“Eğer petrolü kontrol edersen bütün bölgeleri ve kıtaları,
gıdayı kontrol edersen bütün insanları kontrol edersin.”
Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger
Cihan Dura |
Dünyada bir Emperyalizm olgusu var, 500 yıldır devam ediyor, daha da devam edecek…, öyle görünüyor. Bu meşum olgu; ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez
ülkelerinin dünyada, Çevre ülkeleri üzerinde pazar ve doğal kaynak
kullanma üstünlüğü ile kendini gösteriyor. Batı (ABD ve AB) ele
geçirdiği bu üstünlüğü kaybetmemek, Çevre ülkelerinin, sömürü alanları olarak kalmalarını sağlamak, kendilerine rakip birer güç haline gelmelerini önlemek için cansiperane bir gayret içinde… Bu amaçla türlü silahlar geliştirdiler, kullanıyorlar: Bunlardan
ekonomik nitelikte olanlar vardır ki ilki serbest ticarettir. İkinci
silah, hedef alınan devletleri borçlandırmaktır. Üçüncüsü
özelleştirmedir. Merkez’in, Çevre ülkelerine karşı kullandığı dördüncü
silah yabancı sermayedir. Beşincisi hedef ülkeye toprak sattırmaktır.
Bunların dışında Merkez’in kullandığı başka silahlar da vardır: “Kirli
bilim” gibi, “demokratik” rejim dayatması, hedef ülkelerin halkını
parçalamak, birbirine kırdırmak gibi…
Bir diğer ekonomik silah da gıda maddelerinin kontrolüdür.
Bu
silahla, sanayileşmesi engellenen ülkeler “açlık”la terbiye ediliyor,
istenen yöne sürüklenebiliyor. Okuduğunuz yazının konusu bu
sonuncusudur. Emperyalist ülkelerin açlık olgusunu, Çevre ülkelerine
karşı bir silah olarak nasıl kullandıklarını genel hatlarıyla
incelemektir[i].
I) İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ TEORİSİ
A)
Amerikalı psikolog Abraham H. Maslow’un (1908-1970) “ihtiyaçlar
hiyerarşisi teorisi”ne göre, insan davranışlarını yönlendiren baş etken,
insan ihtiyaçlarıdır. İnsan ihtiyaçları üst üste beş basamak halinde
sıralanabilir. En temelden yukarıya doğru bir hiyerarşi söz konusu olup
bunun anlamı şudur: İnsanlar yüksek düzeyli ihtiyaçları ortaya çıkmadan
önce alt düzeyde bulunan ihtiyaçlarını tatmin etmek zorundadır. İnsanın
belli bir andaki davranışını “motive” eden, güdüleyen, yani insanı
harekete geçiren ihtiyaç; o anda duymakta olduğu, etkisi altında
bulunduğu, tatmin edilmeyi bekleyen ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç
giderilmedikçe, birey daha üst düzeyde olan ihtiyacına ilgisiz kalır,
aklına bile getirmez onu. Biraz kabaca ama, şu atasözümüz çok iyi
anlatır bu teorinin ana fikrini: Aç ayı oynamaz (İnsanın gülüp
oynama ihtiyacını karşılamak için, önce beslenme ihtiyacını karşılamış
olması, yani karnının doymuş olması lazım).
Maslow’a göre insanın, en alttan (en temel, en yaşamsal olandan) en yükseğe doğru beş ihtiyaç düzeyi (basamağı) şunlardır:
-Fizyolojik ihtiyaçlar (Beslenme, cinsellik, giyim, dinlenme, barınma-konut, ,…)
-Güvenlik ihtiyacı (Fizikî güvenlik, sağlık, tasarruf, düzen ve istikrar, gelecek garantisi,…)
-Bağlanma ihtiyacı (Sevme-sevilme, arkadaşlık, ilgi görme, bir gruba üyelik, bağlanma,…)
-Benliğe yönelik ihtiyaçlar (Kendi kendini sayma, başkaları tarafından sayılma, güçlülük, takdir görme, başarı, prestij, ün,…)
-Kendini gerçekleştirme ihtiyacı (kendi kendine yeterlik, özündeki potansiyeli eyleme dönüştürme, yaratıcı gücünü ortaya koyma, büyük işler yapma).
Bu teoriden çıkarabileceğimiz ana sonuç
şudur: İnsan önce fizyolojik ihtiyaçlarını, güvenlik ihtiyaçlarını
tatmin etmeye yönelir. İnsanın her şeyden önce karnı doyurulmalı, sırtı
pek olmalı, güvenli bir yerde barınmalı, sağlıklı olmalı, geleceğe
güvenle bakmalıdır. Eğer insan açsa, çıplaksa, barınacağı bir konutu
yoksa, sağlıksızsa, geleceğini karanlık görüyorsa; ilgi görme, başarı,
prestij, özgür olma, büyük işler yapma gibi ihtiyaçları güçlü bir
şekilde kendini göstermez, belki ortaya bile çıkmaz. Birey bunların
bilincine ve tatmini arayışına ihtiyaçlar hiyerarşisinin üst
basamaklarına tırmandıkça, özellikle de son basamakta, kendini gerçekleştirme basamağında ulaşır.
Aç ve çıplak olan, yurtsuz, sağlıksız olan, özgür olamaz; istediğiniz
kadar özgürlük tanıyın, istediğiniz kadar ahlaktan, adaletten bahsedin
ona, bunları düşünemez bile, hatta zihninde kavram olarak da yoktur
bunlar: Ne vatan, ne millet, ne dayanışma, ne sosyal ahlak, ne yurtseverlik,…
B)
Şimdi, bu durumu daha iyi ifade etmek, konumuz olan emperyalizm ve
açlık ilişkisini inceleyebilmek için ufak bir değişiklik yaparak, beş
ihtiyacı iki geniş grupta toplayacağız: Bireysel ihtiyaçlar, sosyal
ihtiyaçlar.
-Bireysel İhtiyaçlar (Fizyolojik ihtiyaçlar, Güvenlik ihtiyacı)
- Sosyal İhtiyaçlar (Bağlanma ihtiyacı, Benliğe yönelik ihtiyaçlar, Kendini gerçekleştirme ihtiyacı)
Amacımız,
daha somut ifade edersek, Emperyalizm’le açlık arasındaki ilişkiyi
göstermek, emperyalizmin, açlığı halkları sömürme aracı olarak nasıl
kullandığını ortaya koymaktır. İkili sınıflama amacımıza daha uygun
olduğundan, bundan böyle her gerektiğinde bu sınıflamaya başvuracağız.
Emperyalist
ülkeler bireysel ihtiyaçları, bunlardan özellikle beslenme ihtiyacını
(açlığı) bir araç olarak nasıl kullanıyorlar? Aşağıda verdiğim yolu
izliyorlar.
Eğer insanları kendi hedeflerin yönünde kullanmak istiyorsan:
-Onların sosyal ihtiyaçları hissedecekleri basamağa ulaşmalarını olabildiğince engelle, önlerini kes.
-Önünü kestiğin insanları, olabildiğince bireysel ihtiyaç seviyesinde tut.
-Bireysel
ihtiyaçlardan en etkili olanı beslenme ihtiyacıdır. Özellikle bu
ihtiyacı kullan. Başka bir deyişle insanları aç bırak, açlıkla tehdit
et, korkut. Gerektiğinde doyur, sonra yine aç bırak.
-Bu durumu kalıcı kılarak, onları istediğin zaman, istediğin yöne sevk et.
II) SİLAHIN KEŞFİ
Çirkin Batı, “engelleme yöntemi”
adını verebileceğimiz bu yöntemi nasıl keşfetti, böyle bir silaha neden
gereksinim duydu? Sorunun bilimsel bir yanıtını Osman Nuri Koçtürk’ün (
1918-1994) bundan 43 yıl önce kaleme aldığı “Barış ve Emperyalizm” adlı
değerli, bir o kadar da sürükleyici kitabında bulabiliyoruz, oradan
faydalanıyorum:
Batı
uygarlığı yalnız bilimsel ve teknolojik ilerlemenin değil, aynı zamanda
sömürgeciliğin ve emperyalizmin de eseridir. Avrupa sömürgeciliği;
savaşlarda önce kol gücünün, ardından ateşli silahların, daha sonra kafa
gücünün de kullanılmaya başlamasıyla değişik safhalardan geçti. Bu,
aynı zamanda uygulanan stratejinin tamamen değişmesi anlamına geliyordu.
Sömürgeciler -daha sonraki ve günümüzdeki adıyla emperyalistler- önemli
bir sorunla karşı karşıya idiler: Dünyanın diğer
toplumlarını silah kullanmadan, kanlı savaşlara girişmeden sömürmeye,
kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmeye nasıl devam edebilirlerdi?
“Bilim adamları” uzun süre araştırdılar bu sorunun yanıtını, sonunda
bazı “bilimsel” bulgulara ulaştılar ve bunları İkinci Dünya Harbi’ni
izleyen yıllarda uygulamaya koydular.
Bu
Yeni Emperyalizm’in kurallarını, uygulanan oyunları anlamak için
biyoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin ana prensiplerini
hatırlamak ve bunların, insanların mutluluğu kadar sömürgecilerin
çıkarları uğrunda araç olarak kullanılabileceğini görmek lazımdır.
Ortaya konan bulgular; çıkarlarından başka kutsalları olmayan Çirkin
Batı’nın elinde, ateşli silahlardan daha etkili ve daha korkunç araçlar
haline getirilmiştir. Hayvanlar üzerinde yapılan denemelerden alınan
sonuçlar daha sonra diğer toplumlar üzerinde, sanayileşmesi engellenmiş
ülkelerin insanları üzerinde uygulamaya konulmuştur. Emperyalistler
sosyal bilimlerin verilerini de değerlendirmeyi ihmal etmemişler ve
“antropolojik” araştırmaları, emperyalizmin geliştirilmesinde en
güvenilir stratejik bilgiler olarak görüp benimsemişlerdir.
III) BİREYSEL İHTİYAÇLAR
Yeni
Emperyalizm’in Çevre ülkelerine yönelik uygulamalarında açlık olgusunun
bir silah olarak yerini görebilmek için, insanın biyolojik yapısının
önemli bir özelliğinden hareket etmek gerekir. Osman Nuri Koçtürk’ün
yapıtından faydalanıyorum.
A)
İnsanı biyolojik yapısı ve temel davranışları bakımından
incelediğimizde, bütün canlılar gibi varlığını koruma ve neslini
sürdürme gibi güçlü içgüdülerle (ihtiyaçlarla) donatılmış olduğunu
görürüz. İnsanoğlunun beslenme, barınma ve neslini sürdürme ihtiyaçları
bakımından sergilediği davranışlar, hayvanların davranışlarına çok
benzer. Bununla birlikte önemli bir farkı da hemen belirtmemiz gerekir:
İnsan doğuşundan itibaren önce ailesinin, anne ve babasının, çevresinin,
sonra okul ve din gibi kurumların,… güçlü etkileri altına
girmekte, bu kaynaklardan edindiği kültürün etkinlik derecesi ölçüsünde
esas itibariyle hayvana özgü olan davranışlardan kendisini
kurtarabilmektedir. Ne var ki bireysel (biyolojik) davranış, potansiyel
olarak daima önde bulunmaktadır. Bu açıdan, öncelikte, alınan eğitim,
bunun içeriği belirleyicidir. Kişi eğitim görmediyse veya eğitimin
içeriği elverişli değilse, bireysel davranış kesinlikle öndedir; eğitim
gördüyse, derecesine ve içeriğine göre sosyal davranış öne geçer; ancak
bireysel ihtiyacın gücü tamamen ortadan kalkmaz, koşullar oluştuğunda
yeniden belirleyici konuma geçer.
Gerçekten
geri kalmış ilkel topluluklarda eğitimden ve çevrenin etkilerinden
yoksun kalmış kimseler arasında biyolojik temel kaynaklı davranışlar,
sosyal davranışlara baskın çıkar ve bu açıkça kendisini gösterir. İşte
Emperyalizm’in kirli biliminin silah olarak kullandığı olgu budur.
Çirkin Batı insanın bu yönü üzerinde yoğunlaşmış, toplumları bu noktadan
değerlendirmeyi kendi çıkarları bakımından yararlı kabul etmiştir.
B)
Söz konusu olgu Batı dünyasında erkenden merak ve etüt konusu olmuştur.
gerçekten, açıkladığım noktadan hareketle, Batılı araştırmacılar
laboratuarlarda deneyler yaptılar; deneylerinden insanı tanıma
bakımından çok değerli bilgilere ulaştılar. Meyve sineklerinden
başlayarak, tavşanlar, kobaylar, fareler, maymunlar, hatta geri kalmış
ülke insanı üzerinde yaptıkları deneylerle pek çok gerçeği öğrendiler.
Emperyalistler araştırmalarını pek tabiî olarak bu safhada bırakmamış,
elde ettikleri biyolojik bulguları antropolojik verilerle de
pekiştirmişlerdir. Değerli bilim adamlarımızdan O. N. Koçtürk bu konuda
şu örneği veriyor: Analık duygusunun hangi noktaya kadar etkisini
muhafaza edebileceğini belirlemek için, bir maymunla yavrusunu dışarıdan
ısıtılabilen bir odaya koyan araştırmacı, oda zemini 80 derece
ısıtılınca, ana maymunun, yavrusunu kucağına aldığını ve analık
duygusuyla onu korumak istediğini gözlemlemiştir. Fakat zeminin ısısı
140 dereceye çıkarılınca, ana maymun yavrusunu yere koymakta ve üzerine
oturarak kendisini korumaya çalışmaktadır! Bu gözlem sömürgeciye şu
stratejik gerçeği öğretmiştir: Geri toplumun insanı -hatta eğitilmiş
toplumlarda bile- bireyin hayatını tehlikeye sokan bir ortama itilince
ahlak kuralları temelinden bozulabilmektedir. Örneğin analık duygusu
gibi saygı duyulan biyolojik bir davranış bile bozulmakta, şekil
değiştirmektedir.
Bu
müthiş gerçeği şöyle de ifade edebiliriz: İnsan en temel sosyal
ihtiyacını bile, bireysel ihtiyacı uğruna feda edebilir!
Vefasızlıkların, sadakatsizliklerin, ihanetlerin başlangıç noktası da bu
olsa gerek. Çirkin Batı’nın sömürgeci insanı bu olguyu şöyle
anlayacaktır: Öyle koşullar oluştur ki hedef aldığın insan hep bireysel
ihtiyaçlarını düşünsün, sosyal ihtiyaçları aklına bile gelmesin, hatta
onların bilincinde bile olmasın. Emperyalist demek ki şu düşünce ile
hareket edecektir: İnsan bencil bir yaratıktır, önce kendi çıkarlarını
düşünür. Esas itibariyle kendi fizikî yaşamını güvence altına alma
eğilimindedir. Bütün hayatı boyunca öncelikle kendi canı ve rahatı için
mücadele eder, kendi çıkarlarını korumak için uğraş verir.
IV) SOSYAL İHTİYAÇLAR
Durum
budur! Ancak tamamen de karamsar olmamak için bir sebep vardır. Şundan
ki insanın sözünü ettiğim davranışı mutlak değildir. Bütün insanların
birbirinin aynı olduğunu, aynı şekilde davrandığını söyleyemeyiz. Çünkü
her şeyi alt üst eden, önemli bir faktör çıkmaktadır karşımıza: Evet
insan “bencil bir yaratık”tır ama, terbiye yoluyla, eğitim ve öğretim
yoluyla, yapılabilecek telkinlerle ona toplumsallık duygusu da
aşılanabilir! Bu takdirde insan toplumsal çıkarlarla kendi öz çıkarları
arasındaki ilişkiyi görerek toplum için yaşama, toplum için çalışma
ideali gibi üstün bir eğilim ve davranış kazanabilir!
İhtiyaçlar
hiyerarşisi teorisi terimleriyle ifade edersek, en azından bazı
insanlar, bireysel ihtiyaçları aşarak sosyal ihtiyaçlar katına
yükselebilmektedir. Ancak tam bu noktada durup araya girmemiz gerekiyor;
çünkü bu durum, yani bazı insanların “sosyal ihtiyaçlar katına
yükselmesi” Emperyalizm’in asla istemediği bir durumdur! Çünkü insan
sosyal ihtiyaçlar katına yükselince başkalarını da düşünmeye, sosyal
sorunlarla ilgilenmeye, sorgulamaya, ideali uğrunda mücadele etmeye
yönelmektedir. İşte bu durumda emperyalizmin işi çok zorlaşır. Ancak Çirkin Batı karşılaştığı bu güçlüğü de aşmanın yollarını bulmuştur.
V) SİLAHIN KULLANILMASI
Bununla
birlikte hemen vurgulamam gerekir ki sosyal duygu, başka bir deyişle
sosyal ihtiyaç hiçbir zaman bencillik duygusu, yani bireysel ihtiyaç
kadar güçlü değildir. Emperyalist işte bu nispî zayıflıktan yararlanır,
sömürme hedefine ulaşmak için çeşitli yollara başvurur.
Temel ilke şudur: Sanayileşmesi
engellenen ülke insanları devamlı olarak bireysel ihtiyaç katında
tutulur, sürekli yoksul, aç, çıplak,… bir halde bırakılır. Böyle yapılır
ki onlara her isteneni yaptırmayı sağlayacak mekanizma kolayca
işletilsin. Demek ki açlık tamamen ortadan kalkmayacak, şu veya bu
ölçüde devam ettirilecektir.
A)
Sanayileşmesi engellenmiş ülke insanında bencillik duygusunun, toplumcu
davranıştan daha güçlü ve daha belirleyici olması, söz konusu insanları
çıkarları üzerinden ikiye ayırma ve bunları birbirine düşman ederek
çatıştırma imkânı sağlar sömürgeciye. Yeni sömürgeciliğin bilinçli
kurmayları için bu iş son derecede kolaydır. Bu maksatla:
i- O toplumda halk yığınları aç bırakılır veya ihtiyaç maddeleri bakımından dara düşürülür.
ii-
Bazıları ise nimete gark edilir. Bu durum, ekonomik sistem yoluyla
kendiliğinden ya da gayrimeşru yollardan sağlanır. Sömürülen ülkenin
insanına kişisel çıkarlarıyla ilgili imkânlar sunulur.
Böylece çatışma ortamı çok daha kolay olarak yaratılmakta, toplumcu davranış, bencil davranışların etkisi altında gücünü büsbütün yitirmektedir.
Açıkladığım
kurallara dayalı olarak yürütülen sömürü projelerinde emperyalistler
nadiren başarısızlığa uğrar. Çünkü büyük deneyimleri vardır, gerçeğin
böyle olduğunu geri toplumlardaki sayısız uygulamalarından
öğrenmişlerdir.
B)
Uyguladıkları “nimete gark etme” tekniğini açabiliriz: Fakir ülkenin
yoksunluklar içinde büyümüş, kısmen de olsa bu durumu devam eden
aydınına -ancak rüyalarda görebilecekleri- büyük imkânlar sağlayarak onu
kendi taraflarına çeker ve kullanırlar.
Çok
zaman hayatı yoksunluklar içinde geçmiş bir geri ülke aydınını davet
ederek, ona binbir gece masallarındaki gibi bir hayat yaşatmak, bir
otomobil, bir yazlık satın alması için imkân hazırlamak, karnını en iyi
şekilde doyurmak ve cinsel duygularını tatmin imkânı sağlamak; bu
insanın, sıklıkla kendi toplumuna ihanet etmesi için yeterli
olabilmektedir. Sömürgeci bireysel ihtiyaçların, örneğin beslenme
içgüdüsü ile cinsel duyguların, insanın biyolojik temelinde yatan en
temel duygular olduğunu bilmektedir. Kendi emellerine alet edecekleri
kişileri zayıf düşürerek bu yoldan ele geçirmekte, onların kendi
yurttaşlarına, kendi vatanına ihanet ettirebilecekleri bir noktaya
getirmektedirler. Çünkü -tekrarda fayda var- genel kural olarak bireysel
ihtiyaçlar, sosyal ihtiyaçlardan daha güçlüdür ve her an ön plana geçme
potansiyeli gösterirler. Bu güce direnmek, son derecede sağlam bir
ahlakî yapı gerektirmektedir ki, bu zırh az gelişmiş ülkelerde çoğu
zaman ihmal edilen bir araçtır.
Bir
diğer tekniğe göre, sömürülecek toplumda ticarî ve ekonomik
operasyonlarla önce bir açlık ortamı veya marjinal yaşama ortamı
hazırlanır. Bu hazırlıktan sonra ise, insanları çoğu zaman bir ekmeğe
satın almak mümkün olabilmektedir. Türkiye’de AKP’nin seçimlerde
kullandığı yöntem budur.
C)
Akla bir soru geliyor: Bu mekanizma emperyalist ülke toplumları için de
geçerli midir? O. N. Koçtürk soruyu şöyle yanıtlıyor: Emperyalistler
mekanizmanın, kendi toplumlarında işlemesini engelleme yolunu
bulmuşlardır. Bu amaçla kendi ülkelerinde toplumsal davranışı
güçlendirecek değerlerin geliştirilmesine özen göstermişlerdir. Bunu
sağlamak için de paraya dayanan ortak bir düzen kurmuşlardır. Kendi
insanlarını biyolojik temele dayanan bir bencillik duygusu yardımıyla
birleştirmeyi bilmişlerdir. Emperyalist ülkelerde çok zaman para,
bilinen bütün manevî değerlerin üzerinde bir değer taşır. Bu sayededir
ki parası, dolayısıyla çıkarı tehlikeye giren milyonlarca insanı tek bir
vücut gibi harekete geçirmek ve toplum çıkarları için tehlikeye atmak
mümkün olabilmektedir.
Bununla
birlikte ben Koçtürk’ün Batı toplumları hakkındaki bu tespitine bir
ekleme yapma ihtiyacı duyuyorum: Bana göre Batı halkları da tam
güvenlikte değildir. Bulunan yol, o ülke toplumlarını sömürmek için de
kullanılmakta olabilir. Şöyle ki kamuoyu rahatını, parasını kaybedeceği,
sonunda açlık tehdidi propagandası ile, egemen sınıfın çıkarı yönünde
belli yönlere sevk edilmekte olabilir.
D) Yeni sömürgeciliğin en çok üzerinde durduğu konu, insanın beslenme
ihtiyacı olmuştur. Çünkü insanın biyolojik yapısı ile davranışlarını bu
derecede etkileyen ve sömürgeciliğe elverişli olan başka bir silah yok
gibidir.
Nitekim eski ABD Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger 1970'li yıllarda şu ilginç sözü sarf etmiştir: “Petrolun kontrolü ile bütün bölge ve kıtaları, gıdanın kontrolü ile bütün insanları kontrol edebilirsin.”
Kissinger'in, 10 Aralık 1974 tarihinde Başkan Ford'a sunduğu ''Ulusal
Güvenlik Çalışma Muhtırası'' (National Security Study
Memorandum-NSSM200) adlı ünlü raporunda yer alan "Petrolü kontrol
edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.
Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir" ifadesi emperyalistlerin gıda maddelerini bir silah olarak kullandıkları hakkındaki önemli bir belgedir.
Yine
1974 yılında Roma'da düzenlenen Dünya Tarım Konferansı'nda, ABD Tarım
Bakanı Earl Lauer Butz sömürgeci niyetlerini gizleme ihtiyacı bile
duymadan şöyle demiştir: "Gıda pazarlık masasındaki en önemli
araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı
olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu
arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek, bana kalırsa mükemmel
bir yöntemdir."
SONUÇ
Yazımı sonuç yerine geçeceğine inandığım bir öykücükle bağlamak istiyorum.
Filler
geniş vadilerde yaşar, ancak hep aynı yoldan gider gelirlermiş. Fil
avcıları bunu bildikleri için, fillerin geçeceği yola derince bir çukur
kazar; üzerini dallarla, çalı çırpıyla örterlermiş. Fil kafilesi bu
çukura yaklaşınca, doğal olarak en önde olan fil çukura yuvarlanırmış.
Bunu
gören fil avcıları simsiyah giysiler içinde, yüzleri maskeli olarak
çıkagelirlermiş. Çukurdan kurtulmaya çalışan fili ellerindeki kırbaçla
dövmeye başlar, aç bırakır, su bile vermezlermiş.
Birkaç
gün sonra aynı avcılar, bu sefer beyaz giysiler içinde gelir, filin
karnını doyurur, susuzluğunu giderir, okşar, severlermiş. Fili böylece
kendilerine alıştırır, oradan çıkarır, alıp götürür, ömrü boyunca kendi
işlerinde köle gibi çalıştırırlarmış.
Anlaşılıyor
ki besin silahı kolay kolay gündemden düşecek gibi değil. Daha çok
kullanılacak, kapitalizm oldukça da kullanılmaya devam edecek. Meğerki “mazlum
milletler” uyansın, bir araya gelsin, Emperyalizm’in karşısına tek bir
vücut olarak dikilsinler. Peki bu nasıl sağlanacak? Bütün mesele aslında
budur. Sanayileşmeleri engellenen ülkelerin aydınları öncelikle bu
sorun üzerine kafa yormalı, bu sorun üzerine araştırmalar yapmalı,
politikalar geliştirmelidir.
[i] İncelememde şu kaynaktan geniş ölçüde faydalandım: Osman Nuri Koçtürk, Barış ve Emperyalizm, Ararat Yayınevi, İst., 1968.