5 Aralık 2014 Cuma

Atatürk'ün Arap,Suriye ve Musul Siyaseti Hakkındaki Görüşleri

Cihan Dura


 



İki Mustafa Kemal vardır:
Biri ben, et ve kemikten…, diğeri sizler, ölümsüz olan.
M. K. Atatürk

-Millî Mücadele sırasında, Cumhuriyetimizin ilk yıllarında ve daha sonra 1937’de Suriye vesilesiyle, Araplarla olan ilişkilerimiz hakkındaki görüşlerimi şöyle ifade etmiştim:
-Araplara karşı siyasi formülümüz şudur: Her millet kendi içinde bağımsızlığını kazandıktan sonra, “konfederasyon” halinde birleşmek.

-Bugün tutsaklık elemleri altında inleyen birçok dindaşımız vardır. Bunlar için de, kendi muhitlerinde bağımsızlıklarını kazanmaları ve tam bir bağımsızlık ile ülkelerinin gönenç ve yükselmesine gayret sarf etmeleri en büyük dileklerimizdendir.
-Musul Türk’tür. Bu hakikati hiçbir şey değiştiremez. Musul vilayeti büyük petrol zenginlikleri ve bir stratejik set olması bakımından, bizim için esaslı bir öneme sahiptir. Avrupa’daki bütün milli sınırlar bugün stratejik değerlendirmeler üzerine kuruludur. Bizim aynı prensibi kabul etmemize neden engel olunsun?


-Ben milletimin mevcudiyetini kurtarmak için işe başlarken, ne yazık ki, Suriye’yi, Irak’ı, bütün İslam dünyasını, zorunlu olarak biraz ihmal etmek mecburiyetinde kalmıştım. Çünkü bütün bu âlemi toplayan büyük imparatorluğun enkazını, bizim kadar dostlarımız ve dindaşlarımızın da görmüş olduklarını biliyorum. Ben şahsen bütün camia için gayret sarf etsem bile bazı kitlelerde hâsıl olmuş bulunan zihniyetler, bizi birbirimize yaklaştırmayacak kadar önemli idi. Bu nedenle, ben bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk içindeki Türk olan unsura hasretmek zorunda kaldım. Ancak bu işi yaparken çok emindim ki yüzyıllardan beri birlikte yaşamış, dindaşlık yapmış insanlar ayrılamazlar. Yalnız, imparatorluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet birlikte yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zamanın geçmesi lazımdı. Bu günün henüz gelmiş olduğuna itiraf ederim ki kani değilim. Fakat o dediğim gün gelecektir. 

- İşte bu hakiki güneşin doğduğu günü anlamak için, biz ve dostlarımız, güneşi saymayanların haksız baskılarından ilham almak için daha fazla beklememeliyiz. Türkiye Cumhuriyeti gayet açık konuşmak mecburiyetindedir. Ben söylüyorum ki, İslam âlemi, Suriye milleti ve devleti tamamıyla ve kesinlikle bağımsız olmalıdır. Bunu, burada söylediğim gibi, Fransızların ve dünyanın önünde tekrar etmek, benim için şeref ve zevktir. Bizim, Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir mevcudiyetten asla korkusu olmadığı içindir ki, ben bu sözleri böyle açıkça söylüyorum.

-Ben makul olmayan bir şeyi hayatımda asla düşünmedim. Dünyanın, insanlığın, hakiki mantıklı gördüğü bir şeyi, hangi millet olursa olsun, bir takım makul olmayan ve adi çıkarlar peşinde koşarak onu yapmamaya girişirse, ben, kuvvet kullanmadan onların mağlup olacağına eminim.

-Fransız hükümeti aklını başına toplasın. Daima Türkiye Cumhuriyeti’nin arzu ettiği şey, Suriye’nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Suriye’yi kıskıvrak ellerine almak istiyorlar. Fransızlar bizimle ve Suriyelilerle dost olurlarsa, elbette daha iyi olur. Fransızlar Suriyelileri adam yapmak istiyormuş. Fakat önce kendileri adam olsunlar. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur.   

-Bütün kabahat Osmanlı İmparatorluğu’ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu’da idim. Ben Talat Paşa’ya teklif ettim. “Suriye’ye, Irak’a bağımsızlık veriniz,” dedim. Talat Paşa “bunu başkasına söyleme, seni asarlar” dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi, Türkiye, Suriye ve Irak, ki zaten kardeştirler, bugün daha samimi kardeş olacaklardı, bağımsız Türkiye, Suriye ve Irak... Belki çok karmaşık şeyler oldu. Suriyelileri, Iraklıları yanlış yollara sevk eden durumlar oldu. Fakat artık bunlar değişti. Fransızlarla, İngilizlerle, herkesle dost olalım; fakat benliğimizi kaybetmeyelim. Onlar da artık bizim varlığımızı, değerimizi anlasınlar, bağımsızlığa hürmet etsinler. Onlar bizi köle olarak kabul ederlerse, bundan elbette memnun olunmaz. Emir altında olamayız. 

-Ben makul olmayan şeyleri kabul etmemiş olmakla iftihar ederim. Bir Fransız generali gelsin, bütün bir millete hükmetsin. Suriyeliler henüz olgun değilmiş. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Tarih ne yazık ki, yanlış anlaşılmıştır. Suriyeliler mükemmel şekilde medeni iken, acaba Fransızlar ne durumda idi? Daha birçok sorunlarımız vardır. Fakat ve ne yazık ki, bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Biz kuvvet yapabiliriz. Türkiye kuvvetini kurmuştur. Suriye mükemmel şekilde kuvvet yapabilir. Fakat Suriyelilerin ellerini kollarını bağlamışlar. Çözünüz onları, koparınız o bağları! Biz Türkler, sizi seven dostlarınız. Tabii bu sorunları diplomatik kanalla takip edeceğiz. Fakat onlar bize galebe çalamazlar. 

-Ben ve hükümetim Suriye’nin bağımsızlığını istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa, Fransızlara da söyleyecek sözlerimiz vardır. Ona da kefilim. Suriyelilerin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz yeter. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkarım. Dilerim ki, buna mecbur olmayalım. Kesinlikle bırakamam. Suriye’yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Siz Suriye’yi yönetenler! Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Kokmayınız. Bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmazsanız, her şeyi yaparlar. Bundan emin olunuz.

KAYNAK: Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları.

18 Kasım 2014 Salı

Savunma Sanayimizin İlk Bombacısı Şakir Zümre






Uçak bombaları yaptık, yabancılara sattık...

Yerli Seyir Füzesi SOM, yerli akıllı bombalar. Hiç düşündünüz mü, 1920'li, 30'lu yıllarda bir Türk sanayici uçak bombası yapıyordu. Hem de bunları ihraç ediyordu.Şakir Zümre'nin müthiş girişimciliği ile başlayıp sonu hüsranla biten ibretlik hikayesi..

Savunma sanayi alanında üretim yapan, Türkiye'nin ilk ve en büyük özel sektör fabrikasının temelleri 1925 yılında İstanbul, Haliç'te atıldı. Fabrika, Türk girişimci Şakir Zümre tarafından ve tamamı yerli sermaye ile kuruldu.

Fabrikanın kurucusu Şakir Zümre, 1885 Varna doğumludur. Bulgaristan' daki Türkler içinde Avrupa''da eğitim görebilme olanağı bulan ilk Türk gençlerden biridir. Varna''a ilk ve ortaokulu bitirdikten sonra lise ve yüksek eğitimini Cenevre''e tamamladı. 1908'e Cenevre''e hukuk fakültesinden mezun oldu. Birinci Dünya Savaşı''da, Varna Türk milletvekili olarak Bulgar Parlamentosu' da bulundu. Ve o yıllarda Sofya''a görevli bulunan, Türk Askeri Ataşe, Yarbay Mustafa Kemal Bey (Atatürk) ile yakın arkadaşlık kurdu.

İSTİKLAL MADALYALI SANAYİCİMİZ


Şakir Zümre ile Atatürk arasında Sofya'da başlayan yakın arkadaşlık ve dostluk, Türkiye'nin Ulusal Bağımsızlık Savaşı yıllarında da artarak devam etti. Mareşal Fevzi Çakmak'ı' yakın akrabası olan Şakir Zümre, Anadolu'da bağımsızlık savaşı veren ulusal güçlere, yurt dışından silah ve cephane göndererek, imalat-ı Harbiye" konusunda uzman, usta ve teknisyen bularak hizmet etti. Bu hizmetlerinin karşılığında TBMM tarafından İstiklâl Madalyası ile ödüllendirildi.

Büyük zaferin kazanılmasından ve cumhuriyetin ilanından sonra Bulgaristan' dan ayrılarak Türkiye'ye geldi. Atatürk'ün uygun görmesiyle Türkiye'nin savunma sanayinde ilk özel sektör fabrikasını kurdu.

Şakir Zümre uzun yıllar Türk ordusunun gereksinimi olan silah ve cephanelerin üretimini yaptı. Şakir Zümre Bulgaristan' dan getirilen yabancı usta ve teknisyenler ile ilk yapıma başlamış ve kısa bir süre sonra fabrikada yerli işçi ve usta yetiştirmeyi başarabilmişti. Ve 30'lu yıllarda artık fabrikanın tüm personeli Türkler'den oluşmaktaydı. Fabrikanın çalışmaları ise artık çok daha geniş bir alana yayılmıştı.

Türk ordusunun Hava Kuvvetleri'nin ilk cephane gereksinimleri Şakir Zümre Fabrikası tarafından üretilmiştir. Bu bombalara ait kullanma biçimleri Şakir Zümre Fabrikası'nın teknik ekibi tarafından projelendirilerek "tarifnameleri" hazırlanmış ve 1939 yılında kitap olarak Şakir Zümre tarafından yayımlanmıştır. Türk ordusuna ait İmalat-ı Harbiye Fabrikaları, Şakir Zümre Fabrikası ile müşterek silah üretimi ve revizyonlar yapmıştır.

İLK YERLİ UÇAK BOMBALARI

Türk Hava Kuvvetleri'ne ait ilk bombardıman uçaklarının kullandığı ilk bombalar Türk malıdır ve büyük bir bölümü Şakir Zümre Fabrikası'nda üretilmiştir. 100 kg, 300 kg, 500 kg, ve 1000 kg .'lık uçak bombaları ve çeşitli yangın bombaları bu fabrikada seri olarak üretilmiştir.

Türk Deniz Kuvvetleri'nin gereksinimi olan çeşitli boylardaki su bombaları ve cephaneler de fabrikanın seri üretimleri arasındadır. İlk Türk denizaltı su bombaları da bu fabrikada üretilmiştir.


Türk Kara Kuvvetleri'nin gereksinimi olan silah ve cephaneler, eğitim bombaları, işaret ve aydınlatma fişekleri ve bu fişekleri ateşlemeye yarayan silahlar Şakir Zümre Fabrikası'nın en çok ürettiği ürünlerden olup el bombasından top kamasına ve çeşitli çaplarda kara mayınlarına değin, Türk ordusunun gereksinimi olan çeşitli cephaneler, bu fabrikada Türk teknisyen ve ustalar tarafından yapılmıştı.

Şakir Zümre Fabrikası çeşitli ülkelerden siparişler almış ve yurt dışına da üretimler yapmıştır. İhracat yaptığı ülkelerden kimileri Yunanistan, Bulgaristan, Polonya ve Mısır'dır. Yunan ordusunun "bomba" gereksinimini karşılamak üzere 1937 yılının Şubat ayında Yunanistan'la yapılan 1,5 milyon liralık "iş sözleşmesi", Türkiye'de büyük bir ekonomik zafer olarak değerlendirilmiş ve gazetelerimizin birinci sayfalarında önemli haberler arasında yer almıştır:

Harp Sanayimizin Büyük Bir Zaferi... Yunanistan bizden 1,5 milyon liralık bomba satın alıyor" başlığıyla bildirilen haberde, dönemin Yunanistan Başbakanı General Metaksas'ın şu sözlerine de ver verilmektedir:

"Bombaların iyiliğine olduğu kadar, ne bizim tarafımızdan Türkiye'ye ne de Türkiye tarafından bize karşı kullanılmayacağı na da itimadımız vardır."

UÇAK BOMBALARINI POLONYA SATIN ALDI

Şakir Zümre Fabrikası'nda üretilen uçak bombaları Alman saldırısı karşısında, hava kuvvetlerini güçlendirmek amacıyla Polonya tarafından da satın alınmıştır.

Türk Savunma Sanayi Tarihi'nde önemli ve şerefli bir yere sahip olan bu fabrika, ülkemize çok büyük ve unutulmaz hizmetlerde bulundu.

Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nın yokluklarla dolu yıllarında, ordumuzun silah ve cephane gereksinimini karşılayabilmek için yoğun bir biçimde çalıştı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında fabrikada çalışan işçi sayısının 2 bine çıktığı zamanlar olmuştu. Bu yıllarda fabrikanın en büyük sorunlarından biri, uluslararası ulaşım yollarının kapalı ve abluka altında olması dolayısıyla fabrikanın hammadde, teknik alet ve makine gereksinimlerinin karşılanamamasıydı.

MARSHAL YARDIMLARI ONU BİTİRDİ

İkinci Dünya Savaşı'nın bitmesi ve Türkiye'ye yapılan Amerikan silah yardımlarından sonra Şakir Zümre Fabrikası savunma sanayi üretimlerine son vermek zorunda kalmıştı. Bu tarihten sonra tarım aletleri, pik malzemeden yapılmış sıhhi tesisat malzemeleri, elektrik kofraları gibi ürünlerle üretimine devam etmiştir. İş Bankası kumbaraları, Şakir Zümre'nin uzun yıllar ürettiği ürünlerden biriydi
. Türk özel sektöründe üretilen, mazotla çalışan, 5 beygir gücünde ilk motor da Şakir Zümre Fabrikası'nda üretilmiştir.

"Şakir Zümre" adını bir marka biçimine getiren ve Türk halkının belleğinde iz bıraktıran, üretmiş olduğu ünlü Şakir Zümre sobalarıdır. Bu sobalar, Türk halkının sosyal sınıflarının zevk ve gereksinimine göre üretilmişti. Zonguldak, Zümre, Ağaçlı, Alman, Çiftlik ve Köylü modeli bir Şakir Zümre soba klasiğidir. Halk arasında "kuzine" denilen fırın olarak da kullanılabilen soba en çok ilgi gören modellerden biriydi.

Fabrika, 1946 Haziranı'nda anonim şirkete dönüştürülmüş, kurucusu Şakir Zümre'nin 16 Haziran 1966'da yaşamını yitirmesinden sonra 1970 yılında kapatılmıştır.
Haber Kaynağı: Türk Savunma Sanayi

11 Kasım 2014 Salı

Mustafa Kemal’e Çeşitli Saldırılar Üzerine Bazı Düşünceler



   İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi 1920
Vildan Sevil
Cumhuriyet, bu topraklar üzerinde, dünyada esen Aydınlanma ve Ekim Devrimi rüzgârının etkisiyle bir İslam toplumunda kuruldu. Ancak her toplumsal yönetim gibi o da dünyanın ve ülkenin nesnel koşullarının gerektirdiği, elverdiği ölçüde başarılı oldu. Devrimi yapan  burjuvazi  olmadığı için,  demokrasi  ayağı topal kaldı, baskıcı yanı ağır bastı.

M. Kemal, yiğit, anti-emperyalist ve bilimsel düşünceye inanmış bir ulusal kurtuluş savaşı önderiydi. Ölüm yıldönümünde, Mustafa Kemal’i, bu özellikleriyle, saygıyla, sevgiyle anıyorum.

Bugün, cumhuriyetin kazanımları ve önder olarak M.Kemal, eleştiri sınırlarını çok aşan bir saldırı altında. Bunu, haksız ve acımasız buluyorum.

Saldırının asıl kaynağının; kapitalizmin bu son evresinde, paranın, silahın, gücün ve onu besleyecek, yaşatacak olan postmodern ideolojinin rahat dolaşımını ve egemenliğini sağlamakta, ülkelerin sınırlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden çizmek istemesinde olduğunu düşünüyorum.

Kapitalizm, bu amacı doğrultusunda, özellikle Yakındoğu ve Ortadoğu’da, dinsel, mezhepsel, etnik çatışmaları alabildiğine kullanıyor; koca bir coğrafyayı kan gölüne çeviriyor. Bu yolla, anti-demokratik yönetimlerle ya da diktatörlüklerle ezilmiş halkların inançlarını, etnik yapılarını, “Özgürlük, kurtuluş, insan hakları” vaatleriyle kendi güdümüne alıyor.

Emperyal güçlerin, dinsel ideolojiye ve dinsel eğitime de şiddetle gereksinimi var. Onlar için teknolojiyi geliştirecek eğitim şimdilik yeterli. Tevekkül eden  yığınlar yaratmanın, çağı yorumlayacak felsefe ve bilimden, düşünceden uzaklaştırmanın en denenmiş ve kolay yolu ise dinsel ideolojiyi, onun dayattığı yaşam biçimini egemen kılmaktır. Böylece rahat güdümlenen, gönüllü köleler ve sürülerden oluşmuş toplumlar yaratmayı amaçlıyor Yeni Dünya Düzeni.

Cumhuriyet kurulurken, M. Kemal, bağımsızlığı, Batı’da gelişen uygarlığa ulaşmayı, dinin yerine bilimselliği egemen kılmayı amaçlıyordu. Bunların ne kadar gerçekleştiği, izlenen yol ve yöntemler,  tartışma ve eleştiri dışı olmamalı elbette. Buna karşın, dünya egemenlerinin, M.Kemal ve cumhuriyete saldırısının altında yatan asıl nedenin, yapılan yanlışları sürekli öne çıkarmak suretiyle halkları kışkırtmak ve cumhuriyeti var eden amaçları unutturmak amacıyla yapıldığını da görmezden gelemeyiz. Asıl amaç, anti-emperyalist bir başkaldırıyı ve bilimciliği unutturmaktır. Çünkü YDD’nin buna gereksinimi vardır.

Cumhuriyet döneminde yapılan yanlışlar nedeniyle kökleşmiş tarihsel ezilmişlik ve çekilen acılarla kalıtsallaşan duyguların etkisiyle bu tuzağa düşmek, tüm halklar için yeni acıların doğumuna neden olacaktır. Bu yanlışları,  gerçekçi değerlendirmemek, yadsımak ise şoven duyguları, düşmanlıkları körükleyen bir yaklaşımdır. Ezilenlerin kurtuluşu, birbirine düşmanlıkla değil, birlikte savaşımla başarılabilinir.

M.Kemal ve cumhuriyete  saldırının amacı yukarda belittiğimiz gibi olmasaydı eğer, cumhuriyetin göreceli kazanımları her alanda  geri alınmaz;  yerine küresel egemenlerin buyrukları doğrultusunda yapılanma ve dinsel gericilik konmazdı. Halkların barışçıl ve kardeşçe yaşama koşulları yaratılır; düşmanlıklar körüklenmez; toplumun enerjisi barışa ve üretime, yoksulluktan kurtulmaya yönlendirilirdi.

Diğer yandan, nesnel bir M. Kemal ve cumhuriyet dönemi eleştirisi için  gericiliğin iktidarına sığınılmaz, onun peşine takılınmazdı. 1968 kuşağının yaptığı gibi tarihten ders çıkarmayı amaçlayan nesnel eleştiri daha da geliştirilirdi. Elbette, bugünlere gelinmesinde, cumhuriyeti yalnızca burjuvazinin çıkarlarını gözeterek, ilerici düşünceleri cezalandırarak, ezerek yönetenlerin rolü çok büyüktür. Bu gelişmelere tepki olarak, bu yanlışların hâlâ sürdürülmesinin, çeşitli renkleriyle kendilerini Kemalist, Atatürkçü olarak ifade edenlerin, kişiye tapıncı getiren biçimsel sahiplenmelerinin ve sola düşmanlığının da aynı derecede anti-emperyalist ve bilimci özden uzaklaştıran, itici bir yaklaşım olduğunu  belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda, iki ucun da vardığı noktanın, küresel egemen güçlerin ve gericiliğin ekmeğine yağ sürdüğünü görmezden gelemeyiz. Ağıtların, tapınç nidalarının ve posterlerin yani  biçimsel sahiplenmelerin bugüne kadar yarar sağlamadığı artık anlaşılmalıdır.
Kemalizmin, Atatürkçülüğün, cumhuriyet tarihi boyunca iktidar hırsları ve çıkarları uğruna çeşitli kılıklara sokulup kullanıldığı da bir gerçektir. Buna karşın, hâlâ tek bir Kemalizm ve Atatürkçülük olmadığı, anti-emperyalist ve aydınlanmacı yanına sahip çıkan güçlerin varlığı, M.Kemal’in tarihsel bir kişilik olarak önemi  unutulmamalıdır. Eleştirel bakışta, bu gerçeği atlamak, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı savaşım veren güçleri zayıflatır. Böyle düşünen Kemalistler de, YDD’nin dayatmalarını ve ona karşı olan güçleri iyi saptayıp dostça birlikteliklere açılmalıdır.

M.Kemal, başlangıçta  bağımsızlığı  savununurken ve ''Ben, manevî miras olarak hiç bir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır.'' derken samimiydi.  

“İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat (yol) uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” derken de samimiydi. Sonraki gelişmeleri de dünyanın ve ülkenin o günkü gerçeklerinden kopararak değerlendirmek, bizleri yeni yanılgı ve tuzaklara düşürür.
Bugün, tarihi ve günümüzü kavrayabileceğimiz gerçekçi, nesnel çözümlemelere ve  insanlığın düşmanlarına karşı çok  geniş birliktelikteliklere şiddetle ihtiyacımız var.


Unutmayalım ki hepimiz tarihin öznesiyiz.

 10.11.2012
  Vildan Sevil

2 Kasım 2014 Pazar

Şehit Ögretmen Neşe Alten

 

 

ŞEHİT ÖĞRETMEN NEŞE ALTEN’İN HEYKELİ DİKİLSİN. O HEYKEL ÖĞRETMENLERİMİZİN VATAN SEVGİSİNİN SİMGESİ OLSUN!



Cihan Dura


“Ben öğretmenim. Bayrağımın dalgalandığı her yere giderim.”

Siz Tekirdağ'lı Neşe öğretmenin öyküsünü bilir misiniz?

Bugün, hükümetimizin kendisiyle müzakere yürütme teslimiyetine düştüğü katilin işlettiği yüzlerce cinayetten biridir bu. Bizzat kendi verdiği emirdir.

Neşe Alten 1993 yılında eğitim fakültesinden mezun oldu, aynı yıl ataması yapıldı Diyarbakır'ın, Bismil ilçesine. Neşe öğretmen daha 22 yaşındaydı ve cıvıl cıvıl bir kızdı.

Ataması, Bismil ilçesine çıkınca ailesi gitmemesi için baskı yaptı, yalvardı ona, ama o: " Bayrağımın dalgalandığı her yere giderim" diyerek kararlı olduğunu bildirdi.

Babası çaresiz, “seni yalnız başına gönderemem” dedi ve kızıyla birlikte gitti Bismil'e. İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ona tayininin Çavuşlu köyü ilköğretim okulu olduğunu söyledi.
Köye ulaştılar. Okul denen bina neredeyse bir ahırdan farksızdı. Camlar, sıralar kırılmış duvarlar boyasızdı. Köy muhtarına gitti Neşe Öğretmen. “Yardım edemeyiz” yanıtını aldı. “Ücretini ben karşılarım, usta bul”, dedi. Muhtar tamam, dedi. Tam üç aylığına mal olmuştu. Ama olsun, okul, okul olmuştu.
Neşe Öğretmen tam bir ışık kaynağıydı. Dersler başlamış, keyfine diyecek yoktu.

Ve 1993 yılının o uğursuz 26 Ekim akşamı…
 Neşe öğretmen yorgun argın evine gelmiş, babasıyla yemek yiyecekti. O akşamki rızık bir kaç tane sivri biberdi. Yanında yoğurt ve ekmek...
Derken, kapı sert bir şekilde yıkılırcasına çalınır. Baba, “kim o” der. Dışarıdan biri seslenir: "Açın, köydeniz. Neşe öğretmene bir şey soracağız”.
Kapı açılır ve karşılarında silahlı iki hain belirir.

Türkçeyi iyi konuşan biri babasına sertçe bir tokat atar ve gürler: "Biz kamuoyuna açıklama yapmadık mı? Baskıcı TC'nin hiç bir öğretmenini, Kürdistan'a, önderliğin emriyle sokmayacağız, demedik mi ulan?"
Arkadaki hain silahını çeker ve babanın şakağına dayar, tetiği çeker.

Neşe öğretmeni saçlarından tutup sürükleyerek köyün dışına götürürler. Ağıza alınmayacak sözler söyleyerek önce sol göğsüne 5 mermi, sonrada sağ göğsüne 5 mermi sıkarlar.
Neşe Öğretmen oracıkta şehit düşer.

Ey Millet!...
Unuttuk mu Neşe Öğretmeni?
Hep unutmaktan değil mi, bütün bu başımıza gelenler?
Gelin, Neşe Alten’in heykelini dikelim. O bize unuttuklarımızı hatırlatsın:
Vatan sevgisini, bayrak sevgisini, millet sevgisini…
Ve ülkenin bölünmez bütünlüğünü…
Atatürk’ü!...

KAYNAK: Şu kaynaktan, bazı eklemeler ve düzeltiler yaparak aldım: https://www.facebook.com/sarkoy?fref=photo#!/photo.php?fbid=10152582715448962&set=a.10150411474383962.364120.781553961&type=1&theater

29 Ekim 2014 Çarşamba

29 Ekim... Elveda Eski Türkiye !... Merhaba Yeni Türkiye !...












http://gaziantephaberler.com/images/b2.png



Vildan Sevil


(Sevgili okur, bu yazı, alıştığınız yazılarımdan farklı, zorunlu olarak uzun oldu. Ne yapabilirdim ki? Elveda demek de zor, karşılama töreni de… Sabırla okumanız umudu ve dileğiyle…)

Çocukluğumdan Bir İz düşüm

Dedem, Birinci paylaşım Savaşında, Osmanlı ordusunun bir neferi olarak Osmanlının Yemen vilayetinde  yedi yıl İngilizlerin elinde esir kalmış. Döndüğünde ise kendi ülkesi işgal altında ve  Kurtuluş Savaşı…

Dedem, deriden yapılmış çarıkları, hayvan dışkıları arasında çıkan arpaları yediklerini anlatırdı. Sonradan da çok duydum okudum bu gerçeği.
Annem, Kurtuluş Savaşı’nda, 1921’de, Yalova’dan dağları aşarak Kandıra’ya doğru katır sırtında kaçarlarken doğmuş.

O topraklarda nice kanlı anılar uyuyor şimdi. İşgal güçlerinin kurşuna dizdiği, dere yataklarına  atarak şehit ettiği, cenazesi bile bulunamayan amcalar, dayılar, ağabeyler… Yani dedelerimiz…

Dedem, şehit kardeşinden emanet, henüz ergenliğe girmiş yeğenlerinin de bulunduğu ailesini güvenli bir yere ulaştırıp milislere katılma telaşındayken, düşman onlara yaklaştıkça, yeğenlerini, gebe karısını tecavüzlerden korumak için kendi elleriyle vurmayı düşünmüş kaç kez. Neyse ki gerçekleştirmeden düşmanın yön değiştirdiği haberi gelmiş. 2014’de, yüzyıl sonra, aynı korkuyla kızlarını yok ederek IŞİD’den korumaya çalışan Ezidi ve Türkmen babaları anımsadınız mı?
Komşu komşu yaşayıp giderken birdenbire birbirine düşman edilen, birbirini katleden Ermeniler, Rumlar, Türkler… Gebe kadınlar, ana rahminde sürgülenen fetüsler, ha doğdu ha doğacak, rahmin ağzına günışığını merakla dayanmış bebeler… Yerlerinden yurtlarından sürgün edilenler… Mallarına el konulanlar… Hepsi aynı toprakların evlatları… Her savaşın, kirli, kaçınılmaz, onarılmaz anıları, yaraları…

Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğuşu

İnsanlık, 17. ve 18. yüzyıllarda, gelişen ticaret ve yeni doğan sanayi sınıfının/burjuvazinin, derebeylerinin zorbalığından usanmış acılı köylülüğün gücünü arkasına alarak feodal imparatorluklardan, monarklardan ve monarkların kitleleri uyutan baş ortakları kiliseden kurtulmak için savaştı. Hâlâ hüküm süren son sömürücü sistem kapitalizm böylece egemenliğini sağladı, ortak pazarlar, dinin egemenliği yerine milliyetlerin öne çıkarıldığı ulus devletler ve ulusal bütünlüğün sağlanması için de ulusal dil ve ulusal tarih bilinci yarattı. Direnen eskiyi yıkmak, yeniyi kurmak için çok acı çekildi, çok kan döküldü.

20. yüzyıla gelindiğinde, sanayi ve ticaretini iyice geliştiren Avrupa ülkelerine, kendi pazarları yetersiz geldi. Sanayi toplumu yoğun emek sömürüsüyle daha çok üretiyordu. Üretim fazlalarını satmak, daha çok üretmek, daha çok satmak, daha çok zenginleşmek için kendilerinin bulunduğu aşamaya gelmeyen diğer dünya ülkelerine göz diktiler. Ulusal pazarlar yetmez oldu. Kendi aralarında güç ve egemenlik savaşları başladı.

Avrupa topraklarından Afrika’ya, Yakın ve Ortadoğu’ya uzanan, çok geniş, fakat sanayi ve ticarette çok geri kalmış, etnik ve dinsel olarak birbirinden farklı pek çok halkı barındıran Osmanlı İmparatorluğu, bu farklılıkların derinleştirilmesi, kışkırtılmasıyla güçten düşürülerek emperyalistler tarafından Birinci Paylaşım Savaşında param parça edildi. Zaten gelişen kapitalizm tarafından ekonomik bağlamda çoktan teslim alınmıştı.

Bugün olduğu gibi o zaman da dinsel, etnik kimliklerin farklılığı, milliyetçilik, halkları kışkırtmakta, kendilerine bağlaşıklar sağlamada emperyalistlerin tepe tepe kullandığı kültürel özelliklerdi. Hani şu cetvelle çizilmiş emirlikler, şeyhlikler, sultanlıklar böyle ulusal devletler haline geldi ve çoğunluğu hemen emperyal güçlerin egemenliği altına alındı.

Halklara zenginlik ve kurtuluş vaadiyle  bu büyük gasp olayında, emperyalistlerin Kızıl Elma, Ergenekon, Türklerin birliğinin sağlanacağı vaadiyle Turan ülkülerine kapılan İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal Paşalarının hizmetini de unutmamak gerek.

Sonuçta koskoca Osmanlı İmparatorluğundan  kala kala Anadolu ve Trakya’da küçük bir parça kaldı. Ve yanmış yıkılmış bir ülke, aç sefil bir halk. Saray erkanından ve devlet kadrolarında çalışanlardan başka kimsenin okuma yazması olmayan eğitimsiz, cahil bir halk… Erkeklerini savaşlarda yitirmiş kadınlar, babalarını görmeden büyüyen çocuklar…

1923’te Cumhuriyet işte bu koşullarda kuruldu. Her türlü geri düşünceyi barındıran, dünya egemenlerinin her türlü kışkırtmasına açık bir toplumda, ümmetten millete, monarşiden ve dinsel önderlik olan hilafetten egemenliğin daha geniş kesimlerce paylaşılabileceği cumhuriyete geçildi. Kapitalizmin, bir üst aşaması olan emperyalizme evrilirken, dünyayı ele geçirmeye, paylaşmaya uğraştığı bu tarihsel anda.

Ne var ki tam da bu tarihsel anda, emperyalizm daha çok sömürü, daha çok  kâr, daha çok egemenlik yolunda ilerlerken önüne bir “Heyüla”, bir can düşmanı çıkıverdi. 1917 Sovyet Devrimi.  İnsanlığın özgürlüğe, mutluluğa ulaşmasının tek yolunun sömürünün, insanın insana kulluğunun ortadan kalkmasıyla gerçekleşeceğini haykıran o büyük devrim.

1789’da, özgürlük, eşitlik, adalet vaatleriyle kilisenin ve monarkların egemenliğini sonlandıran ama vaatleri bir türlü gerçekleşmeyen büyük Fransız Devriminden sonra ikinci büyük adımını atıyordu insanlık.

Zenginliklerin, gücün sömürüden doğduğunu ve bu gücün, yeryüzünde çok küçük bir azınlığın elinde olduğunu, büyük çoğunluğun ise yoksulluğu, mutsuzluğu pahasına elde edildiğini fark ediyordu insanlık. Sovyet Devrimi buna başkaldırının simgesi oldu, insanlığa bu bilinci haykırdı.

Kapı komşusunda gerçekleşen bu devrim elbette etkiledi cumhuriyetin kurucu kadrosunu. Çarlığı yıkan yeni Sovyet Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşında ve kuruluş aşamasında yardım da etti. Osmanlı’da  sanayinin gelişmemiş olması, demokratik devrimi sürükleyecek ulusal burjuvazinin yokluğu,  işçi sınıfının yok denecek kadar azlığı, feodal yapının ekonomik ve kültürel olarak topluma damgasını vurduğu ülkede yeni rejim ve devrim kısa sürede emperyalizmin kucağına düştü.
Yabancı şirketlerin millileştirilmesi, Sovyet  desteğiyle kurulan ulusal sanayinin kuruluş dönemi kısa sürdü.

Devlet eliyle ite kaka var edilmiş ulusal burjuvazi çıkarlarını emperyalizme bağlanmakta gördü. Aşiret reisleri, toprak ağaları ve taşra eşrafı ise bu zorlama, güdük kapitalizmden nemalanarak varlıklarını sürdüler ve yeni yetme burjuvazinin siyasal erki için oy deposu olma işlevini gördüler, erke ortak oldular. Bu ittifakla oluşturulan siyasal iktidarlar, soğuk savaşın da etkisiyle elbette ilk önce, sömürüye başkaldıran ama insanlığın keşfettiği en ileri ideolojiyi baş düşman ilan ettiler. Sosyalistler, Komünistler, devrimcilerdi bu ideolojiyi topluma taşıyanlar. Onlar, hep yasaklara çarptılar, işkencelerde geçirildiler, zindanlarda çürüdüler, öldürüldüler, yok edildiler.

Kurucu kadronun, özellikle önder Mustafa Kemal’in aydınlanmanın gerekliliğine inancıyla oluşturmaya çalıştığı yeni kültürel yapı (laiklik, bilime dayalı eğitim vb) böylece ona destek verecek, onu topluma taşıyacak en büyük güçten yoksun bırakıldı.

Cumhuriyeti kuruluşunun daha ilk yıllarından itibaren, emperyalizm ve iç gericilik, yani karşı devrim, doğası gereği, devrimin bu iki damarına saldırdı. Anti-emperyalizm ve dinsel egemenliğe son veren aydınlanma/bilimcilik. Kimi zaman sinerek, gizlenerek, kimi zaman açıkça saldırılarak bugüne gelindi. Son yıllarda ise gericiliğin ağzıyla saldırı, kimi sol çevrelerde de yaygınlaştı. Bu damarları canlandırmak yerine, cumhuriyet dönemindeki iktidarların sola saldırısının etkisiyle sanırım, sürekli yanlışları öne çıkarmak moda oldu. Oysa her tarihsel olgu, kendi içinde hem ileriyi hem geriyi, ezilen insanlığın çoğunluğunun hem kârlarını hem de zararlarını barındırır. Kapitalizmde elbette kâr, olabildiğince azdır. Çoğaltmanın yolu mücadeleden geçer. Bu bilimsel gerçek unutturuldu. Gücün diliyle konuşmak, insanları geçmiş ve gelecek korkularından arındırır, bu nedenle hep baskındır.

Ülkemizde sol hareketlerin fışkırmasında büyük rolü olan 1968 kuşağı, Sosyalist devrimlerden, dünyada süregiden emperyalist saldırı karşısında Ulusal Kurtuluş Savaşının başlangıçtaki anti-emperyalist yanından ve M.Kemal’in bilimi öne çıkaran aydınlanmacı düşüncesinden  kan aldı,  beslendi. İşçi sınıfı ve orta katmanlarda  anti-emperyalist bilincin tekrar canlanmasını sağladı. Teslimiyete, toprak ağalığına, Kürt halkının mağaralarda maraba yaşamına mahkum edilişine, eğitimsizliğine, iki kat geri bırakılmışlığına, burjuvazinin ve onu gerici  ittifakının halkları yoksulluğa, eğitimsizliğe, zulme boğmasına karşı var gücüyle haykırdı. O gençlik, yani önderliğini Harun Karadenizlerin, Denizlerin, Mahirlerin, Sinanların, Kaypakkayaların yaptığı gençlik… Bütün özverisiyle, yiğitliğiyle emperyalizme bağlardan kurtuluşun yollarını araştıran gençlik…

12 Mart 1971 darbesiyle ülkenin en bilinçli, en yiğit, en yürekli, en zeki çocuklarının bu haykırışları, öncülleri gibi darağaçlarında, işkencelerde susturuldu. Dağlarda, kırsalda vuruldular, yok edildiler.

12 Eylül 1980 darbesiyle de karşı devrim büyük bir atak yaptı, ekonomik bağlamda, yeni bir aşamaya, globalleşmeye geçen emperyalizmin ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, her alanda buyruğuna tam teslimiyetin doruğuna tırmanan yolu açtı bu darbe.

Sosyalist sistemin ve ondan güç alarak emperyalist egemenlikten kopmaya çalışan ya da sosyalizmi hedefleyen ulusal kurtuluş hareketlerinin çöküşü, dünyanın ilerici dinamiklerinin uğradığı baskı ve şaşkınlık, tüm dünyayı, Yeni Dünya düzeni diye de anılan yeni emperyalist aşamaya teslim olmaya getirdi.

Meydanı boş bulan emperyalizm, kendi ekonomik bunalımlarını aşmak, gücünü ve zenginliğini arttırmak için tüm dünyaya, özellikle yer altı, yer üstü zenginliklerin bulunduğu, dinsel, etnik, mezhepsel ayrımları barındıran, geri, bilim ve eğitimden yoksun, toplumların diktatörlerin iki dudağına baktığı coğrafyaya, İslam coğrafyasına  var gücüyle, bütün vahşetiyle saldırdı yine. Gelişen silah ve iletişim teknolojileri ve tarihi boyunca biriktirdiği hain, yalan, tuzak üreten tüm sosyo psikolojik deneyimini kullanarak saldırdı, saldırıyor. Zemheri kışı, bahar diye yutturarak… Algı yönetimleri, toplum mühendislikleri geliştirerek… Yine milliyetçiliği, dinsel, mezhepsel ayrımları kullanıp komşuyu komşuya, kardeşi kardeşe kırdırarak… Kanı ve cinayetleri kendi topraklarından uzak tutarak… Yeni işbirlikçi sivil diktatörler yaratarak onların ve kendinin kasalarını doldurarak saldırıyor.

Tarihin Tekerrürü mü,  Kıssadan Hisse mi?

Yakın tarihimizdeki bu benzerlikleri bilincimize yükselterek onun ışığında kıssadan hisse çıkartacak mıyız?

Geçmişteki ve bugünkü tüm acıların, dökülen kanların sorumlusunun başta emperyalizm ve kendi çıkarları için onunla işbirliği yapan bizim seçtiğimiz iiktidarlar olduğunu…

“Benim milliyetim, benim dinim, benim mezhebim seninkinden üstündür” diyenlerin  her kim olursa olsun insanları düşmanlığa ve şiddete ittiğini, arkasında mutlaka dünya egemenlerinin ve işbirlikçilerinin bulunduğunu…
Toplumun çoğunluğu yararına elde edilen kazanımların yetersiz de olsa sahiplenmek,  tümünü reddetmemek gerektiğini…

Sömürü sistemi temelinde kurulan devlet denen aygıtın, dünyanın neresinde olursa olsun, sömürünün sürdürebilirliği adına, zenginliği bir avuç insana, yoksulluğu, sefaleti ise insanlığın çoğunluğuna uygun gördüğünü ve her zaman tüm güvenlik güçleriyle, silahlarıyla ve psiko-sosyolojik yöntemleriyle, vahşetten hiç kaçınmadan  şiddet uygulayacağını…  

Bu sistemde kurulan her iktidarın mutlaka bir düşman ihtiyacı olduğunu, onun düşman dediğinin ezilen halkların dostu olabileceğini arka plana iyice bakmak gerektiğini…

Sistemden çeşitli ölçüde zarar gören tüm sınıf ve katmanların birlikte savaşımı sağlanmadan tuzaklardan, oyunlardan  kaçınmanın olanaksız olduğunu…

Yukarda anlatmaya çalıştığımız düşüncelere varmadan, birbirinden farklı çıkarları olan sınıf ve katmanların, öncelikle tümüne zarar veren  ve sürekli acı, vahşet üreten bu emperyalizm ve işbirlikçi belalardan  kurtuluş yolunun, salt kendi ideolojilerini, kendi idollerini, kendi sembollerini, sloganlarını birbirine dayatmak, birbirinin gözüne sokmak, yakmak yıkmak  yerine onları unutmadan hedefin gerektirdiği ortak slogan, ortak semboller bulmak gerektiğini… Aksine hareket edenlerin arkasında durmamak, onları savunmamak  gerektiğini…

Evet, bütün bunları… Bütün bunları kabul edecek miyiz?

KABUL ETMEYECEKSEK, hep birlikte şimdi yerden yere vurulan eski cumhuriyetin, sömürüyü ortadan kaldıramayan (Öyle bir devlet amaçlandı ama kurulamadı yeryüzünde) her rejimde, farklı boyut ve biçimlerde  görülen yanlışlarını, gericilikle ağız birliği yaparak abarta abarta gündemde tutalım. Görece de olsa cumhuriyetin toplumda yer eden kazanımlarını, (Laiklik, dinsel eğitim ve ideoloji yerine bilimi öne çıkarma, çağdaşlaşma)  yok saymaya devam edelim. Bunları savunanları hain falan ilan edelim. En doğruyu bilen, kendimizden başkasını hor gören, birliğe yanaşmayan küçüklü büyüklü ve sürekli eriyen gruplarımızın içinde ecel günümüzü bekleyelim.

“Elveda  Eski Cumhuriyet,  elveda eski Türkiye!”

Ve hemen ekleyelim:  Merhaba Yeni Türkiye!



Hayallerden Gerçeğe Dönüşmekte Olan Yeni Türkiye’ye Merhaba!

MERHABA  eurolarla, dolarlarla, paha biçilmez taşlarla dikilip süslenmiş hilafet kaftanını kuşanmış postmodern halifeliğe!
MERHABA kadınların mal olarak görüldüğü, kadı’ların tecavüzcülere katillere, hırsızlara, dolandırıcılara pekçok hafifletici nedenler bularak onları özgürce ortalığa saldığı, yalnız ve yalnızca halife sultanın buyruğunun hukuk sayıldığı Türkiye!
MERHABA  şu bilim,bilimsellik gibi işe yaramaz işlerle uğraşmak yerine, cennetin anahtarlarını dağıtan, kadın denilen şeytandan şöyle iyice arındırılmış eğitim sistemi!
MERHABA bol rant getiren, göğü delen betonlarla akciğerleri sökülüp yenen, soluksuz kalan kentler!
MERHABA madenler için delik deşik edilen dağlar, kesilen zeytinler ve tüm ağaçlar, yeşilsizlikten yok olan kuşlar, börtü böcek, kurumaya yüz tutmuş pınarlar, çağlamayan çağlayanlar!
MERHABA  yasaklanmış yerli tohumlar, yerli fidanlar!
MERHABA  ithalata mahkum tarım ve hayvancılık!
MERHABA doğasız, kuşsuz, börtü böceksiz, hayvansız, insansız, insansızlıksız Türkiye!
MERHABA  “cebren ve hile ile” ve de RIZAMIZLA tümden Sünnileştirilmiş, hatta Selefileştirilmiş tek tip inanç, ümmetin yüce birliği merhaba!
MERHABA  ayakkabı kutularına, saklama kaplarına, kasalara, minibüslere, bankalara sığmayan paracıklar ve kutsal sahipleri, vakıflar, şirketler, filolar, Asya’dan Afrika’ya uzanan araziler, gayrımenkuller, falan filan…
Ve ağzından dua düşmeyen yazılı, sözlü, sanal medya, sosyal ortamlar, ekranlar…
Birbirimizin kafasını kesmez, ciğerlerimizi sökmez de Allah’ın izniyle sağ kalırsak eğer  MERHABA!... MERHABA!... MERHABA!...

NOT: Yeni Türkiye’ye yol alışımızı konu edinen eski yazılarımdan bazılarının linkleri:







28.10.2014

Vildan Sevil







http://gaziantephaberler.com/images/b4.png