anmazdık.
Son olarak şu söylenebilir: Siyaset, kahramanları katil, yurtseverleri hain durumuna getirebilir. Yurtsever Kuvayi Milliyeci Çerkes Ethem’i hain yapan siyaset, kahraman Kuvayi Milliyeci Topal Osman’ı da katil yapmıştır.

Haber Kaynağı : Bilimsel Felsefe
Serdar Kaangil





Kaynakça:

Kutsal İsyan 2. cilt, Hasan İzzettin Dinamo

Milli Kurtuluş Tarihi 3.cilt, Doğan Avcıoğlu

Topal Osman Olayı, Cemal Şener

Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir