24 Kasım 2015 Salı

BİR ÇIKIŞ YOLU: HALK ÖĞRETMENLERİ



Cihan Dura







Bugün birbirimize, bazen kendi kendimize sıkça sorduğumuz bir soru vardır: Ne yapmalı? Yanıt vermekte zorlanırız. Oysa yanıt hazırdır; Atatürk yıllar önce vermiştir, Halkçılık ilkesinde vermiştir. Ne diyor bu ilke? Şöyle diyor:
Milletçe geri kalışımızın ana sebeplerinden biri aydınlarımızla halk arasındaki uyum yokludur. Oysa başarı için, ülkeyi kurtarmak için aydınla halkın zihniyeti arasındaki ayrılığı durdurmak gerekir. Bu ikisi arasında doğal bir uyum olmalıdır. 

Çok temiz kalplidir bizim halkımız, ilerlemeye çok yeteneklidir. Bir kani olursa muhataplarının kendisine içtenlikle hizmet ettiklerine, her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Demek ki aydınlar her şeyden önce, millete güven vermek zorundadır. 

Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir. Gençlerimiz ve aydınlarımız hangi hedeflere,  ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi zihinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmelidir.

 
Aydınlarımız, özellikle de öğretmenlerimiz her vesileden yararlanarak halka koşmalı, halk ile bir arada olmalıdır. Bunda başarılı olmak için de aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum olması gerekir. Bunun anlamı şudur: Aydın sınıfının halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. 





‘***’
Demek ki, halkla bir araya gelinecek, halkla bütünleşilecek, halk aydınlatılacak!
Peki, nasıl başarılacak bu? Örneğin, ülke çapında her yerde verilecek konferanslarla başarılacak. Başta Banu Avar, değerli bazı aydınlarımız bu görevi en iyi şekilde yerine getiriyorlar. Ancak daha fazla olmalıdır, konferanslar yeni aydınların katılımıyla yoğunlaştırılmalıdır. Bu yeterli mi? Hayır değil, konferanslarda genellikle belirli bir halk tabakasıyla karşı karşıya geliniyor, oysa onun dışında çok daha geniş halk kesimleri var. Asıl ulaşılacak olanlar onlar. Demek ki, farklı bir yol bulmak lazım onlar için.

Yoğun halk kesimleri bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri bilmiyor. Atatürkçülüğü hiç bilmiyor. Daha da trajiği, okumuşların pek çoğu da öyle... Çünkü öğretilmedi, öğretecek olanlar da yetiştirilmedi.  Atatürkçülük deyince birkaç sloganın ötesine geçilmedi. Okumuşu ile, sade yurttaşıyla, milletimizin çok büyük bir kısmı Atatürkçü öğretinin kendisine sunduğu kurtarıcı ilkelerden, çözümlerden habersiz. Halkın uyanışı, başlangıçta köy enstitüleri ile gerçekleştirilmek istendi, fakat onun da önü kesildi.
Bugün çaresiz miyiz? Hayır değiliz, türlü yollar var önümüzde, ben birine değineceğim bu yazımda. Ne olduğunu basitçe ortaya koymadan önce, başarılı olmuş bir uygulamasını anlatmam gerekiyor,  2011 tarihli bir makalemden[i] özetliyorum. 

John Wilhelm Snelman (1806-1881),  Çağının yeni yetişen Fin aydınlarının en önemli temsilcisiydi. En büyük tutkusu halkın aydınlanması idi. Ancak biliyordu ki bunu tek başına ve oturduğu yerde başaramazdı, Aynı tutkuyla yanan, yetenekli insanları toplamalıydı çevresine ve onları harekete geçirmeliydi. Düşündüğünü yaptı: Bir araya getirdiği birkaç genç öğretmen, din adamı, avukat ve memur, iş adamıyla, halk kitlelerinin aydınlanması için adeta bir seferberlik ilan etti.
Karşısına aldığı bu bir avuç yol arkadaşına şöyle seslendi:
Siz halkın aklını, halkın iradesini ve enerjisini, halkın vicdanını uyandırmak zorundasınız. Halkın düşüncesini uyandırmalısınız.
Ülkemiz büyük bir ailedir. Bütün vatana o gözle bakınız. Unutmayınız ki yoksul bir oduncu, kantarcı ve hizmetli dul kadın da dahil, hepsi, Fin halkının tüm bireyleri sizin kardeşlerinizdir. Sizin göreviniz onları eğitmektir. Onları büyük, kültürlü halkların ailesine sokmaktır. Unutmayınız ki, halkın cehaleti, yoksulluğu, kabalığı, sarhoşluğu, hastalıkları sizin ayıbınızdır.
Kenevirden nasıl halat yapıldığını biliyor musunuz? Önce küçük kenevir liflerini alıp ince iplikler örüyorlar. Sonra bu ipliklerden birkaç tanesini birlikte büküp kalın ipler yapıyorlar. Birkaç kalın ipi bükerek halat haline getiriyorlar. Ve bu halatlar kocaman okyanus gemilerini rıhtımlara bağlı tutacak kadar sağlam oluyor. Bizim işimiz de böyledir. Dağınık iyi niyetlerimizi bir araya getirip birleştirmek zorundayız. Halkımızın aydınlanmasını ancak bu şekilde sağlayabiliriz. 

Snelman farklı bölgelerden öğretmenleri bir yere toplayarak kurslar düzenledi. Öğretmenlere şöyle seslendi: “Sevgili arkadaşlar! Çalışma koşullarınızın ne kadar ağır olduğunu biliyorum. Biz, yeni millî eğitim ordusunun öncüleriyiz. Halkın cehaleti ile savaşırken bütün ağır yükü üzerimize almak zorundayız. İlk zamanlarda övgü ya da takdir görmeyebiliriz; yine de fedakârlık yapmalıyız. Sizleri fedakârlığa davet ediyorum! Herkesi değil, yalnızca fedakârlık yapmayı kabul eden ve bunu yapabilecekleri çağırıyorum. İşte benim ricam üzerine ülkemizin en kültürlü insanları, bilim adamları sizlere beşer, altışar, onar konferans vermeyi kabul ettiler. Onların bilgilerinden faydalanın ve okula döndüğünüz zaman öğrendiklerinizi öğrencilerinize aktarın”.
Sonunda ülkede onlarca, daha sonra yüzlerce büyük ve küçük Snelman’lar ortaya çıktı! Yeni millî eğitim ordusu hayali bir gerçek oldu!

Ülke işgal altındaydı. Halkı yoksuldu, eğitimsizdi, yabanıl ve perişandı, tembeldi, ilkel ve geriydi. Bu ülkede bir öncü adam, onun peşinden başka aydınlar ortaya çıktı. Sayıları azdı ama yurtseverdiler, fedakâr, kararlı ve yetenekliydiler. Halkı sahiplendiler, sırça köşklerini terk edip ayağına gittiler, ona bilimin ışığını, yüksek ahlakı ve değerleri götürdüler. Gittikçe çoğalıp çok geçmeden bütün ülkeyi kapladılar. Halka, insanlara hizmet aşkıyla, onlara ışığı götürme idealiyle yanıp tutuştular. Bütün rahatı teptiler; boş, masa başı polemiklerini bırakıp yürüdüler, bütün engelleri aştılar; sayıları alabildiğine arttı, on kişiyken, on binler oldular; ellerinde meşaleler, bütün ülkeye yayıldılar.

İki yaratıcı güç bir araya geldi! Kutsal buluşmadan yepyeni bir toplum doğdu. O perişan, kayıtsız ve tembel halk canlandı, okumaya, çalışmaya, düşünmeye, iş yapmaya, ürün vermeye başladı; ülke bayındırlaştı, kalkındı.

‘***’
Halk öğretmeni Wilhelm Snelman’ın eserinden kendimize hangi dersleri çıkarabiliriz?
Bir halkın gerçek aydınlara, su gibi hava gibi ihtiyacı vardır. Gerçek aydının birinci görevi halkı eğitmektir. Gerçek aydın, bütün yurttaşlarını kardeşi olarak görür. Halkın kusur ve eksiklerinden yalnızca kendisini sorumlu tutar. Onu küçümsemez, alaya almaz, hâkir görmez. Bilir ki halk aydının aynasıdır. Aydın halka bakınca aslında kendini görür, dolayısıyla, hatalarını, sorumluluklarını ve ödevlerini de görür.

Halkın uyandırılması her zaman bir öncü gerektirir, bir öncü kadro gerektirir. Bu öncü kadro çeşitli mesleklerden aydınları bir araya getirmeli, ana hedef yönünde adeta bir seferberlik ilan etmelidir. Hedefe götürecek araç yeni bir “millî eğitim ordusu”, “halk öğretmenleri ordusu” kurmaktır. Ancak bu orduya, yalnızca, her türlü fedakârlığı yapmayı içtenlikle kabul edenler alınmalıdır. Öğretmenlere ülkenin en bilgili aydınları tarafından konferanslar, seminerler verilmeli, kurslar düzenlenmelidir.

Öncü kadro, halkla yüz yüze temasa gelir, onlarla tanış olur. Halk öğretmenleri ile temasını sürekli kılar. Bir haberleşme ağı kurar. Günümüzde bu imkânı Internet de çok geniş ve hızlı bir şekilde sağlayabilir. İkincil öncüler olarak öncelik öğretmenlere verilmelidir. Onlar için yetiştirici kurslar düzenlenmelidir. Ülkede ikincil, üçüncül öncülerin,… ortaya çıkması ve sayıca artmaları şarttır. Başarı için yılmadan, ara vermeden, yıllarca çalışmalıdır.

Atatürk ne diyor: Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir!
Dikkat edin: Milletleri kurtaranlar “politikacılardır, milletvekilleridir, bakanlardır, başbakanlardır” demiyor, “öğretmenlerdir” diyor,“yalnız ve ancak öğretmenlerdir” diyor!

‘***’
Ve Türkiye…
Bir ana merkez, öncü kadro’nun bir araya geldiği…, çevresinde ilk halk öğretmeni adayları, gönüllü, yetenekli, göreve hazır. Aktarıyorlar, avuç avuç ışık aktarıyorlar onlara. Peki, neleri? On ilke’yi, ana fikirleri… Bir program ve müfredat çerçevesinde, İlkeler’den oluşmuş,  ana fikirlere dayalı… Yetişiyor orada gönüllüler, öğreniyor, olgunlaşıyorlar. Bir ay, belki iki ay boyunca... Sonra, memleketlerine dönüyorlar ikinci kuşak öncüler olarak; kafaları, kalpleri ışıklarla dolu, ellerinde malzemeler…

Her biri kendi memleketinde, bu sefer onlar açıyor kendi kurslarını. Aynı program, aynı müfredat, aynı malzeme… Seçtikleri yeni gönüllülere aktarıyorlar öğrendiklerini…
Ardından, üçüncü dalga harekete geçiyor: Bu sonuncular aynı şekilde yetişti ya, üçüncü kuşak öncüler olarak bu sefer onlar iş başı yapıyor. Aynı şekilde toplayıp öğrencilerini daha küçük birimlerden; hepsi de gönüllü, aynı tutkuyla yanan, göreve hazır olan…

Artık her yerde onlar var, Atatürkçüler var: fedakâr, kültürlü, aktif, uygulayıcı ve öğretici…
Dağınık iyi niyetler bir araya gelmiş, birleşmiş, bir güç olmuş.
Büyük Aydınlanma halka halka, dalga dalga bütün ülkeye yayılmakta: Bölge bölge, şehir şehir, belde belde, köylere, mahallelere…
Sistem hep işliyor, sistem hep yaşıyor, sürekli meyve veriyor.
Halkın aklı, enerjisi, halkın vicdanı uyanıyor. Halkın düşüncesi uyanıyor.  Cehaleti, yoksulluğu bitiyor.
Yeni Halk Öğretmenleri Ordusu… Bir dev ağaç misali, kök, gövde, dallar, dalcıklar… sarıp kucaklıyor bütün Türkiye’yi.
Mutlu ve güçlü Türkiye’yi,
Bölünmez, ebedî Türkiye’yi!...

5 Kasım 2015 Perşembe

Futbolcu Şehitlerimiz





Trak... Trak... Trak... Silah sesleri geliyordu Harb-i Umumi'den... Mülazım-ı evvel Arif; biraz geç kalmış insanların aceleciliği içinde, atının eğerini son kez gözden geçiriyordu. Yolu uzundu... Bir ara, cepheden gelen top seslerine kulak verdi, sonra çevresindekilere "Selâmetle kalın" diyerek; atına mahmuz vurdu. Mülazım-ı evvel Arif; Çanakkale'de vatanını, İstanbul'da ise Fenerbahçe'yi müdafaa ediyordu. Sarı-lacivertli kulübün sağbekiydi... Fenerbahçe olmadan Arif, Arif olmadan Fenerbahçe olmazdı. 

Savaş çıkıp cepheye gönderilince; takımından ayrı kalmaya gönlü razı olmamıştı. Cepheye koşan tüm askerler için parola "Önce vatan" dı ama, Arif için "Sonra, Fenerbahçe" vardı... Takımını yalnız bırakmak istemiyordu. Bu yüzden de, kendisi ya da kulüp yöneticileri, kumandanından izin alıyor, cepheden cuma ligine koşuyordu. O hafta ise, Fenerbahçe-Galatasaray mücadelesi vardı. Burada, Çanakkale geçilmez... Orada, yine İstanbul'da Arif hiç geçilmez. Mülazım-ı evvel Arif, ezeli rekabet cephesindeki görevine yetişmeliydi. Dağ, dere, tepe demeden, 26 saat at sürecek ve bugün Fenerbahçe Stadı'nın bulunduğu papazın bağına yetişecekti. Tutmayın onu, yolu uzun.

ARİF, SEZONUN İLK DERBİSİNDE...

Arif dörtnala, 1917 - 1918 sezonunun ilk büyük derbisine, Fenerbahçe-Galatasaray maçına yetişmeye koşuyordu. Ama, 21 Aralık 1917'deki bu maça gitmeye çalışan, yalnız kendisi değildi. Fenerbahçe kaptanı Galip de, Kırklareli'nden İstanbul'a doğru at koşturuyordu... Çanakkale'den Fikirtepe Uçaksavar Bataryası'na tayin olan Ethem ise, daha önceden kulübe varmıştı. Arif ve Galip, uzun at yolculuğunun yorgunluğunu atamadan, sahaya çıktılar. Ama, ne yazık ki, maçı 3 - 2 kaybettiler.

İki futbolcunun tekrar cepheye dönmeleri, hazin olmuştu. Fenerbahçe kaptanı Galip (Kulaksızoğlu), daha sonra savaş sırasında yaralanıp İstanbuI'a gönderilmiş, bir daha cepheye gitmemişti. Arif (Emirzâde) ise, cepheden sahaya, sahadan cepheye koşturmaya daha uzun bir süre devam edecekti.  Doğaldır ki, her maça yetişemiyordu... Ama iddialı maçların hiçbirisini kaçırmıyordu. Hele hele, ezelî rekabet maçlarını asla... Fenerbahçe Kulübü, 1919 - 20 sezonuna iddialı girmek istiyordu. Bunun için, ilk kez sahaya çıkacakları İdmanyurdu maçında, sağbekleri Arif'in mutlaka oynamasını istiyorlardı. Kumandanlıktan özel izin alarak, Arif'in oynamasını sağlama almışlardı. O mutlaka gelmeliydi, gelecekti...

SAVUNMANIN BELKEMİĞİ

Arif gerçekten de, Fener defansının vazgeçilmez adamıydı... Onun nasıl bir futbolcu olduğunu anlamak için, eski Fenerbahçeli futbolculardan Sedat Taylan'ın 1944 yılında yayınladığı, "Fenerbahçe'den Hatıralar" adlı kitabına bir göz atalım: "Arif, çok eskiden Fenerbahçe takımında, müteaddit defalar tekdirle seyretmiştim. O zaman, Fenerbahçe müdafaasının belkemiği vaziyetindeydi. Zayıf fakat çok çetin, gözü pek bir oyuncuydu. Sert, fakat faulsüz oynardı. "Maç sırasında asabî olan Arif, maç bitiminde sakin ve nazik bir genç olurdu..." Evet, daha önce de söyledik... Fenerbahçe, 1919 - 20 sezonunun ilk maçı olan İdmanyurdu mücadelesi için, Papazın bağında Arif'i bekliyordu...
 
O gelmeliydi, gelecektir, gelir... Fakat, onun yerine, kara haber geldi:"Arif, tam kalbine yediği bir kurşunla, şehit oldu." Olmaz... Olamaz... Olmamalı...  Fenerbahçeliler, bir anda mateme boğuldu. Herkes birbirine sarılıp ağlıyor, Türk futbolunun yetiştirdiği en gerçek kahramanının kaybına kahroluyordu... Hüzün, dalga dalga tüm İstanbul'a yayılmıştı. Ancak, maç oynanmalıydı... Fenerbahçeli yöneticiler, santra çizgisinin başladığı yerdeki sahanın kenarına bir sandalye koydular ve üzerine Arif'in 2 numaralı formasını astılar. Takım, sahaya 10 kişi çıkmıştı...

Ama Fenerbahçe eksik değildi. Saha kenarındaki sandalyede asılı duran forma, Arif'i sahaya sürmüş gibiydi. Sanki, rakibin ataklarını, hâlâ o durduruyordu. Fenerbahçe, kahramanının huzur içinde toprakta yatması için, o denli coşkulu oynadı ki, rakibi İdmanyurdu'nu tarihinin en farklı skoru ile yendi: 11-1.  O günden bu yana, o rekor hâlâ kırılamadı. Fenerbahçeli tüm futbolcular, bu galibiyet sonrasında hep birlikte 2 numaralı formanın önünde tazim duruşuna geçerek, "Ruhun şad olsun Arif" dediler.

Ve, bugunkü karşılığı ile o dönemin kuIüp genel sekreterli olan Fenerbahçe 1.Katibi Ömer Nazıma, Arif için bir ağıt yakıyordu:
"Azim sebat, metanet, işte bu...
Futbolu can etmişti şahsında.
Ey arkadaş... Kimdir bu?
Şehit Arif'imiz karşında
Dur ve ağla, elin bağla yanında.
En mukaddes şehittir bu...
Öldürdüler, vazifesi başında,
Ah Fener... Ne acıklı haldir bu..."

Fenerbahçe Kulübü'nün şehit Arif'in ruhuna okuttuğu mevlut tam anlamıyla olay olmuştu. Mevlut sırasında kulüp binası dolup taşmıştı... Herkes ağlıyordu. Arif (Emirzade), yüzbaşı rütbesi ile şehit olmuştu. Yüksek mühendislik eğitimi görmüştü ve Fransızca biliyordu. Arif'in sağlığında Fenerbahçe genç takımında oynayan Sedat Taylan, "Biz Fenerbahçeliler" adı ile yazdığı anılarında, bu şehit futbolcuyu da anlatır. 1965 tarihli kitaptan aynen aktarıyoruz:

DEVRİNİN EN BİLGİLİ FUTBOLCUSU...

"Arif, Fenerbahçe Kulübü'nün kuruluşundan itibaren oynayan futbolculardan biriydi. Birinci Dünya Savaşı'nda vatanî vazifeye çağrılıncaya kadar, Fenerbahçe takımında defansın belkemiği olarak sağbek oynadı. "Ortadan biraz yüksek boylu, futbola elverişli bir cüsseye sahip, sağlam bir gençti... Saçlarını, alabruz kestirirdi. Yuvarlak yüzlü, çenesinin sağında büyükçe bir beni vardı. Sakin bir yaradılışı olmasına karşın, oyun sırasında hırslı olur ve gözünü budaktan ayırmazdı. Aynı zamanda, devrinin en bilgili futbolcularından biriydi."
Sedat Taylan'ın kitabında bundan başka bilgi yok... İşin tuhafı, dünyada eşi - emsali görülmeyen Arif olayı; ne yazık ki belgelere geniş ölçüde yansımamış... Hakkında topluca bir bilgi yok... Birkaç paragraf halinde çeşitli kitaplara yayılmış bilgiler için, 50'ye yakın eseri, didik didik etmek zorunda kaldık.

Anlayacağınız; dünya futbol tarihine bile altın harflerle geçebilecek önemdeki şehit Arif olayını, vurdumduymazlığımız sayesinde geçmişin derinliklerine gömmüşüz... Savaşı bırakıp sahaya giren, sahayı bırakıp savaşa dönen dünyanın en ilginç futbolcusunun Türk olduğundan haberimiz yok.Ne yazık!

Fener'e işgalci baskını: 2 ölü

Gecenin en karanlık vakti, sabahın en yakın olduğu vakittir... İşte böyle bir an, gün yola çıkmış geliyor.Alacakaranlığın az sonra siluetini çizmeye başlayacağı bir binada, ölgün ışıltıların gölgelerini büyüttüğü insan kıpırdaşmaları var. Bina, Fenerbahçe Kulübü binası... Devir, İstanbul'un işgal devri...  Sabahın ilk ışıklarını karşılamak, işgal İstanbul'unda, sadece balıkçılara verilmiş bir hak... Lüfer, palamut, kofana... Artık, neyi takmışsan kafana... Ağ mı gerersin, olta mı atarsın, yoksa volta mı? Bu yalancı sabah özgürlüğü, boşuna değil. Çünkü, işgalciler de beslenecek. Sofralarına balığı kim getirecek? O işgalci hergele, boşuna demez rastgele... İşte bu ahval ve minval üzere; Fenerbahçe Kulübü'nün dereye bakan arka tarafındaki balıkçı teknesinde, çingene palamudu telaşı var. Ağlar tamam mı ağalar? Yola çıkıldı çıkılacaktı...
"Bismillah" denildi, denilecekti. Ama yükle yükle tekne dolmuyor, bu Fener'in balıkçıları denizi mi kurutmaya niyetli?... Aslında yüklenen ağ değil, silahtı... Olta yerine, uzun namlulu tüfek vardı... Mermiler, yem niyetine kullanılacaktı. Top, tüfek, bomba... Şimdilerde olsa, bunlar trola çıkıyor dersin. Fakat onlar, Anadolu'ya... Atatürk ve silah arkadaşları, cephede cephane bekliyordu... Çünkü kurşun ata ata biterdi. Yooo, öyle değil... Ömür biter, kurşun bitmezdi. Sağ olsun Fenerbahçe, cephaneyi eksik etmezdi... Gecenin sessizliğinde karanlığı yaranlar, yalnız Fenerbahçe'nin balıkçı görünümdeki yurtseverleri değildi.

FENER'E SUÇÜSTÜ YAPACAKLARDI

Düşman, bir Rum ihbarının sinsiliğinde, kulüp binasına doğru sokuluyordu. İşgal kuvvetleri, Fenerbahçe'yi suçüstünde yakalayacaktı. Teknede taşıdıklarını, "Balıktı" diye yuttururken, işgalciler alıktı... Şimdi de, Fener'i faka bastıracaklardı. Sinsi sinsi sokulan silahlı kalabalık, kulüp binasındakilerin dikkatinden kaçmadı. Gözcüler, arkadaşlarını uyardı. Son bir gayretle, son parti silah tekneye yüklenirken, işgalciler iş işten geçmenin telaşı içinde ateşe başladı. Ancak, kulüpten karşılık gördüler... Fenerbahçe'nin ikinci takımında futbol oynamış Refik ve Mustafa Beyler düşmanı oyalıyordu. Ancak, sayıca çok üstün olan İngiliz işgalciler; kısa sürede binaya girdiler ve yüzlerce tüfeğin ateşi altında Refik ve Mustafa beyleri şehit ettiler. O arada tekne yola çıkarılmış, silahlar kurtarılmıştı. Düşman, hiçbir ipucu bulamamıştı.
İki şehit vardı, hiç şahit yoktu.

Onlar hayata gözlerini kapamadan, Anadolu'ya son cephaneyi ve son kafileyi göndermeye muvaffak olmuşlardı. Görev tamamlanmıştı. Yaşasın vatan... Yaşasın Fenerbahçe... İşgal kuvvetleri ne olup bittiğini tam anlayamadan ve hiçbir şeyi belgeleyemeden; sadece Fenerbahçe Kulübü'nü kapatmakla yetindi. Bina tümüyle tahrip edilmiş, sahası ise topçu birliklerinin hayvanları için ahır haline getirilmişti. Uzunca bir süre sonra, saha yeniden futbola açıldığı zaman, bu kez de tetanos mikrobu teşhisiyle kullanılamamıştı. Savaş acımasızdı ve bitmek bilmiyordu.  Taa Birinci Dünya Savaşı'nın başlangıç yıllarından beri; eli silah tutan herkes cepheden cepheye koşmuştu... Çanakkale Savaşı, ardından mütareke ve işgal yılları, derken Kurtuluş Savaşı..
Ayakta ellerini göğsüne dayamış olan şehit Arif, sol yanındakiler ise kaptan Galip ve Sabri
.
Kulüpler, formalarını çıkarıp üniformalarını giyen futbolcuları şehit ya da gazi olunca, hayli çökmüştü. Kadroları erimiş; Fenerbahçe'nin elinde 3, Galatasaray'ın elinde 2, Beşiktaş'ın ise tek futbolcusu kalmıştı. Kayıplar nedeniyle, 1916-17 sezonunda lig, 15 - 16 yaş grubundaki çocuklarla oynanabilmişti.

Fenerbahçeli Arif, Kaptan Galip ve Sabri gibi futbolcuları; çoğu kez savaş alanlarından kopup gelerek sahaya çıkmış ve takımlarına destek vermişlerdi.  Dünyada böylesine cepheden lig maçlarına koşmuş, tekrar savaşa dönmüş başka futbolcular yoktu... Arif'in kaybı, Fenerbahçe'nin müthiş bir milliyetçilik duygusunun kabarmasına yol açmıştı. Bunun bir uzantısı olarak, işgal yıllarında, Kurtuluş Savaşı, için çok aktif bir rol oynamıştı. Evet, Türk futbolu topyekûn savaşın içindeydi. 

"Büyük Taarruz" emri futbol maçında verildi

Türk futbolu, ülke savunması karşısında üzerine düşen görevi, sayısız şehitler vererek yerine getirmiştir... Mustafa Kemal, onca telaşı arasında, futbol şehitleri için yazılan "Kin" adlı şiiri tümüyle ezberlemiş ve Ruşen Eşref Ünaydın'ın anlatımıyla "Kendi kendine olduğu anlarda, bağıra bağıra okumuştur..."

Üç büyükler, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşları'na doğrudan katılmış, Fenerbahçe ise Anadolu'ya silah kaçırma işinde, birinci derecede aktif görev almıştır. Atatürk ve futbol, milli mücadele döneminde de birbirinden kopuk değildi... Hatta Büyük Önder, Büyük Taarruz'un ilk emrini, bir futbol maçında vermişti... Bu olay, Türk futbol tarihinin, asla unutulmaması gereken müthiş bir gerçeğidir. Çünkü bir futbol maçı, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'ni yaratacak bir zafere imzasını atıyordu. Şimdi, bu muhteşem olay için, zaman tüneline girelim...

1922 yılında, temmuz ortalarındayız... Kurtuluş Savaşı'nı henüz kazanmamışız ama, eli kulağında...
Bunun için tek şart var: Büyük Taarruz'un başlayacağı tarihin, kuvvet komutanlarına iletilmesi...
O günlerde, telgraf emirleri İstanbul hükümetine ya da işgal kuvvetlerine iletildiği için, bu yol tehlikeli... Kuryelerden de zaman zaman fireler çıkıyor. Bu nedenle çok gizli emirlerin, doğrudan muhataplarına tek elden verilmesi şart. Kumandanlar bir araya toplanıp kararlaştırsalar, düşman uyanıp tedbir alacak. Bu nedenle, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi, bir havanın estirilmesi gerekiyor. İşte, Türk futbolu, burada görevine başlıyor... Bakalım neler yapacak?  1922 yılının temmuz ortalarındayız demiştik... Anadolu Ajansı, Anadolu'daki Atatürk'e bağlı ordu birliklerinin katılacağı bir futbol turnuvası düzenlendiğini haber veriyor.  Final maçını, 1. ve 2. Ordu takımları oynayacaktı.

Ajans, bu turnuvaya özellikle önem veriyor. Bu finalle ilgili, çok sık haberler yayınlanıyor. Anadolu'daki halk da yavaş yavaş işin heyecanına girmişti... Giderek merak artıyor. Ajans, daha sonra Atatürk'ün ve tüm kuvvet komutanlarının bu final maçını izlemek için Akşehir'e geleceğini duyuruyor... O sırada, İzmir'i işgal altında tutan Yunanlılar, bu futbol ilgisi karşısında alaylı alaylı gülüşüyorlar... İşgal ordusunun İngiliz generali Charles H. Sherril, yayınladığı anı kitabında, o günleri şöyle anlatıyor: "Bu büyük futbol maçıyla ilgili haberler, gazetelerde ön planda yer alıyordu. Bu durumdan, Yunanlılar da hoşnut görünüyordu. Zira, Türk ordusunun, hiç olmazsa, yakın bir gelecekte, herhangi bir harekâtta bulunması söz konusu olmayacaktı. Çünkü Türkler, şimdilik yalnızca futbolla ilgileniyordu."

FİNALDE PLAN TARTIŞILIYOR...

Anlayacağınız, Atatürk'ün taktiği tutmuştu... Kendisinin ve bütün komutanlarının Akşehir'de toplanması, şüpheye yol açmayacaktı.  Ve nihayet, final günü gelip çatmıştı. Akşehirliler, maçın oynanacağı sahayı hıncahınç doldurmuştu. 28 Temmuz 1922 tarihini unutmaları mümkün müydü?... Gazi Mustafa Kemal, yanında Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa ve 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki Paşa ile birlikte, aynı anda sahaya geldi. Coşkun sevgi gösterileri içinde, kendilerine ayrılan özel tribüne yerleştiler.

Atatürk ve komutanlar, maçı seyrediyormuş gibi görünüp birlikte oyunu tartışıyorlarmış gibi bir havadaydılar. Hâlbuki o sırada, Atatürk kuvvet komutanlarına, Büyük Taarruz'un 22 Ağustos'ta başlayacağını dikte ediyordu. Emir anlaşılmıştı... Ve bu bilginin başka yere sızması, asla mümkün değildi. Çünkü çok gizli tarihi, yalnızca onlar biliyordu. Akşehir'deki bu final maçında tribünde verilen "Büyük Taarruz" emrinden, hükümetin bile haberi olmamıştı. Atatürk, Akşehir'deki o günden Nutuk'ta şöyle söz ediyor: "O final maçında verdiğim taarruz emrinin tarihini, Vekiller Heyeti'ne de bildirmemiştik. Artık, onlara resmî olarak duyurmanın zamanı gelmişti..." Görüldüğü gibi; her şey planlandığı şekilde olmuştu. Hiç kimse, Türk ordusundaki büyük gelişmelerden bilgi sahibi değildi... Oysa ülke, bu maçtan sadece bir ay sonra, kesin zafere kavuşacaktı. Böylece, Atatürk'ün resmî sıfatla hayatında seyrettiği ilk ve tek futbol maçı, Türkiye'nin kaderini değiştirmişti.

FUTBOLUN STRATEJİK MİSYONU...

Futbol, ülkenin kurtarılmasındaki son misyonunu da tamamlamıştı... 30 şehit, sayısız gazi vermişti... Akşehir'deki stratejik görevi ile de, Kurtuluş Savaşı'na imzasını atmıştı. İstanbul'un işgal yılların da; Fenerbahçe'nin Fransız ve İngilizler'le yaptığı maçlar; futbol maçından çok, bağımsızlık savaşı gibiydi. Fener kazandıkça, zafer kazanılmış gibiydi... Savaşlar sırasında 11 futbolcusunu kaybeden Fenerbahçe; bu haliyle bile işgal ordularının futbol takımlarına kan kusturuyordu. Onları yeniyor, yeniyor, yeniyordu...
İngilizler ve Fransızlar, "Belki bu sefer yeneriz" diye durmadan Fenerbahçe ile maç alıyor, her seferinde hüsrana uğruyorlardı. Fenerbahçe, yaptığı 50 maçtan 47'sini kazanmıştı.

İstanbul'daki İngiliz Orduları Başkomutanı General Harrington, duruma sinirleniyor ve Fenerbahçe'nin mutlaka ezilmesini istiyordu. İngiltere'den Liverpool'un kalecisini de getirtererek oluşturulan bir takımla, sarı-lacivertlileri yenmeyi düşündüler. Harrington, kendi adına, Londra'da bir metrelik büyük bir kupa yaptırdı. Ancak, hiçbir şey kâr etmedi ve Harrington Kupası'nı, işgal karmasını 2-1 yenen Fenerbahçe aldı!... Toplantı ve yürüyüş yasağına rağmen, halk sahaya dolmuş ve Fenerbahçeliler'i, omuzlarında Tünel'e kadar taşımışlardı.
 
O günlerin Fenerbahçe'sinde genç takım oyuncusu olan Bedri Gürsoy, bu muhteşem günlerin, hayatta kalan tek tanığı... Nemli gözlerle, o günleri anlatırken, "Hem havan topuyla, hem futbol topuyla savaş kazanan tek ülke biziz" diyordu... Şehitlerimiz var... Şahitlerimiz var... Futbolda birçok ülke "Dünya şampiyonu" oldu ama; hiçbir ülkenin futbolu bizimki gibi "Kahraman" olamadı.
Sağolasın Türk futbolu!









Yazan: Ali Sami Alkış