(Sevgili
okur, bu yazı, alıştığınız yazılarımdan farklı, zorunlu olarak uzun oldu.
Ne yapabilirdim ki? Elveda demek de zor, karşılama töreni de… Sabırla
okumanız umudu ve dileğiyle…)
Çocukluğumdan
Bir İz düşüm
Dedem,
Birinci paylaşım Savaşında, Osmanlı ordusunun bir neferi olarak Osmanlının
Yemen vilayetinde yedi yıl İngilizlerin elinde esir kalmış.
Döndüğünde ise kendi ülkesi işgal altında ve Kurtuluş
Savaşı…
Dedem,
deriden yapılmış çarıkları, hayvan dışkıları arasında çıkan arpaları
yediklerini anlatırdı. Sonradan da çok duydum okudum bu gerçeği.
Annem,
Kurtuluş Savaşı’nda, 1921’de, Yalova’dan dağları aşarak Kandıra’ya doğru
katır sırtında kaçarlarken doğmuş.
O
topraklarda nice kanlı anılar uyuyor şimdi. İşgal güçlerinin kurşuna
dizdiği, dere yataklarına atarak şehit ettiği, cenazesi bile
bulunamayan amcalar, dayılar, ağabeyler… Yani dedelerimiz…
Dedem,
şehit kardeşinden emanet, henüz ergenliğe girmiş yeğenlerinin de bulunduğu
ailesini güvenli bir yere ulaştırıp milislere katılma telaşındayken, düşman
onlara yaklaştıkça, yeğenlerini, gebe karısını tecavüzlerden korumak için
kendi elleriyle vurmayı düşünmüş kaç kez. Neyse ki gerçekleştirmeden
düşmanın yön değiştirdiği haberi gelmiş. 2014’de, yüzyıl sonra, aynı
korkuyla kızlarını yok ederek IŞİD’den korumaya çalışan Ezidi ve Türkmen
babaları anımsadınız mı?
Komşu komşu
yaşayıp giderken birdenbire birbirine düşman edilen, birbirini katleden
Ermeniler, Rumlar, Türkler… Gebe kadınlar, ana rahminde sürgülenen
fetüsler, ha doğdu ha doğacak, rahmin ağzına günışığını merakla dayanmış
bebeler… Yerlerinden yurtlarından sürgün edilenler… Mallarına el
konulanlar… Hepsi aynı toprakların evlatları… Her savaşın, kirli,
kaçınılmaz, onarılmaz anıları, yaraları…
Türkiye
Cumhuriyeti’nin Doğuşu
İnsanlık,
17. ve 18. yüzyıllarda, gelişen ticaret ve yeni doğan sanayi
sınıfının/burjuvazinin, derebeylerinin zorbalığından usanmış acılı
köylülüğün gücünü arkasına alarak feodal imparatorluklardan, monarklardan
ve monarkların kitleleri uyutan baş ortakları kiliseden kurtulmak için
savaştı. Hâlâ hüküm süren son sömürücü sistem kapitalizm böylece egemenliğini
sağladı, ortak pazarlar, dinin egemenliği yerine milliyetlerin öne
çıkarıldığı ulus devletler ve ulusal bütünlüğün sağlanması için de ulusal
dil ve ulusal tarih bilinci yarattı. Direnen eskiyi yıkmak, yeniyi kurmak
için çok acı çekildi, çok kan döküldü.
20. yüzyıla
gelindiğinde, sanayi ve ticaretini iyice geliştiren Avrupa ülkelerine,
kendi pazarları yetersiz geldi. Sanayi toplumu yoğun emek sömürüsüyle daha
çok üretiyordu. Üretim fazlalarını satmak, daha çok üretmek, daha çok
satmak, daha çok zenginleşmek için kendilerinin bulunduğu aşamaya gelmeyen
diğer dünya ülkelerine göz diktiler. Ulusal pazarlar yetmez oldu. Kendi
aralarında güç ve egemenlik savaşları başladı.
Avrupa
topraklarından Afrika’ya, Yakın ve Ortadoğu’ya uzanan, çok geniş, fakat sanayi
ve ticarette çok geri kalmış, etnik ve dinsel olarak birbirinden farklı pek
çok halkı barındıran Osmanlı İmparatorluğu, bu farklılıkların
derinleştirilmesi, kışkırtılmasıyla güçten düşürülerek emperyalistler
tarafından Birinci Paylaşım Savaşında param parça edildi. Zaten
gelişen kapitalizm tarafından ekonomik bağlamda çoktan teslim alınmıştı.
Bugün
olduğu gibi o zaman da dinsel, etnik kimliklerin farklılığı, milliyetçilik,
halkları kışkırtmakta, kendilerine bağlaşıklar sağlamada emperyalistlerin
tepe tepe kullandığı kültürel özelliklerdi. Hani şu cetvelle çizilmiş
emirlikler, şeyhlikler, sultanlıklar böyle ulusal devletler haline geldi ve
çoğunluğu hemen emperyal güçlerin egemenliği altına alındı.
Halklara
zenginlik ve kurtuluş vaadiyle bu büyük gasp olayında,
emperyalistlerin Kızıl Elma, Ergenekon, Türklerin birliğinin sağlanacağı
vaadiyle Turan ülkülerine kapılan İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal
Paşalarının hizmetini de unutmamak gerek.
Sonuçta
koskoca Osmanlı İmparatorluğundan kala kala Anadolu ve Trakya’da
küçük bir parça kaldı. Ve yanmış yıkılmış bir ülke, aç sefil bir halk.
Saray erkanından ve devlet kadrolarında çalışanlardan başka kimsenin okuma
yazması olmayan eğitimsiz, cahil bir halk… Erkeklerini savaşlarda yitirmiş
kadınlar, babalarını görmeden büyüyen çocuklar…
1923’te
Cumhuriyet işte bu koşullarda kuruldu. Her türlü geri düşünceyi barındıran,
dünya egemenlerinin her türlü kışkırtmasına açık bir toplumda,
ümmetten millete, monarşiden ve dinsel önderlik olan hilafetten
egemenliğin daha geniş kesimlerce paylaşılabileceği cumhuriyete geçildi.
Kapitalizmin, bir üst aşaması olan emperyalizme evrilirken, dünyayı ele
geçirmeye, paylaşmaya uğraştığı bu tarihsel anda.
Ne var ki
tam da bu tarihsel anda, emperyalizm daha çok sömürü, daha
çok kâr, daha çok egemenlik yolunda ilerlerken önüne bir
“Heyüla”, bir can düşmanı çıkıverdi. 1917 Sovyet
Devrimi. İnsanlığın özgürlüğe, mutluluğa ulaşmasının tek yolunun
sömürünün, insanın insana kulluğunun ortadan kalkmasıyla gerçekleşeceğini
haykıran o büyük devrim.
1789’da,
özgürlük, eşitlik, adalet vaatleriyle kilisenin ve monarkların egemenliğini
sonlandıran ama vaatleri bir türlü gerçekleşmeyen büyük Fransız Devriminden
sonra ikinci büyük adımını atıyordu insanlık.
Zenginliklerin,
gücün sömürüden doğduğunu ve bu gücün, yeryüzünde çok küçük bir azınlığın
elinde olduğunu, büyük çoğunluğun ise yoksulluğu, mutsuzluğu pahasına elde
edildiğini fark ediyordu insanlık. Sovyet Devrimi buna başkaldırının
simgesi oldu, insanlığa bu bilinci haykırdı.
Kapı
komşusunda gerçekleşen bu devrim elbette etkiledi cumhuriyetin kurucu
kadrosunu. Çarlığı yıkan yeni Sovyet Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşında ve
kuruluş aşamasında yardım da etti. Osmanlı’da sanayinin
gelişmemiş olması, demokratik devrimi sürükleyecek ulusal burjuvazinin yokluğu, işçi
sınıfının yok denecek kadar azlığı, feodal yapının ekonomik ve kültürel
olarak topluma damgasını vurduğu ülkede yeni rejim ve devrim kısa sürede
emperyalizmin kucağına düştü.
Yabancı
şirketlerin millileştirilmesi, Sovyet desteğiyle kurulan ulusal
sanayinin kuruluş dönemi kısa sürdü.
Devlet
eliyle ite kaka var edilmiş ulusal burjuvazi çıkarlarını emperyalizme
bağlanmakta gördü. Aşiret reisleri, toprak ağaları ve taşra eşrafı ise bu
zorlama, güdük kapitalizmden nemalanarak varlıklarını sürdüler ve yeni
yetme burjuvazinin siyasal erki için oy deposu olma işlevini gördüler, erke
ortak oldular. Bu ittifakla oluşturulan siyasal iktidarlar, soğuk savaşın
da etkisiyle elbette ilk önce, sömürüye başkaldıran ama insanlığın
keşfettiği en ileri ideolojiyi baş düşman ilan ettiler. Sosyalistler,
Komünistler, devrimcilerdi bu ideolojiyi topluma taşıyanlar. Onlar, hep
yasaklara çarptılar, işkencelerde geçirildiler, zindanlarda çürüdüler,
öldürüldüler, yok edildiler.
Kurucu
kadronun, özellikle önder Mustafa Kemal’in aydınlanmanın gerekliliğine
inancıyla oluşturmaya çalıştığı yeni kültürel yapı (laiklik, bilime dayalı
eğitim vb) böylece ona destek verecek, onu topluma taşıyacak en büyük
güçten yoksun bırakıldı.
Cumhuriyeti
kuruluşunun daha ilk yıllarından itibaren, emperyalizm ve iç gericilik,
yani karşı devrim, doğası gereği, devrimin bu iki damarına saldırdı.
Anti-emperyalizm ve dinsel egemenliğe son veren aydınlanma/bilimcilik. Kimi
zaman sinerek, gizlenerek, kimi zaman açıkça saldırılarak bugüne gelindi.
Son yıllarda ise gericiliğin ağzıyla saldırı, kimi sol çevrelerde de
yaygınlaştı. Bu damarları canlandırmak yerine, cumhuriyet dönemindeki
iktidarların sola saldırısının etkisiyle sanırım, sürekli yanlışları öne
çıkarmak moda oldu. Oysa her tarihsel olgu, kendi içinde hem ileriyi hem
geriyi, ezilen insanlığın çoğunluğunun hem kârlarını hem de zararlarını
barındırır. Kapitalizmde elbette kâr, olabildiğince azdır. Çoğaltmanın yolu
mücadeleden geçer. Bu bilimsel gerçek unutturuldu. Gücün diliyle konuşmak,
insanları geçmiş ve gelecek korkularından arındırır, bu nedenle hep
baskındır.
Ülkemizde sol
hareketlerin fışkırmasında büyük rolü olan 1968 kuşağı, Sosyalist
devrimlerden, dünyada süregiden emperyalist saldırı karşısında Ulusal
Kurtuluş Savaşının başlangıçtaki anti-emperyalist yanından
ve M.Kemal’in bilimi öne çıkaran
aydınlanmacı düşüncesinden kan aldı, beslendi.
İşçi sınıfı ve orta katmanlarda anti-emperyalist bilincin tekrar
canlanmasını sağladı. Teslimiyete, toprak ağalığına, Kürt halkının
mağaralarda maraba yaşamına mahkum edilişine, eğitimsizliğine, iki kat geri
bırakılmışlığına, burjuvazinin ve onu gerici ittifakının
halkları yoksulluğa, eğitimsizliğe, zulme boğmasına karşı var gücüyle
haykırdı. O gençlik, yani önderliğini Harun Karadenizlerin, Denizlerin,
Mahirlerin, Sinanların, Kaypakkayaların yaptığı gençlik… Bütün özverisiyle,
yiğitliğiyle emperyalizme bağlardan kurtuluşun yollarını araştıran gençlik…
12 Mart
1971 darbesiyle ülkenin en bilinçli, en yiğit, en yürekli, en zeki
çocuklarının bu haykırışları, öncülleri gibi darağaçlarında, işkencelerde
susturuldu. Dağlarda, kırsalda vuruldular, yok edildiler.
12 Eylül
1980 darbesiyle de karşı devrim büyük bir atak yaptı, ekonomik bağlamda,
yeni bir aşamaya, globalleşmeye geçen emperyalizmin ekonomik, politik,
ideolojik, kültürel, her alanda buyruğuna tam teslimiyetin doruğuna
tırmanan yolu açtı bu darbe.
Sosyalist
sistemin ve ondan güç alarak emperyalist egemenlikten kopmaya çalışan ya da
sosyalizmi hedefleyen ulusal kurtuluş hareketlerinin çöküşü, dünyanın
ilerici dinamiklerinin uğradığı baskı ve şaşkınlık, tüm dünyayı, Yeni Dünya
düzeni diye de anılan yeni emperyalist aşamaya teslim olmaya getirdi.
Meydanı boş
bulan emperyalizm, kendi ekonomik bunalımlarını aşmak, gücünü ve
zenginliğini arttırmak için tüm dünyaya, özellikle yer altı, yer üstü
zenginliklerin bulunduğu, dinsel, etnik, mezhepsel ayrımları barındıran,
geri, bilim ve eğitimden yoksun, toplumların diktatörlerin iki dudağına
baktığı coğrafyaya, İslam coğrafyasına var gücüyle, bütün vahşetiyle
saldırdı yine. Gelişen silah ve iletişim teknolojileri ve tarihi boyunca
biriktirdiği hain, yalan, tuzak üreten tüm sosyo psikolojik deneyimini
kullanarak saldırdı, saldırıyor. Zemheri kışı, bahar diye yutturarak… Algı
yönetimleri, toplum mühendislikleri geliştirerek… Yine milliyetçiliği,
dinsel, mezhepsel ayrımları kullanıp komşuyu komşuya, kardeşi kardeşe
kırdırarak… Kanı ve cinayetleri kendi topraklarından uzak tutarak… Yeni
işbirlikçi sivil diktatörler yaratarak onların ve kendinin kasalarını
doldurarak saldırıyor.
Tarihin
Tekerrürü mü, Kıssadan Hisse mi?
Yakın
tarihimizdeki bu benzerlikleri bilincimize yükselterek onun ışığında
kıssadan hisse çıkartacak mıyız?
Geçmişteki
ve bugünkü tüm acıların, dökülen kanların sorumlusunun başta emperyalizm ve
kendi çıkarları için onunla işbirliği yapan bizim seçtiğimiz iiktidarlar
olduğunu…
“Benim
milliyetim, benim dinim, benim mezhebim seninkinden üstündür”
diyenlerin her kim olursa olsun insanları düşmanlığa ve şiddete
ittiğini, arkasında mutlaka dünya egemenlerinin ve işbirlikçilerinin
bulunduğunu…
Toplumun
çoğunluğu yararına elde edilen kazanımların yetersiz de olsa
sahiplenmek, tümünü reddetmemek gerektiğini…
Sömürü
sistemi temelinde kurulan devlet denen aygıtın, dünyanın neresinde olursa
olsun, sömürünün sürdürebilirliği adına, zenginliği bir avuç insana,
yoksulluğu, sefaleti ise insanlığın çoğunluğuna uygun gördüğünü ve her
zaman tüm güvenlik güçleriyle, silahlarıyla ve psiko-sosyolojik
yöntemleriyle, vahşetten hiç kaçınmadan şiddet uygulayacağını…
Bu sistemde
kurulan her iktidarın mutlaka bir düşman ihtiyacı olduğunu, onun düşman
dediğinin ezilen halkların dostu olabileceğini arka plana iyice bakmak
gerektiğini…
Sistemden
çeşitli ölçüde zarar gören tüm sınıf ve katmanların birlikte savaşımı sağlanmadan
tuzaklardan, oyunlardan kaçınmanın olanaksız olduğunu…
Yukarda
anlatmaya çalıştığımız düşüncelere varmadan, birbirinden farklı çıkarları
olan sınıf ve katmanların, öncelikle tümüne zarar veren ve
sürekli acı, vahşet üreten bu emperyalizm ve işbirlikçi
belalardan kurtuluş yolunun, salt kendi ideolojilerini, kendi
idollerini, kendi sembollerini, sloganlarını birbirine dayatmak, birbirinin
gözüne sokmak, yakmak yıkmak yerine onları unutmadan hedefin
gerektirdiği ortak slogan, ortak semboller bulmak gerektiğini… Aksine
hareket edenlerin arkasında durmamak, onları
savunmamak gerektiğini…
Evet, bütün
bunları… Bütün bunları kabul edecek miyiz?
KABUL
ETMEYECEKSEK, hep birlikte şimdi yerden yere vurulan eski cumhuriyetin,
sömürüyü ortadan kaldıramayan (Öyle bir devlet amaçlandı ama kurulamadı
yeryüzünde) her rejimde, farklı boyut ve biçimlerde görülen
yanlışlarını, gericilikle ağız birliği yaparak abarta abarta gündemde
tutalım. Görece de olsa cumhuriyetin toplumda yer eden kazanımlarını, (Laiklik,
dinsel eğitim ve ideoloji yerine bilimi öne çıkarma,
çağdaşlaşma) yok saymaya devam edelim. Bunları savunanları hain
falan ilan edelim. En doğruyu bilen, kendimizden başkasını hor gören,
birliğe yanaşmayan küçüklü büyüklü ve sürekli eriyen gruplarımızın içinde ecel
günümüzü bekleyelim.
“Elveda Eski
Cumhuriyet, elveda eski Türkiye!”
Ve hemen
ekleyelim: Merhaba Yeni Türkiye!
Hayallerden
Gerçeğe Dönüşmekte Olan Yeni Türkiye’ye Merhaba!
MERHABA eurolarla,
dolarlarla, paha biçilmez taşlarla dikilip süslenmiş hilafet kaftanını
kuşanmış postmodern halifeliğe!
MERHABA
kadınların mal olarak görüldüğü, kadı’ların tecavüzcülere katillere,
hırsızlara, dolandırıcılara pekçok hafifletici nedenler bularak onları özgürce
ortalığa saldığı, yalnız ve yalnızca halife sultanın buyruğunun hukuk
sayıldığı Türkiye!
MERHABA şu
bilim,bilimsellik gibi işe yaramaz işlerle uğraşmak yerine, cennetin
anahtarlarını dağıtan, kadın denilen şeytandan şöyle iyice arındırılmış
eğitim sistemi!
MERHABA bol
rant getiren, göğü delen betonlarla akciğerleri sökülüp yenen, soluksuz
kalan kentler!
MERHABA
madenler için delik deşik edilen dağlar, kesilen zeytinler ve tüm ağaçlar,
yeşilsizlikten yok olan kuşlar, börtü böcek, kurumaya yüz tutmuş pınarlar,
çağlamayan çağlayanlar!
MERHABA yasaklanmış
yerli tohumlar, yerli fidanlar!
MERHABA ithalata
mahkum tarım ve hayvancılık!
MERHABA
doğasız, kuşsuz, börtü böceksiz, hayvansız, insansız, insansızlıksız
Türkiye!
MERHABA “cebren
ve hile ile” ve de RIZAMIZLA tümden Sünnileştirilmiş, hatta
Selefileştirilmiş tek tip inanç, ümmetin yüce birliği merhaba!
MERHABA ayakkabı
kutularına, saklama kaplarına, kasalara, minibüslere, bankalara sığmayan
paracıklar ve kutsal sahipleri, vakıflar, şirketler, filolar, Asya’dan
Afrika’ya uzanan araziler, gayrımenkuller, falan filan…
Ve ağzından
dua düşmeyen yazılı, sözlü, sanal medya, sosyal ortamlar, ekranlar…
Birbirimizin
kafasını kesmez, ciğerlerimizi sökmez de Allah’ın izniyle sağ kalırsak
eğer MERHABA!... MERHABA!... MERHABA!...
NOT: Yeni
Türkiye’ye yol alışımızı konu edinen eski yazılarımdan bazılarının
linkleri:
28.10.2014
Vildan Sevil
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.