10 Mart 2015 Salı

Çanakkale Savaşının Sonuçları














MEHMETÇİĞİN ÇANAKKALE SAVAŞI'NI KAZANDIRAN YÜKSEK KARAKTERİ (M.K. Atatürk anlatıyor.) 


Bomba sırtı olayı ( 14 Mayıs 1915 ) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulmamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kuşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’an’ı kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse kelime-i-şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.

Mustafa Kemal






Kaynak: http://www.dersimiz.com/belirligun-324-Mehmetcigin-Canakkale-Savasini-Kazandiran-Yuksek-Karakteri.html#.VP4Sgo42d2E

 MUSTAFA KEMAL'İN YÜCE MİLLETİMİZE BAĞIŞLANDIĞI AN ( M.K. Atatürk anlatıyor)

10 Ağustos 1915. Conkbayırı'nı almak ve bütün boğaza hâkim olmak için İngilizler 20.000 kişilik bir kuvvetle günlerce kazdıkları siperlere yerleşmişler, hücum anını bekliyorlardı. Gecenin karanlığı tamamen kalkmış, tan ağarmak üzereydi. 8. Tümen komutanı ve diğer subaylarımı çağırdım. Mutlaka düşmanı mağlup edeceğimize inanıyorum. Ancak siz acele etmeyin, evvela ben ileri gideyim, size ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birlikte atılırsınız. Bu durumdan askerlerini de haberdar etmelerini istedim.

Hücum baskın tarzında olacaktı. Sakin adımlarla ve süzülerek düşmana 20 - 30 metre yaklaştım. Binlerce askerin bulunduğu Conkbayırı'nda çıt çıkmıyordu. Dudaklar sessizce bu sıcak gecede dua ediyordu. Kontrol ettim. Kırbacımı başımın üstünde kaldırıp çevirdim ve birden aşağı indirdim. Saat 04.30'da kıyametler kopmuştu. İngilizler neye uğradıklarını şaşırmıştı. Allah Allah sesleri bütün cephelerde, karanlıkta gökleri yırtıyordu. Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hâkim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi gülleleri büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu.

 Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım, elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey'den başka kimse görmemişti. Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde cebimde bulunan saat paramparça olmuştu. O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı olarak çarpıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumda, kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı. Aynı gün gece, yani 10 Ağustos günü, beni mutlak ölümden kurtaran ve parçalanan saatimi Ordu Komutanı Liman von Sanders Paşaya hatıra olarak verdim. Çok şaşırmış, heyecanlanmıştı. Kendileri de altın cep saatini bana hediye ettiler.

Bu hücumlarda İngilizler binlerce ölü bırakarak tamamen geri çekildi ve Çanakkale'nin geçilemeyeceğini iyice anlamış oldular. Mustafa Kemal

*NOT : - Liman von Sanders'in 10 Ağustos 1915 gecesi Mustafa Kemal'e hediye ettiği altın saat Anıtkabir Müzesinde bulunmaktadır. - Mustafa Kemal'in kalbinin üzerinde parçalanan saat Almanya'da Soudus aile koleksiyonundadır.

 — Yukarıdaki anı, Ruşen Eşref Ünaydın ve A.Afetinan'dan alınmıştır.


BİR ÇANAKKALE KAHRAMANI:SEYİT ONBAŞI

1889 yılının Eylül ayında Balıkesir'in Havran İlçesi Çamlık (Manastır) köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Abdurrahman, annesinin ki Emine idi. Seyit, 1909 yılının Nisan ayı başlarında askere alındı. 1912'de Balkan Savaşları'na katıldı. Savaş bitiğinde terhis edilmedi ve topçu eri olarak Çanakkale Cephesi'nde görev aldı. Çanakkale Savaşları'nda gösterdiği kahramanlıkla adını Türk tarihine yazdırdı. 18 Mart Deniz Savaşı sırasında, Rumeli Mecidiye Tabyası'nda ayakta kalabilen tek top vardı onun da mermi kaldıran vinci bozulmuştu. Seyit Onbaşı büyük bir güçle 215 Okkalık mermiyi üç kez kaldırarak namlunun ucuna sürmüş ve bu kahramanlığı ile Ocean gemisi büyük bir yara almıştı. Seyit Onbaşı 1918 sonbaharında köyüne döndü. sanatı olan ormancılık ve kömürcülüğe devam etti. 1934 tarihinde yürürlüğe konan soyadı yasasıyla "Çabuk" soyadını aldı. 1939 yılında akciğerlerindeki rahatsızlık nedeniyle vefat etti. Seyit Onbaşı
 



ÇANAKKALE SAVAŞININ SOSYO-EKONOMİK SONUÇLARI

 Anlaşma Devletleri tarafından Boğazların açılarak Rusya'ya ulaşılması halinde Rusya, dış alım-satım olanağına kavuşacağından, ekonomik dengesini kurup sıkıntıdan kurtulacak, İngiltere-Fransa da Rusya ve Romanya'nın zengin buğday ürünlerinden yararlanıp, gerek silahlı kuvvetlerinin, gerekse halkının yiyecek gereksinimlerini sağlamış olacaklardı ki, bu gerçekleşememiştir.

Keza Boğazlar açılabilseydi, Tuna yolu da yeniden trafiğe açılıp Karadeniz'deki 120 parça ticaret gemisinden yararlanma olanağı elde edilecekti. Hâlbuki Çanakkale Zaferi, yalnız Rusya ile İngiltere, Fransa'nın değil, bunların aynı zamanda diğer Batılı devletlerle olan karşılıklı ticari ve ekonomik ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiş, ne İngiltere, Fransa müttefiki Rusya'ya ihtiyacı olan silah ve cephaneyi ulaştırabilmiş, ne de Rusya Batılıların ihtiyacı olan buğdayını Akdeniz'e aktarabilmişti.

 Birinci Dünya Savaşı başında Boğazların kapatılıp, bu savaş sonuna kadar açılamaması, kuşkusuz uluslararası ticari ilişkileri de olumsuz yönde etkilemişti. Nitekim Karadeniz'de; İngiltere, Rusya, Fransa, Belçika ve İtalya'nın toplam 85; Yunanistan, Romanya, Danimarka, İsveç ve Hollanda'nın toplam 27; Almanya, Avusturya-Macaristan'ın toplam 17 olmak üzere, genel toplamı l29'u ve toplam tonajı 350.000'i bulan ticaret gemisi mahsur kalmıştı.
 Yukarıdaki açıklamaların ışığı altında kısaca denebilir ki, Çanakkale'de Türk Zaferi, iki yıl uzayan savaş boyunca Doğulu ve Batılı müttefik devletlerin (Rusya-İngiltere-Fransa) ekonomilerinde sıkıntılar yaratmıştır. Bu durum, özellikle Rusya'yı bunalıma sürüklemiş ve sonunda rejim değişikliğine (komünizme) kadar gidebilmiş ve böylece de Rusya'nın savaş dışı kalmasına yol açmıştır.

Zaferin, yukarıdaki ticari ve ekonomik etkinliklerinin yanında, Türk ulusu açısından sosyal alanda da etkileri görülmüştür. Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde toplam 211.000 insan zayiatı veren Türk ulusu, bu arada binlerce okumuş ve aydınını da kaybetmişti. Kesin olmayan tahmini rakamlara göre, 100.000'den fazla öğretmen Mülkiyeli, Tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildiği sanılmaktadır. Böylece o günün koşullarında ülkenin beyin takımını oluşturan küçümsenemeyecek bir sayıya ulaşan bu kayıpların, olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, bu savaşı izleyen Türk İstiklal Savaşı'nda da fazlasıyla hissedilmiştir. Nitekim 1923'te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk'ün başlattığı inkılaplar ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekilmiştir

Kaynak: http://www.dersimiz.com/belirligun-485-Canakkale-Savasinin-Sosyo-Ekonomik-Sonuclari.html#.VP4R6Y42d2E

ÇANAKKALESAVAŞININ SİYASİ SONUÇLARI


Birleşik Filo'nun ağır yenilgiye uğrayıp Boğaz'ı geçemeyişi, İngiltere ve Fransa'nın, siyasi ve askeri saygınlığını bir hayli sarsmış, özellikle İngiltere'nin denizlerdeki tartışılmaz üstünlüğü imajını ortadan kaldırmıştı. Bu durum, adı geçen devletlerin sömürgelerinde bağımsızlık ve özgürlük akımlarının doğuşuna ve dolayısıyla dünya siyasi haritasını değiştiren bazı gelişmelere yol açmıştır.

 Keza Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonu deniz aşırı ülke askerlerinin, sırf İngiliz çıkarları uğruna Çanakkale'de Türklere karsı muharebeye zorlanıp, yabancı topraklarda hayatlarını yitirirken, kafalarında yer alan bir takım sorular (niçin ve kimin için dövüştükleri gibi), cepheden ailelerine gönderdikleri mektupların zamanla açıklanmasında anlaşılmaktaydı. Bu da, onlarda gitgide ulusal bilincin kıvılcımlarını oluşturmakta gecikmedi. Nitekim 9 Eylül 1922'de Yunanlılar İzmir'de denize döküldükten sonra, muzaffer Türk ordularının Boğazlar bölgesine yönelip yaklaşmaları üzerine, Churchill'in dominyonlardan yeniden yardım istediği, Avusturalya Başbakanının, "Tek bir askerin hayatına tehlikeye koymayacağını ve savaşa karar verilirse, dominyondan iş birliği istenmemesi gerektiğini" belirten anlamlı bir yanıtıyla karşılaşmıştı.

Çanakkale Muharebelerinin diğer ilginç bir yanı da, iki hasım ordunun dövüşken askerleri arasında yakınlaşmanın getirdiği dostluğun, zamanla artmış olmasıdır. Gerçekten Anzak asker ve komutanları, Çanakkale'de yiğitçe dövüşen Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleyerek, onların kendilerine tanıtıldığı gibi barbar bir ulusun çocukları olmadığını görüp anlamak fırsatını bulmuşlardı. İşte bu durum, ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri de olumlu yönde etkilemiş ve savaş sonrasında, Avustralya ve Yeni Zelanda ile anlamlı dostlukların oluşmasının başlıca nedeni olmuştur.

Çanakkale Muharebelerinin bir başka ilginç tarafı da Orta Doğu'da bu günkü İsrail Devleti'nin kurulmasında etken bir rol almış olduğudur. Nitekim Siyonist liderlerinden Vladimir Eugeueniç, Gelibolu'daki "Gönüllü Yahudi Birliğinin Hikâyesi" adlı eserinde, konuyu açıkça şöyle dile getirmektedir "Gelibolu'ya yolladığımız 600 kadar gönüllü Yahudi askerlerinin savaşlar sırasında gösterdiği üstün çaba ve başarı, davamızın dünyaya tanıtılması ve dikkate alınması bakımından çok yararlı olmuştur." Gerçekten Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişken, 2 Kasım 1917'de benimsenen "Balfour Bildirisi", bu günkü İsrail'in kurulmasında etken olması açısından önemli bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir. Çanakkale Zaferi'nin daha ilginç ve anlamlı bir sonucu da, doğunun büyük bir imparatorluğunu oluşturan koskoca Çarlık Rusya’sının yıkılmasıyla kalmamış, ülkesinde güneş batmayan Batılı büyük devlet olan Büyük Britanya İmparatorluğu'nda da ilk yarayı açmaya yetmiş olmasıydı. Böylece emperyalizm tam çökmüş olmasa bile, bir hayli sarsılmıştır.


8 Mart 2015 Pazar

KURTULUŞ SAVAŞI’NIN KAHRAMAN KADINLARI





Türk kadını gerek cephede, gerekse cephe gerisinde hizmet vermiştir

Dünyada hiçbir milletin kadını ‘Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar himmet gösterdim’ diyemez. Mustafa Kemal Atatürk

Son haftasına girdiğimiz Mart ayının 8’inci günü, Dünya Kadınlar Günü ya da Dünya Emekçi Kadınlar Günü adı altında ülkemizde de kutlandı. Nedir bu kadınlar günü? Kısaca hatırlatalım. 8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000’i aşkın kişi katıldı. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Internationaler Frauentag” (International Women’s Day- ünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de anmaya başlanmasıyla daha güçlü bir şekilde gündeme geldi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını kabul etti. Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlandı. Türk kadını İstiklâl Savaşı sırasında gerek cephede, gerekse cephe gerisinde tüm gücü ile hizmet vermiştir. Cephede erkekle omuz omuza düşmana karşı savaşırken cephe gerisinde de çeşitli faaliyetleri ile savaşa destek vermiştir. Bu faaliyetlere katılan kahraman kadınlarımız aynı zamanda öğretmenlik gibi bazı meslek dallarında da kendilerini kanıtlamışlardır.Atatürk Türk kadınının bütün bu fedakârlık ve hizmetlerini takdir etmiş ve Cumhuriyetin ilânından itibaren Cumhuriyet öncesi plânladığı ve değişik verilerle ifade ettiği gibi kadının sosyal, ekonomik ve siyasal konumunu iyileştirici uygulamalarına başlamıştır.



Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923’lerde yaptığı bir konuşmasında Anadolu kadınına verdiği büyük değere şahit oluyoruz: “Belki erkeklerimiz memleketi ele geçiren düşmana karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında bulundular. Fakat erkeklerimizin meydana getirdiği ordunun yaşam kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Yurdun varoluş nedenlerini hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olacaktır. Kimse inkar edemez ki bu savaşta ve ondan önceki savaşlarda ulusun yaşam yeteneğini tutan hep kadınlarımızdır.

Çift süren, tarlayı eken, ormandan odun kesip getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla birlikte,sırtlarıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephanenin savaş gereçlerini taşıyan hep onlar, hep o yüce, o esirgemez, o tanrısal Anadolu kadınları olmuştur.”Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra Türk Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında Mehmetçikler, subaylar kadar emeği geçen, çeşitli kaynaklarda yaptığımız araştırma sonucu isimlerini tespit edebildiğimiz kadınlarımızı tanımamızda fayda görüyoruz.


Kurtuluş Savaşı’nın kadınları Mustafa Kemal’in Kağnısı’nı yolda bırakmadı

Yazı dizimize başlamadan önce, Kurtuluş Savaşımızdaki kadınlarımızı en iyi anlatan şiirler arasında yer alan, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Mustafa Kemal’in Kağnısı” adlı şiirini sunmak istiyoruz.



MUSTAFA KEMAL’İN KAĞNISI

Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar, inliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.
Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif,
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar,
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı,
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra,
Gecenin ulu ağırlığına karşı,
Hafifletir, inceden inceden.
İriydi Elif, kuvvetliydi kağnı başında
Elma elmaydı yanakları üzüm üzümdü gözleri,
Kınalı ellerinden rüzgâr geçerdi, daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına.
Alını yeşilini kapmıştı, geçirmişti,
Niceden, niceden.
Durdu birdenbire Kocabaş, ova bayır durdu,
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok.
Dahha dedi, gitmez,
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacır gucur
Nasıl dururdu Mustafa Kemal’in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden
Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin,
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerinden ses seda uzaklaşır,
Düşerim gerilere, iyceden iyceden.
Kocabaş yığıldı çamura,
Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar,
Örtüldü gözleri örtüldü hep.
Kalır mı Mustafa Kemal’in kağnısı, bacım,
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden.


Türk kadını hem cephede savaştı hem de cephe gerisinde yara sardı



Kurtuluş Savaşı sırasında kadınlarımız, Millî Mücadele’ye erkek kadar hizmet etmiş, en zor şartlara katlanmış, cephede erkekle omuz omuza düşmana karşı savaşmış, zaman zaman düşmana esir düşüp işkenceye maruz kalmış ama herşeye rağmen mücadelesine sonuna kadar devam etmiştir.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya çıkarak başlattığı kurtuluş hareketi içinde yer alan binlerce kadın, Cumhuriyetin temelinde en büyük pay sahipleri oldu.

İşgal altındaki Anadolu’da başlatılan Milli Mücadele’de, binlerce kadın cephe gerisinde büyük bir çaba harcarken, çok sayıda kadın da silahlı mücadeleye katılarak, Dünyaya örnek olacak kahramanlıklar gösterdi.

Milli Mücadele’ye halkın katılımını sağlamak için düzenlenen mitinglere katılıp ateşli konuşmalar yapan Halide Edip Adıvarların çabaları, mücadeleye katılıma büyük katkı sağladı. Milli Mücadele’ye hazırlık günlerinde kadınlar tarafından kurulan “Asri Kadınlar Cemiyeti” ile Milli Mücadele günlerinde Sivas’ta kurulan “Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti” unutulmayanlar arasında yer aldı. (Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi’nde Prof. Dr. Tülin İçli, Türk kurtuluş savaşında kadınların rolünü şöyle anlatmaktadır...

Türk kadınlarının bir kısmı cephede cesaretle savaşırken, cephe gerisinde olanlar da boş durmamış, kocaları, oğulları cephede savaşırken onlar da bilinçli bir şekilde çeşitli faaliyetleri ile Millî Mücadele’ye aktif olarak katılmışlar, savaş yaralarını sarmışlardır.

Cepheye sırtında, kağnısında cephane taşıyanlar yanında, askere yiyecek, giyecek hazırlamayı da severek kendisine vazife edinenler gene Türk kadınları olmuştur. Ankara Ulus Meydanı’nda omuzunda mermi taşıyan Türk kadını heykeli gelecek nesillere Türk kadınının Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetini, neler yapabileceğini kanıtlayan bir simgedir. Millî Mücadele yıllarında kadının faaliyetlerini gösteren bir başka önemli olay Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından 1919’da kurulan “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti”dir. Bu cemiyetin kısa sürede Burdur, Yozgat, Konya, Pınarhisar, Kayseri, Amasya, Erzincan, Niğde, Maraş Erzincan, Kastamonu, Eskişehir, Viranşehir ve Aydın’da merkeze bağlı birçok şubeleri açılmıştır. Bu cemiyet padişaha, İstanbul hükümetine, bazı kuruluşlara ve yabancı devlet temsilciliklerine yazılar, telgraflar göndererek bazı haksızlıkların düzeltilmesini istemiş, zaman zaman İtilâf Devletleri temsilcilerine gönderdiği telgraflarla onların tutumlarını protesto etmiş, bazı İstanbul gazetelerinde yayınlanan zararlı yazılara son verilmesi için Osmanlı Matbuat Cemiyeti’ne telgraf göndermiştir. Ayrıca cemiyet kanalıyla toplanan paralarla orduya ve felakete uğrayan bölgelere yardım edilmiştir. Böylece cemiyetin merkez ve şubeleri birbirleriyle yakın ilişki içinde organize ve bilinçli olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir.


Türk kadınını “ikinci sınıf insan” konumundan kurtarmak istedi

Örneğin, cemiyetin İzmir’in Yunanistan’a katılması hazırlıklarını protesto etmek üzere İtilaf Devletleri’ne ve Amerika temsilcilerine çektiği 17 Ocak 1920 tarihli telgraf şu şekildeydi: “İzmir’in Yunanistan’a ilhakı maksadıyla istihbaratta bulunulduğunu işittik... İzmir tarihen ve ırken Türk olduğu gibi bugünde yarın da Türk olacaktır. Söz namustur. Biz Türkler öyle biliyoruz- İşte bu iman ile devletlerinizin, milletlerinizin sözlerine itimat ederek terk-i silâh eyledik. Ahd üzerine terk-i silâh eyleyen masum bir milletin boğazlanması canavarlıktır.... Günden güne artmakta olan bu zulümler, bu haksızlıklar karşısında değil erkeklerimiz biz kadınlar bile inkıyat ve tahammül göstermeyeceğiz...” Atatürk, Türk kadınının bütün bu fedakârlık ve hizmetlerini çok takdir etmiş ve Türk kadınına ne kadar değer verdiğini her vesile ile tekrarlamıştır. Kadın cephede ve cephe gerisinde organize, bilinçli ve başarılı faaliyetleri ile Atatürk’ün dikkatini çekmiş ve erkekle omuz omuza verdiği mücadeleyle zaten erkekle eşitliği elde etmiştir.

Meşrutiyet döneminin bütün düşünce akımlarını ilgiyle izleyen, ülkesinin sorunlarını yakından inceleyerek bunlar üzerinde düşünen Atatürk, Türk kadınını “ikinci sınıf insan” konumundan kurtarmanın zorunlu olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Atatürk, 1916’da Doğu Cephesi kumandanıyken çevresindeki kişilerle sohbet sırasında kadınla ilgili sorunları tartışıyor, kadınların iyi yetiştirilmesinin topluma sağlayacağı yararları, çalışma yaşamında kadına da yer verilmesi gibi hususları vurguluyordu. 1918’de Karlsbad’da tuttuğu notlardan anlaşıldığı gibi sosyal yaşamdaki inkılâpları gerçekleştirmeyi daha o tarihlerde düşünmüştür.

Atatürk, Cumhuriyet’in ilânından dokuz ay önce kadın hukukunda inkılâp ihtiyacı konusundaki düşüncelerini şu sözleri ile açıklamıştır:

“Bir toplum cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri edinmesiyle yetinirse o toplum yarıdan fazla kuvvetsizlik içinde kalır.”

“Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır.”

“Yaşamak demek faaliyet demektir. Bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur. Bizim toplumumuz için ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri lâzımdır. Malûmdur ki, her safhada olduğu gibi sosyal hayatta dahi iş bölümü vardır. Bu günün gereklerinden biri kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir.”


1923’de Konya’da konuşurken de Atatürk Türk kadını ile ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir:


Kadın erkeklerden daha çok aydın daha fazla bilgili olmaya mecburdur

“Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını gibi emek verdim diyemez. Belki erkeklerimiz memleketi istila edenlere karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında hazır bulundular. Fakat erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir...

Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber sırlıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin harp malzemesini taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahî Anadolu kadınları olmuştur. Bundan ötürü hepimiz, bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim.”


Atatürk’e göre, son yıllardan önce de milletimiz yenileşmeye teşebbüs etmiştir. Fakat gerçek yararlar görülmemiştir. Bunun nedeni ise “esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır”. Çünkü bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Kadın ailenin temelidir. Aile içinde gerek çocukların yetiştirilmesinde, gerekse kültür unsurlarının nesilden nesile geçirilmesinde köprü vazifesi görür. Bu nedenle sadece çocuğun topluma hazırlanmasında değil, ailede sağlıklı bir iletişim ortamının kurulmasında da önemli rol oynayan kadınlar Atatürk’ün ifadesiyle: “...hatta erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar.” Bunun için de Atatürk, kadınların her alanda erkeklerle eşit sosyal, siyasal ve hukuksal haklara sahip olmaları konusundaki tedbirleri almıştır. Kadınların sosyal ve siyasal hakları elde etmeleri de aşamalı bir şekilde gerçekleşmiştir: 1924’de Tevhid-i Tedrisat kanunu kabul edilmiştir. Siyasal ve sosyal yaşamda bilimin ve aklın önderliğine inanan Atatürk, eğitimin önemini vurgularken, toplumun bütün fertlerinin kadını, erkeği, çocuğu, köylüsü ve işçisiyle eğitilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Çünkü toplumun her bir parçasının ayrı bir fonksiyonu olduğuna, bu fonksiyonların mükemmel bir şekilde yerine getirilmesi ile sosyal bütünleşmenin ve kalkınmanın mümkün olacağına inanıyordu. Atatürk’ün kadın konusundaki uygulamalarının en önemlilerinden biri olan Medeni Kanun 4 Nisan 1926’da kabul edilerek yürürlüğe girdi. Böylece erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanarak bu yolla aile içi ilişkilere düzen ve huzur kazandırılması amaçlanıyordu.

Ayrıca, kadın evlenme ve miras hukukunda erkekle eşit hale getiriliyor ve dini nikah yerine medenî nikâh şart koşularak evlilik yaşamı süresince olduğu gibi, sonrasında da kadın ekonomik ve hukuksal yönden güvence altına alınıyordu.


Türk kadınının ülke kalkınmasına aktif olarak katılmasını istiyordu

Daha sonra, 3 Nisan 1930’da belediye seçimlerine katılmak için yalnızca Türk olma şart koşulmuş ve kadın mahallî seçimlere erkekle eşit haklara sahip olarak katılmıştır. 26 Ekim 1933’de çıkan Köy Kanunu ile muhtar, 5 Aralık 1934’de de milletvekili seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

Görülüyor ki, Atatürk’ün kadınla ilgili bütün uygulamaları Kurtuluş Savaşı’nda gerek cephede, gerekse cephe gerisinde ülkesini savunmak için elinden geleni yapmış fedakâr, kahraman Türk kadınına verdiği önemin, onun yeni Türkiye’nin kalkınmasında da çok yararlı olacağı hususuna olan inancının kanıtıdır.

Bu nedenledir ki, kadının sadece ev hizmetlerinde değil, her meslekte ülke kalkınmasına, sosyal, siyasal ve ekonomik yaşama aktif olarak katılması konusunda bütün tedbirleri almıştır. Türk kadınına düşen bu hakları görev bilip onlara sahip çıkmaktır. Mustafa Kemal Atatürk, yol haritasını çizerken Türk kadınını bu yolun koruyucusu ve ortağı olarak gösteriyordu.

“Daha selâmetle, daha dürüst olarak yürüyeceğimiz yol vardır. Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak, hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmî, ahlakî, içtimaî iktisadî hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak yoludur.”

Türk kadını cepheye mermi taşıdı

Tarih boyunca Türk kadını, hayatın her safhasında erkeğin yanında yer alarak sorumlulukları paylaşmıştır. Kurtuluş Savaşında vermiş olduğu büyük mücadelede erkeği ile omuz omuza cephedeki yerini almış, düşmana karşı silâhı ile savaşarak, cepheye mermi taşıyarak, yaralı askerleri tedavi ederek, silâh ve giyecek imal ederek, vatanın kurtuluşunda ve bu günlere ulaşmamızda hak sahibi olmuştur.
İşte o Türk kadını kapanan köyünün yolunu açmaya gelen ekipleri doyurdu, sıcak ekmeğini paylaştı.

Çanakkale’de keskin nişancı Türk kadınlarının kahramanlıkları Avustralya arşivlerinden çıktı

Kahramanlık destanının yazıldığı Çanakkale Savaşları’nda da Türk kadın savaşçılar Gelibolu Yarımadası’nın her karış toprağında yatan Mehmetçiklerin yanında göğüs göğüse çarpıştı.

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Öğretim Üyesi Prof. Dr. A. Mete Tunçoku, yaptığı açıklamada, daha önce inceleme fırsatı bulduğu Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde bu konuyla ilgili pek çok belgeyle karşılaştığını söyledi. Özellikle o dönemde askerlerin “Keskin nişancı Türk kadınları”, “Türk kadın savaşçıları” konularını anlatan mektup ve günlükleriyle karşılaştığını anlatan Tunçoku, Avustralya Piyade Er J. C. Davies’in annesine yazdığı şu mektupta kahraman Türk kadın savaşçılarından bahsedildiğini anlattı:


Pusuda ateş eden keskin nişancı Türk kadın savaşçıları düşmanı bunaltıyordu

“Benim de vurulduğum 18 Mayıs 1915 günü keskin nişancı bir Türk kızı, pusuda çarpışıyordu. Gizlendiği yerden gün boyunca ateş etti ve çok sayıda adamımızı vurdu. Ancak gün batmadan bir Avustralyalı tarafından vurulmasına gene de üzüldüm. Güzel, yapılı ve tahminen 19-21 yaşlarında bir genç kızdı.

Ölü ele geçirdiğimizde, yanında başka bir Türk’ün ölüsünü de bulduk. Genç kızın bedeninde tam 52 kurşun yarası vardı.”


Prof. Dr. Tunçoku, Mısır’da yayınlanan “The Egyptian Gazette” adlı gazetede yer alan ve bir askerin İskenderiye’den ailesine yazdığı mektubunda, Türk kadın savaşçılardan şöyle bahsedildiğini söyledi:

“15 Ağustos 1915 pazar günü savaşa katıldık ve büyük bir tepeyi ele geçirme görevi aldık. Bu arada çok can kaybı verdik. Şarapnel parçaları, makineli tüfek mermileri yanı sıra, pusuda ateş eden keskin nişancı Türk kadın savaşçıların ateşi altında adeta cehennemde ilerlemek gibi bir şeydi bizimkisi. Burada çarpışanların çoğu kadın ve kız. Kendilerini yeşile boyayıp, ağaç ve bodur bitkilerle uyum sağlamış.”

Yeni Zelanda’dan savaşmak için gelen Otago Birliği’ne mensup bir askerin de savaştan sonra ülkesine döndüğünde, kendisiyle yapılan ses kayıtlı görüşme sırasında, “Bir keskin nişancı Türk savaşçısını yakalamak için operasyon düzenlediklerini, bu nişancıyı ele geçirdiklerinde şaşırıp, kadın olduğunu gördüğünü” söylediğini ifade eden Tunçoku, tüm bu örneklerin Çanakkale Savaşları’nda bazı kadın savaşçıların da rol aldığını, bunun bireysel bir kaç olaydan çok örgütlü bir eylem olduğu kanısına varıldığını kaydetti.

Kaynak: İnternet

7 Mart 2015 Cumartesi

Tecavüz Ettim, Katlettim ve Devam Edeceğim, Çünkü Benim Sırtım Kalın




Vildan Sevil

        


Tecavüz Ettim, Katlettim ve Devam Edeceğim… Çünkü Benim Sırtım Kalın

“Adalet Bakanlığının verilerine göre 2002-2009 yılları arasında öldürülen kadın sayısı yüzde 1400 artış gösterdi” dediler. “Hadi canım sen de… Eskiden de vardı ama duyulmuyordu” dediler, sustum.
Yıllarca “Türban da türban, başörtülü mağdur bacılarımız” diye iki gözü iki çeşme yaygara kopardılar. “İnanç özgürlüğü” dedim, hatta destek bile verdim.

Doğuracağım çocuk sayısına, kürtaj hakkıma, doğum biçimime, giyimime kuşanıma, yürümeme, oturmama kalkmama karar verdiler, sustum.
Kahkaha atmamı iffetsizlik saydılar, sesim çıkmadı.
Kadına şiddet abartılıyor, ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmam” dedi bir büyüğümüz, aldırmadım.

Devletin yakın himayesindeki Furkan Vakfı yöneticisi “Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder. İslam gerçeği konuşuyor” ifadelerini kullandı. “Yuh artık!” deyip geçiştirdim.
Diyanet Başkanlığı, Nişanlıların flört etmeleri, dost hayatı yaşamaları, dedikoduya mahal verecek şekilde baş başa kalmaları, öpüşmeleri, el ele tutuşmaları ve benzeri İslam’ın onaylamadığı davranışlardan uzak durmaları gerekir" diye fetva verdi. Camilere, havı hoca toplantılarına koşup bu ve benzeri nice fetvanın, hutbenin, vaazın döküldüğü ağızların karşısında ellerimi kavuşturup saf tutttum. Ağız birliği edip  “İslam böyle emrediyor” dedim.

“6 yaşındaki çocukla evlenilebilir” ya da “ Kendi kızımı bile kucağıma alıp sevemem” bile dediler.
IŞİD ilk önce kadınları hedef aldı. Tecavüz etti, katletti. Küçücük kızları köle pazarlarında sattı. Aklımın almadığı fetvalar ve böylesi vahşet karşısında bu durumlarda hep yaptığım gibi “Gerçek İslam bu değil, bunlarınki yobazlık” deyip geçiştirdim. Gerçek İslamın sesi soluğu çıkmadı bir türlü. Ben de sustum.
Karma eğitimi sonlandırıp kızlarla erkekleri ayırmaya başladılar. Toplu taşıma araçlarını, gişeleri bile ayırmaya başladılar. Din ve ahlak derslerinde kadınları küçük düşürmeye, aşağılamaya, itaate zorladılar devam ettiler, boyun eğdim.

Hangi birini sayayım Özgecan, hangi birini?...
Kadın eve kapatılması gereken, cinsel bir nesne oldu iyice. Okul, eğitim, çalışma hayatı gereksiz artık onun için. İtaatkâr, şimdi daha çok “Kafasına vur, lokmasını al” bir varlık o. Hatta pekçok kadının da rızasıyla...

İlkellikle, köhnemiş değer yargılarıyla, şiddetle yoğrulmuş ERKEK kişiliğinin önünde kadın daha yalnız, daha korunmasız bırakılmalıydı ki erkek zevkinin ve gücünün tadını çıkarsın, sömürü sistemi tıkır tıkır işlesin. Sistemin kiri örtülsün. İki cins arasındaki ilişki vajina-penise indirgensin. Böylece egemenlere karşı koyacak güç iyice bölünsün, parçalansın, insanlar kolayca yönetilsin, güdülsün.
İşte ben sustukça Özgecan, işte ben böyle boyun eğdikçe...

Son 12 yılda kadın, erkek, kız çocuğu demeden, tecavüzler arttıkça arttı...  Cinayetler arttıkça arttı.
Faillerin içinde devlet memurları, güvenlik güçleri, iktidar partisinden yöneticiler, kocalar, sevgililer, abiler, babalar, yazar diye gazete köşesi işgal edenler... Kimler yoktu ki?...
Çoğu, hafifletici nedenler bulunarak salınıverildi ya da lütfen birazcık cezayla kurtuldular. O hafifletici nedenler, ölenin kadın olmasındandı. Ya rızası vardı... Ya o saatte sokakta ne işi vardı... Ya itaatsizlik etmişti... Ya kuyruk sallamıştı... Ya dekolte giyinmişti... Yani kadın, kadın olduğu için zaten suçluydu ve tecavüzcü, katil TAHRİK olmuştu. Hiç punduna getiremeseler, sanıkların suçları, duruşmadaki iyi halinden ötürü azalıyordu.

Böylesine güç alınca katiller “Tecavüz Ettim, Katlettim ve Devam Edeceğim… Çünkü Benim Sırtım Kalın” deyip en ilkel biçimiyle şahlanmaz mı, kadına ön yargılarla şartlandırılmış, eğitimsiz, dizginsiz cinsel dürtüler? Çoğalmaz mı bu yaratıklar?

Azmettiricileri, din ahlak adı altında ilkel töreleri, geri anlayışları besleyen devlet politikaları, devlet gücü olunca kim tutar tecavüzcüleri  Özgecan? Kim tutar onları? Engellersek biz engelleyeceğiz isyanımızla ama korkumuzdan bir kolayını bulup biz de susuyoruz Özgecan, susuyorum.
Biber gazından, coptan, dayaktan, polis kurşunundan korkup susuyoruz Özgecan, susuyorum.
“Tecavüz dünyanın her yerinde var” diyorlar Özgecan. Dünyanın her yerinde varmış.
Ama dünyanın  hangi ülkelerinde devletler, hangi rejimler tecavüzleri, tecavüzcüleri böylesine hoşgörüyor, koruyor?... Sormuyoruz, sormuyorum.

Susuyoruz, susuyorum Özgecan. Biz böyle değildik. Her türlü pisliğe böylesine boyun eğmezdik. Aklımıza, vicdanımıza da tecavüz ettiler. Aklımızı, vicdanımızı da katlettiler Özgecan. Sustum, sustuk.
Sakın beni bağışlama Özgecan.
Ben de bir tecavüzcüyüm, bir katilim!

.Kökü kazınacak yerde, devlet eliyle beslenen, büyütülen cinsiyetçi, kadını iten, aşağılayan, cinsel nesne olarak gören politikalardan, eğitimden  vazgeçilene kadar
. Kadına, çocuğa  şiddete yönelik cezalar çağdaş anlayışla en üst düzeye yükseltilene kadar
. İnfaz yasasındaki indirim, iyi hal gibi cezayı azaltıcı yasa maddelerinin bu suçlarda uygulanmasını engelleyen yasal düzenlemeler yapılıncaya kadar
.Çağdaş ve adil bir yönetimi, güvenlik güçlerini, yargıyı oluşturana kadar
.Bu suçları besleyen kültürü, politikaları, uygulamaları örtmeye, yeni siyasal rantlar elde etmeye yönelik hadım etme, idam cezası gibi gözbağacılığa izin vermeyince kadar
. Yani Özgecan... Aklımızın ve vicdanımızın sesi yeniden çıkana kadar... Kendimize, çocuklarımıza sahip çıkana kadar

SAKIN BENİ, BİZİ BAĞIŞLAMA ÖZGECAN!
SAKIN BAĞIŞLAMAYIN ÖZGECANLAR!
KADIN ERKEK HEPİMİZ TECAVÜZCÜYÜZ, KATİLİZ ÇÜNKÜ!
16.02.2015
Vildan Sevil