16 Nisan 2015 Perşembe

EMPERYALİZM AÇLIĞI BİR SİLAH OLARAK NASIL KULLANIYOR?


“Eğer petrolü kontrol edersen bütün bölgeleri ve kıtaları,
gıdayı kontrol edersen bütün insanları kontrol edersin.”
Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger

Cihan Dura


Dünyada bir Emperyalizm olgusu var, 500 yıldır devam ediyor, daha da devam edecek…, öyle görünüyor. Bu meşum olgu; ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez ülkelerinin dünyada, Çevre ülkeleri üzerinde pazar ve doğal kaynak kullanma üstünlüğü ile kendini gösteriyor. Batı (ABD ve AB) ele geçirdiği bu üstünlüğü kaybetmemek, Çevre ülkelerinin, sömürü alanları olarak kalmalarını sağlamak, kendilerine rakip birer güç haline gelmelerini önlemek için cansiperane bir gayret içinde… Bu amaçla türlü silahlar geliştirdiler, kullanıyorlar: Bunlardan ekonomik nitelikte olanlar vardır ki ilki serbest ticarettir. İkinci silah, hedef alınan devletleri borçlandırmaktır. Üçüncüsü özelleştirmedir. Merkez’in, Çevre ülkelerine karşı kullandığı dördüncü silah yabancı sermayedir. Beşincisi hedef ülkeye toprak sattırmaktır. Bunların dışında Merkez’in kullandığı başka silahlar da vardır: “Kirli bilim” gibi, “demokratik” rejim dayatması, hedef ülkelerin halkını parçalamak, birbirine kırdırmak gibi… 
Bir diğer ekonomik silah da gıda maddelerinin kontrolüdür.
Bu silahla, sanayileşmesi engellenen ülkeler “açlık”la terbiye ediliyor, istenen yöne sürüklenebiliyor. Okuduğunuz yazının konusu bu sonuncusudur. Emperyalist ülkelerin açlık olgusunu, Çevre ülkelerine karşı bir silah olarak nasıl kullandıklarını genel hatlarıyla incelemektir[i].
I) İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ TEORİSİ
A) Amerikalı psikolog Abraham H. Maslow’un (1908-1970) “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi”ne göre, insan davranışlarını yönlendiren baş etken, insan ihtiyaçlarıdır. İnsan ihtiyaçları üst üste beş basamak halinde sıralanabilir. En temelden yukarıya doğru bir hiyerarşi söz konusu olup bunun anlamı şudur: İnsanlar yüksek düzeyli ihtiyaçları ortaya çıkmadan önce alt düzeyde bulunan ihtiyaçlarını tatmin etmek zorundadır. İnsanın belli bir andaki davranışını “motive” eden, güdüleyen, yani insanı harekete geçiren ihtiyaç; o anda duymakta olduğu, etkisi altında bulunduğu, tatmin edilmeyi bekleyen ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç giderilmedikçe, birey daha üst düzeyde olan ihtiyacına ilgisiz kalır, aklına bile getirmez onu. Biraz kabaca ama, şu atasözümüz çok iyi anlatır bu teorinin ana fikrini: Aç ayı oynamaz (İnsanın gülüp oynama ihtiyacını karşılamak için, önce beslenme ihtiyacını karşılamış olması, yani karnının doymuş olması lazım).
Maslow’a göre insanın, en alttan (en temel, en yaşamsal olandan) en yükseğe doğru beş ihtiyaç düzeyi (basamağı) şunlardır:
-Fizyolojik ihtiyaçlar (Beslenme, cinsellik, giyim, dinlenme, barınma-konut, ,…)
-Güvenlik ihtiyacı (Fizikî güvenlik, sağlık, tasarruf, düzen ve istikrar, gelecek garantisi,…)
-Bağlanma ihtiyacı (Sevme-sevilme, arkadaşlık, ilgi görme, bir gruba üyelik, bağlanma,…)
-Benliğe yönelik ihtiyaçlar (Kendi kendini sayma, başkaları tarafından sayılma, güçlülük, takdir görme, başarı, prestij, ün,…)
-Kendini gerçekleştirme ihtiyacı (kendi kendine yeterlik, özündeki potansiyeli eyleme dönüştürme, yaratıcı gücünü ortaya koyma, büyük işler yapma).
Bu teoriden çıkarabileceğimiz ana sonuç şudur: İnsan önce fizyolojik ihtiyaçlarını, güvenlik ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelir. İnsanın her şeyden önce karnı doyurulmalı, sırtı pek olmalı, güvenli bir yerde barınmalı, sağlıklı olmalı, geleceğe güvenle bakmalıdır. Eğer insan açsa, çıplaksa, barınacağı bir konutu yoksa, sağlıksızsa, geleceğini karanlık görüyorsa; ilgi görme, başarı, prestij, özgür olma, büyük işler yapma gibi ihtiyaçları güçlü bir şekilde kendini göstermez, belki ortaya bile çıkmaz. Birey bunların bilincine ve tatmini arayışına ihtiyaçlar hiyerarşisinin üst basamaklarına tırmandıkça, özellikle de son basamakta,  kendini gerçekleştirme basamağında ulaşır. Aç ve çıplak olan, yurtsuz, sağlıksız olan, özgür olamaz; istediğiniz kadar özgürlük tanıyın, istediğiniz kadar ahlaktan, adaletten bahsedin ona, bunları düşünemez bile, hatta zihninde kavram olarak da yoktur bunlar: Ne vatan, ne millet, ne dayanışma, ne sosyal ahlak, ne yurtseverlik,…
B) Şimdi, bu durumu daha iyi ifade etmek, konumuz olan emperyalizm ve açlık ilişkisini inceleyebilmek için ufak bir değişiklik yaparak, beş ihtiyacı iki geniş grupta toplayacağız: Bireysel ihtiyaçlar, sosyal ihtiyaçlar.
-Bireysel İhtiyaçlar (Fizyolojik ihtiyaçlar, Güvenlik ihtiyacı)
- Sosyal İhtiyaçlar (Bağlanma ihtiyacı, Benliğe yönelik ihtiyaçlar, Kendini gerçekleştirme ihtiyacı)
Amacımız, daha somut ifade edersek, Emperyalizm’le açlık arasındaki ilişkiyi göstermek, emperyalizmin, açlığı halkları sömürme aracı olarak nasıl kullandığını ortaya koymaktır. İkili sınıflama amacımıza daha uygun olduğundan, bundan böyle her gerektiğinde bu sınıflamaya başvuracağız.
Emperyalist ülkeler bireysel ihtiyaçları, bunlardan özellikle beslenme ihtiyacını (açlığı) bir araç olarak nasıl kullanıyorlar? Aşağıda verdiğim yolu izliyorlar.
Eğer insanları kendi hedeflerin yönünde kullanmak istiyorsan:
-Onların sosyal ihtiyaçları hissedecekleri basamağa ulaşmalarını olabildiğince engelle, önlerini kes.
-Önünü kestiğin insanları, olabildiğince bireysel ihtiyaç seviyesinde tut.
-Bireysel ihtiyaçlardan en etkili olanı beslenme ihtiyacıdır. Özellikle bu ihtiyacı kullan. Başka bir deyişle insanları aç bırak, açlıkla tehdit et, korkut. Gerektiğinde doyur, sonra yine aç bırak.
-Bu durumu kalıcı kılarak, onları istediğin zaman, istediğin yöne sevk et.
II) SİLAHIN KEŞFİ
Çirkin Batı, “engelleme yöntemi” adını verebileceğimiz bu yöntemi nasıl keşfetti, böyle bir silaha neden gereksinim duydu? Sorunun bilimsel bir yanıtını Osman Nuri Koçtürk’ün ( 1918-1994) bundan 43 yıl önce kaleme aldığı “Barış ve Emperyalizm” adlı değerli, bir o kadar da sürükleyici kitabında bulabiliyoruz, oradan faydalanıyorum:
Batı uygarlığı yalnız bilimsel ve teknolojik ilerlemenin değil, aynı zamanda sömürgeciliğin ve emperyalizmin de eseridir. Avrupa sömürgeciliği; savaşlarda önce kol gücünün, ardından ateşli silahların, daha sonra kafa gücünün de kullanılmaya başlamasıyla değişik safhalardan geçti. Bu, aynı zamanda uygulanan stratejinin tamamen değişmesi anlamına geliyordu. Sömürgeciler -daha sonraki ve günümüzdeki adıyla emperyalistler- önemli bir sorunla karşı karşıya idiler:   Dünyanın diğer toplumlarını silah kullanmadan, kanlı savaşlara girişmeden sömürmeye, kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmeye nasıl devam edebilirlerdi? “Bilim adamları” uzun süre araştırdılar bu sorunun yanıtını, sonunda bazı “bilimsel” bulgulara ulaştılar ve bunları İkinci Dünya Harbi’ni izleyen yıllarda uygulamaya koydular.
 Bu Yeni Emperyalizm’in kurallarını, uygulanan oyunları anlamak için biyoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin ana prensiplerini hatırlamak ve bunların, insanların mutluluğu kadar sömürgecilerin çıkarları uğrunda araç olarak kullanılabileceğini görmek lazımdır. Ortaya konan bulgular; çıkarlarından başka kutsalları olmayan Çirkin Batı’nın elinde, ateşli silahlardan daha etkili ve daha korkunç araçlar haline getirilmiştir. Hayvanlar üzerinde yapılan denemelerden alınan sonuçlar daha sonra diğer toplumlar üzerinde, sanayileşmesi engellenmiş ülkelerin insanları üzerinde uygulamaya konulmuştur. Emperyalistler sosyal bilimlerin verilerini de değerlendirmeyi ihmal etmemişler ve “antropolojik” araştırmaları, emperyalizmin geliştirilmesinde en güvenilir stratejik bilgiler olarak görüp benimsemişlerdir.
III) BİREYSEL İHTİYAÇLAR
Yeni Emperyalizm’in Çevre ülkelerine yönelik uygulamalarında açlık olgusunun bir silah olarak yerini görebilmek için, insanın biyolojik yapısının önemli bir özelliğinden hareket etmek gerekir. Osman Nuri Koçtürk’ün yapıtından faydalanıyorum.
A) İnsanı biyolojik yapısı ve temel davranışları bakımından incelediğimizde, bütün canlılar gibi varlığını koruma ve neslini sürdürme gibi güçlü içgüdülerle (ihtiyaçlarla) donatılmış olduğunu görürüz. İnsanoğlunun beslenme, barınma ve neslini sürdürme ihtiyaçları bakımından sergilediği davranışlar, hayvanların davranışlarına çok benzer. Bununla birlikte önemli bir farkı da hemen belirtmemiz gerekir: İnsan doğuşundan itibaren önce ailesinin, anne ve babasının, çevresinin, sonra okul ve din gibi  kurumların,… güçlü etkileri altına girmekte, bu kaynaklardan edindiği kültürün etkinlik derecesi ölçüsünde esas itibariyle hayvana özgü olan davranışlardan kendisini kurtarabilmektedir. Ne var ki bireysel (biyolojik) davranış, potansiyel olarak daima önde bulunmaktadır. Bu açıdan, öncelikte, alınan eğitim, bunun içeriği belirleyicidir. Kişi eğitim görmediyse veya eğitimin içeriği elverişli değilse, bireysel davranış kesinlikle öndedir; eğitim gördüyse, derecesine ve içeriğine göre sosyal davranış öne geçer; ancak bireysel ihtiyacın gücü tamamen ortadan kalkmaz, koşullar oluştuğunda yeniden belirleyici konuma geçer.
Gerçekten geri kalmış ilkel topluluklarda eğitimden ve çevrenin etkilerinden yoksun kalmış kimseler arasında biyolojik temel kaynaklı davranışlar, sosyal davranışlara baskın çıkar ve bu açıkça kendisini gösterir. İşte Emperyalizm’in kirli biliminin silah olarak kullandığı olgu budur. Çirkin Batı insanın bu yönü üzerinde yoğunlaşmış, toplumları bu noktadan değerlendirmeyi kendi çıkarları bakımından yararlı kabul etmiştir.
B) Söz konusu olgu Batı dünyasında erkenden merak ve etüt konusu olmuştur. gerçekten, açıkladığım noktadan hareketle, Batılı araştırmacılar laboratuarlarda deneyler yaptılar; deneylerinden insanı tanıma bakımından çok değerli bilgilere ulaştılar. Meyve sineklerinden başlayarak, tavşanlar, kobaylar, fareler, maymunlar, hatta geri kalmış ülke insanı üzerinde yaptıkları deneylerle pek çok gerçeği öğrendiler. Emperyalistler araştırmalarını pek tabiî olarak bu safhada bırakmamış, elde ettikleri biyolojik bulguları antropolojik verilerle de pekiştirmişlerdir. Değerli bilim adamlarımızdan O. N. Koçtürk bu konuda şu örneği veriyor: Analık duygusunun hangi noktaya kadar etkisini muhafaza edebileceğini belirlemek için, bir maymunla yavrusunu dışarıdan ısıtılabilen bir odaya koyan araştırmacı, oda zemini 80 derece ısıtılınca, ana maymunun, yavrusunu kucağına aldığını ve analık duygusuyla onu korumak istediğini gözlemlemiştir. Fakat zeminin ısısı 140 dereceye çıkarılınca, ana maymun yavrusunu yere koymakta ve üzerine oturarak kendisini korumaya çalışmaktadır! Bu gözlem sömürgeciye şu stratejik gerçeği öğretmiştir: Geri toplumun insanı -hatta eğitilmiş toplumlarda bile- bireyin hayatını tehlikeye sokan bir ortama itilince ahlak kuralları temelinden bozulabilmektedir. Örneğin analık duygusu gibi saygı duyulan biyolojik bir davranış bile bozulmakta, şekil değiştirmektedir.
Bu müthiş gerçeği şöyle de ifade edebiliriz: İnsan en temel sosyal ihtiyacını bile, bireysel ihtiyacı uğruna feda edebilir! Vefasızlıkların, sadakatsizliklerin, ihanetlerin başlangıç noktası da bu olsa gerek. Çirkin Batı’nın sömürgeci insanı bu olguyu şöyle anlayacaktır: Öyle koşullar oluştur ki hedef aldığın insan hep bireysel ihtiyaçlarını düşünsün, sosyal ihtiyaçları aklına bile gelmesin, hatta onların bilincinde bile olmasın. Emperyalist demek ki şu düşünce ile hareket edecektir: İnsan bencil bir yaratıktır, önce kendi çıkarlarını düşünür. Esas itibariyle kendi fizikî yaşamını güvence altına alma eğilimindedir. Bütün hayatı boyunca öncelikle kendi canı ve rahatı için mücadele eder, kendi çıkarlarını korumak için uğraş verir.
IV) SOSYAL İHTİYAÇLAR
Durum budur! Ancak tamamen de karamsar olmamak için bir sebep vardır. Şundan ki insanın sözünü ettiğim davranışı mutlak değildir. Bütün insanların birbirinin aynı olduğunu, aynı şekilde davrandığını söyleyemeyiz. Çünkü her şeyi alt üst eden, önemli bir faktör çıkmaktadır karşımıza: Evet insan “bencil bir yaratık”tır ama, terbiye yoluyla, eğitim ve öğretim yoluyla, yapılabilecek telkinlerle ona toplumsallık duygusu da aşılanabilir! Bu takdirde insan toplumsal çıkarlarla kendi öz çıkarları arasındaki ilişkiyi görerek toplum için yaşama, toplum için çalışma ideali gibi üstün bir eğilim ve davranış kazanabilir!
İhtiyaçlar hiyerarşisi teorisi terimleriyle ifade edersek, en azından bazı insanlar, bireysel ihtiyaçları aşarak sosyal ihtiyaçlar katına yükselebilmektedir. Ancak tam bu noktada durup araya girmemiz gerekiyor; çünkü bu durum, yani bazı insanların “sosyal ihtiyaçlar katına yükselmesi” Emperyalizm’in asla istemediği bir durumdur! Çünkü insan sosyal ihtiyaçlar katına yükselince başkalarını da düşünmeye, sosyal sorunlarla ilgilenmeye, sorgulamaya, ideali uğrunda mücadele etmeye yönelmektedir. İşte bu durumda emperyalizmin işi çok zorlaşır.  Ancak Çirkin Batı karşılaştığı bu güçlüğü de aşmanın yollarını bulmuştur.
V) SİLAHIN KULLANILMASI
Bununla birlikte hemen vurgulamam gerekir ki sosyal duygu, başka bir deyişle sosyal ihtiyaç hiçbir zaman bencillik duygusu, yani bireysel ihtiyaç kadar güçlü değildir. Emperyalist işte bu nispî zayıflıktan yararlanır, sömürme hedefine ulaşmak için çeşitli yollara başvurur.
Temel ilke şudur:  Sanayileşmesi engellenen ülke insanları devamlı olarak bireysel ihtiyaç katında tutulur, sürekli yoksul, aç, çıplak,… bir halde bırakılır. Böyle yapılır ki onlara her isteneni yaptırmayı sağlayacak mekanizma kolayca işletilsin. Demek ki açlık tamamen ortadan kalkmayacak, şu veya bu ölçüde devam ettirilecektir.
A) Sanayileşmesi engellenmiş ülke insanında bencillik duygusunun, toplumcu davranıştan daha güçlü ve daha belirleyici olması, söz konusu insanları çıkarları üzerinden ikiye ayırma ve bunları birbirine düşman ederek çatıştırma imkânı sağlar sömürgeciye. Yeni sömürgeciliğin bilinçli kurmayları için bu iş son derecede kolaydır. Bu maksatla:
i- O toplumda halk yığınları aç bırakılır veya ihtiyaç maddeleri bakımından dara düşürülür.
ii- Bazıları ise nimete gark edilir. Bu durum, ekonomik sistem yoluyla kendiliğinden ya da gayrimeşru yollardan sağlanır. Sömürülen ülkenin insanına kişisel çıkarlarıyla ilgili imkânlar sunulur.
Böylece çatışma ortamı çok daha kolay olarak yaratılmakta, toplumcu davranış, bencil davranışların etkisi altında gücünü büsbütün yitirmektedir.
Açıkladığım kurallara dayalı olarak yürütülen sömürü projelerinde emperyalistler nadiren başarısızlığa uğrar. Çünkü büyük deneyimleri vardır, gerçeğin böyle olduğunu geri toplumlardaki sayısız uygulamalarından öğrenmişlerdir.
B) Uyguladıkları “nimete gark etme” tekniğini açabiliriz: Fakir ülkenin yoksunluklar içinde büyümüş, kısmen de olsa bu durumu devam eden aydınına -ancak rüyalarda görebilecekleri- büyük imkânlar sağlayarak onu kendi taraflarına çeker ve kullanırlar.
Çok zaman hayatı yoksunluklar içinde geçmiş bir geri ülke aydınını davet ederek, ona binbir gece masallarındaki gibi bir hayat yaşatmak, bir otomobil, bir yazlık satın alması için imkân hazırlamak, karnını en iyi şekilde doyurmak ve cinsel duygularını tatmin imkânı sağlamak;  bu insanın, sıklıkla kendi toplumuna ihanet etmesi için yeterli olabilmektedir. Sömürgeci bireysel ihtiyaçların, örneğin beslenme içgüdüsü ile cinsel duyguların, insanın biyolojik temelinde yatan en temel duygular olduğunu bilmektedir. Kendi emellerine alet edecekleri kişileri zayıf düşürerek bu yoldan ele geçirmekte, onların kendi yurttaşlarına, kendi vatanına ihanet ettirebilecekleri bir noktaya getirmektedirler. Çünkü -tekrarda fayda var- genel kural olarak bireysel ihtiyaçlar, sosyal ihtiyaçlardan daha güçlüdür ve her an ön plana geçme potansiyeli gösterirler. Bu güce direnmek, son derecede sağlam bir ahlakî yapı gerektirmektedir ki, bu zırh az gelişmiş ülkelerde çoğu zaman ihmal edilen bir araçtır.
Bir diğer tekniğe göre, sömürülecek toplumda ticarî ve ekonomik operasyonlarla önce bir açlık ortamı veya marjinal yaşama ortamı hazırlanır. Bu hazırlıktan sonra ise, insanları çoğu zaman bir ekmeğe satın almak mümkün olabilmektedir. Türkiye’de AKP’nin seçimlerde kullandığı yöntem budur.
C) Akla bir soru geliyor: Bu mekanizma emperyalist ülke toplumları için de geçerli midir? O. N. Koçtürk soruyu şöyle yanıtlıyor: Emperyalistler mekanizmanın, kendi toplumlarında işlemesini engelleme yolunu bulmuşlardır. Bu amaçla kendi ülkelerinde toplumsal davranışı güçlendirecek değerlerin geliştirilmesine özen göstermişlerdir. Bunu sağlamak için de paraya dayanan ortak bir düzen kurmuşlardır. Kendi insanlarını biyolojik temele dayanan bir bencillik duygusu yardımıyla birleştirmeyi bilmişlerdir. Emperyalist ülkelerde çok zaman para, bilinen bütün manevî değerlerin üzerinde bir değer taşır. Bu sayededir ki parası, dolayısıyla çıkarı tehlikeye giren milyonlarca insanı tek bir vücut gibi harekete geçirmek ve toplum çıkarları için tehlikeye atmak mümkün olabilmektedir.
Bununla birlikte ben Koçtürk’ün Batı toplumları hakkındaki bu tespitine bir ekleme yapma ihtiyacı duyuyorum: Bana göre Batı halkları da tam güvenlikte değildir. Bulunan yol, o ülke toplumlarını sömürmek için de kullanılmakta olabilir. Şöyle ki kamuoyu rahatını, parasını kaybedeceği, sonunda açlık tehdidi propagandası ile, egemen sınıfın çıkarı yönünde belli yönlere sevk edilmekte olabilir.
D) Yeni sömürgeciliğin en çok üzerinde durduğu konu, insanın beslenme ihtiyacı olmuştur. Çünkü insanın biyolojik yapısı ile davranışlarını bu derecede etkileyen ve sömürgeciliğe elverişli olan başka bir silah yok gibidir.
Nitekim eski ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger 1970'li yıllarda şu ilginç sözü sarf etmiştir: “Petrolun kontrolü ile bütün bölge ve kıtaları, gıdanın kontrolü ile bütün insanları kontrol edebilirsin.” Kissinger'in, 10 Aralık 1974 tarihinde Başkan Ford'a sunduğu ''Ulusal Güvenlik Çalışma Muhtırası'' (National Security Study Memorandum-NSSM200) adlı ünlü raporunda yer alan "Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir" ifadesi emperyalistlerin gıda maddelerini bir silah olarak kullandıkları hakkındaki önemli bir belgedir.
Yine 1974 yılında Roma'da düzenlenen Dünya Tarım Konferansı'nda, ABD Tarım Bakanı Earl Lauer Butz sömürgeci niyetlerini gizleme ihtiyacı bile duymadan şöyle demiştir: "Gıda pazarlık masasındaki en önemli araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek, bana kalırsa mükemmel bir yöntemdir."
SONUÇ
Yazımı sonuç yerine geçeceğine inandığım bir öykücükle bağlamak istiyorum.
Filler geniş vadilerde yaşar, ancak hep aynı yoldan gider gelirlermiş. Fil avcıları bunu bildikleri için, fillerin geçeceği yola derince bir çukur kazar; üzerini dallarla, çalı çırpıyla örterlermiş. Fil kafilesi bu çukura yaklaşınca, doğal olarak en önde olan fil çukura yuvarlanırmış.
Bunu gören fil avcıları simsiyah giysiler içinde, yüzleri maskeli olarak çıkagelirlermiş. Çukurdan kurtulmaya çalışan fili ellerindeki kırbaçla dövmeye başlar, aç bırakır, su bile vermezlermiş.
Birkaç gün sonra aynı avcılar, bu sefer beyaz giysiler içinde gelir, filin karnını doyurur, susuzluğunu giderir, okşar, severlermiş. Fili böylece kendilerine alıştırır, oradan çıkarır, alıp götürür, ömrü boyunca kendi işlerinde köle gibi çalıştırırlarmış.
Anlaşılıyor ki besin silahı kolay kolay gündemden düşecek gibi değil. Daha çok kullanılacak, kapitalizm oldukça da kullanılmaya devam edecek. Meğerki  “mazlum milletler” uyansın, bir araya gelsin, Emperyalizm’in karşısına tek bir vücut olarak dikilsinler. Peki bu nasıl sağlanacak? Bütün mesele aslında budur. Sanayileşmeleri engellenen ülkelerin aydınları öncelikle bu sorun üzerine kafa yormalı, bu sorun üzerine araştırmalar yapmalı, politikalar geliştirmelidir.





[i] İncelememde şu kaynaktan geniş ölçüde faydalandım: Osman Nuri Koçtürk, Barış ve Emperyalizm, Ararat Yayınevi, İst., 1968.

3 Nisan 2015 Cuma

Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Hakkı Verilmesi





Atatürk’ün girişimiyle kadınların iktisadi ve siyasal alana katılmaları yönünde yapılan ilk değişiklik 1930 yılında belediye seçimlerinde seçme, 1933′de çıkarılan Köy Kanunu ile muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934′te de Anayasa’da yapılan bir değişiklikle Türk kadını, milletvekili seçme ve seçilme haklarını kazanmıştır. 

Atatürk Devrimleri’nin içinde yer alan, kadınların sosyal ve kültürel alanlarda, eğitimde, hukukta, aile içinde, çalışma hayatında, toplumsal yaşamda ve siyasette erkeklerle eşit haklara sahip olması, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde 1926 ile 1934 yılları arasında yapılmaya çalışılmıştır. Bu konuda yapılan yasal düzenlemeler, Türkiye Cumhuriyeti’nde toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerdendir ve birçok Avrupa ülkesinden çok daha önce gerçekleştirilmiştir. Fransa ve İtalya’da kadınlara 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır.

Eski Türk Devletlerinde kadınlar aile hayatında, mirasta, devlet yönetiminde hak sahibiydiler ancak Osmanlı Devleti’nde İslamiyet’in de etkisiyle kadınlar birçok sosyal, kültürel ve siyasi haktan mahrum bırakıldı. Nüfus sayımında topluma dâhil edilmeyen, yüzlerini peçeyle örtmemesi kanunlarla yasaklanmış, evlenme, boşanma ve miras işlerinde ikinci plana atılmış ve devlet memuru olamamışlardır.

Çağdaş, demokratik ve laik bir Türk toplumunu hedefleyen başta Mustafa Kemal Atatürk, dönemin hükümetleri ve TBMM olmak üzere kadınların insan haklarından eşit olarak yararlanması için gerekli düzenlemeleri yapmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nde kadınlara seçme ve seçilme haklarının verildiği dönemde, kadın hakları ve kadınların erkeklerle eşitliği konusunda Batı ülkelerinde ve toplumlarında yoğun mücadeleler yapılmış ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’de bu mücadeleler şiddetli geçmiştir.

 Ülkemizde, gerek Osmanlı İmparatorluğu gerekse Cumhuriyet döneminde kadınlarımızın kendi hakları konusunda, Batı ülkelerindekine benzer şekilde mücadele ettiklerini söylemek mümkün değildir. Ama kadınlara birçok Batı ülkesinden daha evvel bu haklar Atatürk tarafından verilmiş ve hatta adeta sunulmuştur.

Cumhuriyet Dönemi ve Kadın Hakları

Teokratik bir devlet yapısının ve kadın haklarının kısıtlı olduğu bir toplum düzeninin bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu’ndan, kadın erkek eşitliğinin kabul edildiği modern Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş birçok devrim ile mümkün olabilmiştir. Bu devrimlerle, kadınların erkekler ile eşit toplumsal varlıklar olarak toplum içinde yerlerini almaları bir uygarlık aşamasıdır ve Atatürk Devrimleri’nin en önde gelenlerindendir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 1926 yılında kabul edilerek yürürlüğe giren ve Türk kadınlarını “şeriat” zincirinden kurtaran Medeni Kanun ile Türk kadınına hakları iade edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın güçlenmeye, kişiliğini bulmaya ve erkeğinin yanında sosyal faaliyetlere katılmaya başlamıştır. Medeni Kanun ile erkeklerle eşit haklara sahip olan Türk kadınına, TBMM tarafından 3 Nisan 1930’da kabul edilen bir yasa ile belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır.

 Türk kadını ilk kez 1931 yılında da tıp dünyasında varlığını göstermiş ve ilk kadın cerrahımız çalışmaya başlamıştır. TBMM tarafından 26 Ekim 1932′de kabul edilen bir yasa ile Türk kadınına muhtar, Köy İhtiyar Kurulu üyeliğine seçilme ve seçme hakkı tanınmıştır.  8 Ekim 1934′de kabul edilen ve 5 Aralık 1934′de yürürlüğe giren bir başka yasa ile kadın erkek eşitliği alanında bütün haklar, “Kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı” nın tanınmasıyla verilmiştir.

Atatürk’ün Kadın Hakları konusundaki görüşleri ve gerçekleştirdikleri, yakın dönemde Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın yaymaya çalıştığı kadın hakları ile ilgili görüşlerle aynıdır. Atatürk, çağının ötesine geçerken kadına bir birey olarak haklarının verilmesi Atatürk tarafından çok önceleri dile getirilmiş ve çoğunlukla da uygulanmıştır. Atatürk, Cumhuriyet’in ilanından dokuz ay önce Şubat 1923‘de şöyle demiştir: “Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir.”

Atatürk, çağdaş bir düşüncenin ürünü olan bu sözleriyle kadının toplumdaki yerini belirlemiştir. Atatürk’ün Türk kadınına beslediği sevgi ve saygı, Kurtuluş Savaşı’ndaki gözlemleri ile iyice perçinleşmiştir. 1923 yılında Konya’da yaptığı bir konuşmada, bu hissiyatını büyük bir içtenlikle şöyle dile getirmiştir: “Dünyada hiçbir milletin kadını, ben milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından fazla çalıştım, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim.”

Atatürk, toplumun bir parçası olan kadınların her alanda ileri bir seviyede olmasını arzu etmiştir. Daha önceleri Osmanlı toplumunda kadınlar yaşamsal ve sosyal açıdan hiç bir öneme sahip olmazken, Medeni Kanun ile kadınlara toplumsal açıdan bazı haklar tanınmış, siyasal açıdan pek bir değişiklik olmamıştı. Ancak Atatürk’ün yapmış olduğu girişimler neticesinde, Türk kadınlarının iktisadi ve siyasal yaşama katılımlarının sağlanabilmesi açısından yapılan değişiklerle kadınlara seçme ve seçilme hakları verilmiştir. Böylece Türk kadını layık olduğu değere kavuşmuştur.

Kadınlara tanınan bu hakların o yıllarda birçok Avrupa devletlerinde olmayışı, Atatürk’ün ve Türk halkının kadın haklarına verdiği değer ve önemi en güzel şekilde ortaya koymaktadır.

Haber Kaynağı: Siyaset Dergisi