21 Mayıs 2014 Çarşamba

Batı'nın Saklı Yüzü : Merdiveni İtme Stratejisi

Cihan Dura


 
Bir yazarımız, Sayın M. Hilmi Yıldırım[i] bir makalesinde özetle şu uyarıcı satırlara yer veriyordu:  Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomide en önemli hedefi sanayileşmek, sanayileşmiş ülkelerin safına katılmaktı. O bakımdan hükümetlerimiz; farklı ekonomik programlar uygulasalar da bu hedefi korudular, ta ki 1980 yılına kadar. O yıldan sonra sanayileşme rafa kaldırıldı. Batı dünyası ise sanayileşmişti ve bu avantajını korumak istiyordu. Bu sebepten, Müslüman ülkelerin, özellikle de sanayileşme potansiyeli olan Türkiye’nin, sanayileşmesini önlemek için ne gerekiyorsa yapıyordu. Çareyi Türkiye’yi idare edenlere, “serbest piyasa ekonomisi”ni kabul ettirmekte buldular. Yöneticilerimiz, bir anda serbest piyasacı kesildiler ve şöyle dediler: “Serbest piyasa ekonomisinde, sanayileşmeyi özel sektör gerçekleştirir. Biz bu işi, özel sektöre devrettik.” Oysa sanayileşme tarihinin gösterdiği bir gerçek vardır ki o da şudur: Özel sektör hiçbir ülkede kendi başına sanayileşmeyi gerçekleştirememiştir, gerçekleştiremez de… Devletin desteği, teşviki ve öncülüğü olmadan, sanayileşmek imkânsızdır.

Değerli yazarımız, Sayın Hilmi Yıldırım’ın burada asıl neyi vurgulamak istiyor? Vurgulamak istediği husus –kanaatimce-  Türkiye’nin, Batı’nın -daha doğrusu Çirkin Batı’nın- dünyanın kalan kısmına uyguladığı bir stratejinin, –benim deyişimle- MERİT stratejisi”nin kurbanı olmasıdır. Birçok yazımda mahiyetini açıkladım bu stratejinin. Aşağıda bir kısa bir özet daha sunacağım. Ancak, söyleyeceklerimin rahat anlaşılması bakımından önce bir alegoriye başvurmam gerekiyor.

I) Sözde Yarış

Ünlü bir atlet düşünün. Dalında rakip tanımıyor, girdiği her yarışta şampiyon oluyor. Kimseye bırakmıyor birinciliği. Katıldığı her koşuda böyle… Bu konumunu sürdürmek için çok çalışıyor, düzenli antrenman yapıyor, performansını koruyor. Zamanı gelince, bileğinin gücüyle yine şampiyon oluyor. Ancak dikkat! Asla kural dışı davranmıyor;  herhangi bir hileye, dopinge veya şikeye başvurmuyor. Hep bileğinin hakkıyla kazanmak istiyor ve öyle yapıyor. Sonra biliyor ki hile yaparsa elenebilir, diskalifiye olabilir.
Şimdi bu örneği aklımızda tutarak gözlerimizi dünya ülkelerine çevirelim. Onlar da bir “gelişme yarışı” içindeler. Bakıyoruz, bu gelişme yarışında önde olanlar Merkez ülkeler (ABD, Almanya, İngiltere, Japonya gibi gelişmiş ülkeler). Çalışıyorlar, yeni üretim teknikleri, yeni mallar buluyor, bunları dünyaya satıp daha fazla kazanıyorlar. Tasarruf ediyorlar, birikimlerini borç verip faiz geliri elde ediyorlar. Konumlarını, dünyanın diğer ülkelerine, özellikle Çevre ülkelerine (Türkiye gibi ekonomik açıdan az gelişmiş ülkelere) kaptırmıyorlar.
Ancak dikkat! Söz konusu uluslararası yarışta, yukarda verdiğim sporcu örneğinden farklı bir durum var: Zengin ülkeler bu uluslararası koşuda kural tanımıyorlar, belden aşağı vuruyorlar; hukuk ve ahlak dışı yollara başvuruyor, hile yapıyor, çelme atıyor, tuzak kuruyorlar. Neden? Geriden gelen ülkelerin, örneğin Türkiye’nin kendilerine yetişmesini önlemek için! Ekonomik bakımdan az gelişmiş Çevre ülkelerinin büyük atılımlar yapıp kendilerine yetişmesini engellemek için, birinciliklerini o ülkelere kaptırmamak için! İşte bu küresel politika “Batı’nın merdiveni itme stratejisi”dir, kısaca “MERİT” stratejisidir.

II) Nedir Merit Stratejisi?

Şimdi bu stratejinin mahiyetini, ana hatlarıyla, biraz daha yakından görelim.
İktisadî tarih ortaya koymuştur ki bir ülke gelişme bakımından diğer ülkelerin önüne geçince, “sahip olduğu iktisadî ve siyasî gücü, kendisinden geride olan ülkelerin gelişmesini önleyerek koruma ve daha ileri gitme” şeklinde bir strateji uygulamaktadır. İngiltere’nin, sanayileşmesini gerçekleştirdiği ve bir süper güç haline geldiği XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yaptığı budur. Günümüzde ise ABD Türkiye gibi henüz sanayileşememiş ülkelere karşı aynı stratejiyi uygulamaktadır. G-7 içinde yer alan Almanya, Fransa, İngiltere gibi diğer Merkez ülkeler de bu çorbada tuzlarını eksik etmemektedir. Başka bir deyişle gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelere karşı “merdiveni itme” stratejisi uygulamaktadır. Nasıl bir stratejidir bu? İşte yanıtı: Sanayileşmiş bir ülke; zenginliğinin doruğuna ulaştığı zaman, başka ülkelerin kendi bulunduğu mertebeye erişmesini engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan merdiveni iter. O ülkelerin, kendisinin vaktiyle uygulamış olduğu gelişme politikalarına başvurmasını engeller.
Bu stratejinin bir diğer yönü de şudur: Zengin ülkeler günümüzde bile, o sakladıkları “merdiven”i çıkarıp kendi ekonomileri için de kullanıyorlar; örtülü olarak ya da başları sıkıştığı, menfaatleri gerektirdiği her defasında devletçi ve korumacı politikalara başvuruyorlar.
Söz konusu strateji elbette “homojen” değildir; şu anlamda ki “hedef alınan ülke”nin ekonomik gücüne göre farklılaştırılmış olarak uygulanmaktadır. Bu bakımdan konunun hedef-ülkenin güç derecesi ölçütüne göre analiz edilmesi gerekir, şöyle: Sömürgeler, yarı bağımsız ülkeler, rakip ülkeler. Uygulanan “merdiveni itme” (kısaca merit) stratejileri ise sırasıyla şunlardır: Yasaklama, eşitsiz antlaşmalar, teknolojik engelleme[ii]


III) Beş Silah

Türkiye; Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra,  özellikle de 1980’den sonra düşürüldü Batı’nın (Derin Merkez’in) bu hain tuzağına. AKP iktidarında ise en “parlak” dönem yaşanıyor. Derin Merkez bir merdiveni itme stratejisi olarak Türkiye’ye karşı genellikle “eşitsiz anlaşmalar” yoluna başvurmuştur. Bu çerçevede çeşitli –ekonomik, siyasal nitelikte- silahlar kullanmıştır.  Bu silahlarla hem Türkiye’yi yeniden, sömürüye elverişli hale getirmiş, hem de sanayileşmesini, kendilerine rakip bir güç haline gelmesini önlemiştir. 

a) Bu silahlardan İlki serbest mübadeledir. Serbest mübadele ikna etmekten zor kullanmaya kadar çeşitli yollardan, Avrupa Birliği gibi sözde bütünleşme girişimleri kullanılarak dayatıldı.  Türkiye 1963 Ankara Antlaşması ve 1995 Gümrük Birliği Antlaşması ile, kapılarını serbest mübadeleye ardına kadar açtı. Oysa bugünün sanayileşmiş ülkeleri serbest dış ticaretle ve serbest finans hareketleriyle zenginleşmemişlerdir, özellikle ilk birikimleri ve ilk sanayileşme atılımları sırasında yoğun devlet müdahalelerine başvurmuşlardır. Bu ülkeler bugün bile gerektiği zaman devlet müdahalesine başvuruyor, bazı alanlarda devlet sanayiciliği yapıyorlar. Türkiye’de ise engelleme yoluna gidiyorlar. Son krizde ABD’de kurtarılan bankaları hatırlayalım, Türkiye’de 2001 krizinde ise Demirbank’ın nasıl batmaya terk edildiğini...

b) İkinci silah borçlandırmadır. Derin Merkez Türkiye gibi ülkeleri iki sebepten dolayı borçlandırıyor:  Merkez ülkelerinde mal bolluğundan başka sermaye bolluğu da vardır. Bu fonların değerlendirilmesi gerekir. Nasıl? Çevre ülkelerine kredi açarak, oralardan faiz geliri elde ederek… İkinci sebep, siyasîdir.  Ünlü sözdür: Borç alan, emir alır. Batı borçlandırmayı 200 yıldır bu amaçla da kullanıyor. Böylece Derin-Merkez iki hedefine de ulaşmış olur: Kurban ülkenin gelirlerini sürekli olarak -kan emer gibi- faiz şeklinde emerler. Her kredi açtıklarında da basiretsiz, teslimiyetçi hükümetlerden, istedikleri her türlü ödünü alırlar.
Borçlandırma emperyalist ülkelerin eski bir stratejisidir. Osmanlı’ya boyun eğdirmek için de bu aracı kullandılar. Türkiye’yi Atatürk’ten sonra, özellikle 1980’den sonra yeniden borç batağına ittiler. Devleti, özel sektörü, hatta –satın aldıkları bankalar aracılığı ile son yıllarda- halkı da borçlandırdılar.  Teslimiyetçi hükümetler kredi alabilmek için, batılı kapitalistlerin her dediğine boyun eğdiler. Yeni kredileri yeni -siyasal, ekonomik- ödünler karşılığında alabildiler. Kendi koşullarının gerektirdiği politikaları değil, Batı’nın Merit stratejisinin gerektirdiği politikaları uyguladılar.

c) Çirkin Batı’nın - üçüncü silahı özelleştirmedir. Özelleştirme Liberalizm’in bir gereğidir. Liberalizm ekonomide devletin rol almasına karşıdır. Bu da kamu işletmeleri satılarak, yani özelleştirilerek sağlanır. AB ve IMF-Dünya Bankası tarafından dayatılmıştır Türkiye’ye.  Öyle görülüyor ki asıl maksat, kâr getiren şirketlerin yabancılara çok düşük fiyatlarla satılmasıdır. Bundan başka, borca batmış hükümetler iktidarlarını sürdürmek için paraya muhtaçtır, bunu normal yollardan sağlayamayınca, kurtuluşu kamuya ait tesisleri satmakta bulurlar. Türkiye’de özelleştirme AKP iktidarında adeta bir çılgınlık, bir felaket boyutuna ulaşmıştır. Bankalar, en stratejik tesisler yabancılara satılarak, ülke ekonomisi savunmasız bırakılmaktadır. Batı’da, İngiltere, Fransa, Almanya sanayileşirken böyle mi yapılmıştır? Bankalarını, stratejik tesislerini satmışlar mıdır? Türkiye’de ise sattırılmıştır, teşvik edilmiştir.

d)  Derin Merkez’in dördüncü silahı yabancı sermayedir. Özelleştirmelerle birlikte ülkeye yabancı sermaye girişi de artar. Çoğu zaman hedef yukarda belirttiğim gibi özelleştirmeye açılan tesisleri ele geçirmektir, ülke pazarına girmektir. Oysa yabancı sermayenin bir ülkeye ne kadar faydası varsa, belki ondan daha fazla zararı vardır. Bu yoldandır ki Türkiye’de ekonomi millî olmaktan -yani Türk milletine ait olmaktan- hızla uzaklaşmaya, yabancılaşmaya başlamış, en stratejik sektörler, bankacılık,   sigortacılık,  iletişim, ticaret sektörleri, önemli oranda ulus-ötesi şirketlerin malı olmuştur. Söyleyin, böyle bir ekonomiden sanayileşme, kalkınma beklenir mi? bakın Amerikan iktisat tarihine, ilk işleri sömürgeci İngiliz sermayesini ülkelerinden kovmak olmuştur. Bugün de stratejik bir tesis söz konusu olunca, yabancı sermayeye asla geçit vermiyorlar; Fransa’da, Almanya’da da böyledir.

e)  Beşinci silah toprak sattırmaktır. Osmanlı çöküş yıllarında İngiliz taleplerine boyun eğerek topraklarını yabancılara satmaya başlamıştı. Atatürk bu satışları neredeyse tamamen yasaklamıştır. Ne var ki yabancıya toprak satışları AKP iktidarı ile, Temmuz 2003’den itibaren yeniden büyük bir ivme kazandı. AKP neden gerek gördü buna? İki sebepten dolayı: Birincisi, tıpkı İngiltere’nin Osmanlı’ya yaptığı gibi Avrupa Birliği de AKP hükümetine dayattı yabancıya toprak satışını, o da aynı şekilde boyun eğdi. İkincisi, hükümet gelir yaratmada başarısız olduğu için işin kolayına giderek,  toprak satışlarını bir finansman aracı olarak gördü. Oysa yabancıya toprak satışının son derecede olumsuz etkileri vardır. Birincisi millî servet kaybıdır. Yabancıya toprak satışının başka birçok sakıncası vardır. En tehlikelisi ülkede yeni bir azınlık nüfusun oluşmasıdır[iii].  Bir de Avrupa ülkelerinin uygulamalarına bakın, çoğu mülkiyeti devretmiyor, tarım alanlarına yabancıları sokmuyorlar. Sonra sormak lazım: Batı ülkeleri, Türkiye’nin bugünkü gelişme düzeyinde iken, topraklarını yabancılara satmışlar mıdır?

f) Çirkin Batı kendisi bütünleşirken, rakip ülkeleri çözülmeye itmektedir.  Bu amaçla altıncı silahını kullanır: Örneğin bir hedef ülke olarak Türkiye’de –demokrasi, insan hakları gibi değerleri kullanarak- azınlık ve etnisite sorunları yaratır. Azınlık ve etnisite olgusu Liberalizm’le çatışmaz. Serbest rekabet -dayanışmanın aksine-  farklılıkla beslenir, bu bakımdan kendi dünya görüşleri içinde tutarlıdırlar, ancak bir taşla iki kuş vuruyorlar: Derin-Merkez, bu merkezin aracı olan emperyalist devletler farklılıkları teşvik eder. Türkiye’de propagandası yapılan  “mozaik” yakıştırması, etnik özelliklerin öne çıkarılması bu tutumun ürünüdür. Derin-Merkez yalnız mevcut farklılıkları kullanmakla kalmaz, yeni farklılıklar da yaratmaya çalışır. İhtiyacına göre “azınlık” kavramını değiştirir, içini istediği şekilde doldurur, boşaltır. 
‘***’
Merit stratejisi aslında Derin Merkez’in stratejisidir.
Bütün bu silahların tetiğindeki parmağın asıl sahibi hep aynı güçtür: Derin-Merkez’dir. 
Derin merkez en büyük küresel şirketlerin sahipleridir, yöneticileridir. Kendilerinin sürekli büyümesi, zenginleşmesi için, kendileri dışındaki dünyanın, sanayileşmeleri engellenmiş ulus-devlet ekonomilerinin gelişmemesi gerekir. Onlar hep birer pazar olarak kalmalıdır, hep birer hammadde kaynağı olarak kalmalıdır.
Derin Merkez kendini gizler, görünmez; öne taşeronlarını sürer,
O taşeronlara uygulatır, gizli stratejisini:
ABD yönetimine uygulatır, diğer kapitalist ülke hükümetlerine, Avrupa Birliği yöneticilerine, aramızdaki işbirlikçilerine uygulatır!


[i] M. Hilmi Yıldırım, “Sanayileşmeden Büyümenin Önemsizliği”, Yeni Mesaj, 16.10. 2012.
[ii] Bu stratejiler için bkz:  Cihan Dura, “Merkez Ülkeler Merdiveni İtme Stratejisini Nasıl Uyguluyor?” http://www.cihandura.com/eski/index.php?option=com_content&task=view&id=264&Itemid=60
[iii] Yabancıya toprak satışının sakıncaları hakkında bakınız: Cihan Dura, “Türkiye'de Yabancılara Toprak Satışı Üzerine Gözlemler Ve Hipotezler”, http://www.cihandura.com/eski/index.php?option=com_content&task=view&id=47&Itemid=63

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma’da Katledilen TANE’lere AĞIT



Vildan Sevil






Yüzlerce  metre derinlikte, kapkara kömürün içinde, koyu karanlığın dibinde ulaştı karbonmonoksit zehri sana…
Kapkara, kilometrelerce uzanıp giden galerilerin içinde, o tek kişilik sırat köprülerinde ileri mi gitsen, geri  mi gitsen? Umudu öldürmeden nasıl ulaşsan günün bembeyaz ışığına? Nasıl?...
Senden önce fenalaşan arkadaşını omzuna yüklerken, nefesin iyice tükenirken nasıl ulaşsan gün ışığına? Nasıl?...
Arızalı olduğu bilinen trafo patlar, “Üretim aksamasın, kâr azalmasın” diye iş durdurulmaz; karbonmonoksit zehirler, boğar seni kapkaranlık galerilerde…
Grizu patlar, yanar kavrulursun kapkaranlık galerilerde…
Derme çatma galeriler çöker, ezilirsin kapkaranlık galerilerde, ölürsün.

                           BANA YİNE AĞIT YAKMAK DÜŞER




Sen artık, Ali, Ahmet, Mehmet, Erol, Hasan, Hüseyin değilsin!
Sen artık, “CAN” değilsin!
Sen artık, “KİŞİ” bile değilsin!
Sen artık, “TANE”sin, “RAKAM”sın oy verdiğin bakanının dilinde.
Daha önce de “TELEF OLDU” demişti bir başka bakanın senin ölümüne…
Ne acımasızdır, ne dikenlidir azgın, vahşi, sömürgen kapitilizmin dili bile…
Ölen TANE’sin SEN!
Ölmezsin, katledilmezsin, TELEF olursun  sen!
                        Söylerim söylerim de dinlemezsin.

                        BANA YİNE AĞIT YAKMAK  DÜŞER

Madende, tersanede, inşaatta  TELEF olan TANE’sin sen!
“Bilmem kaç tane ölü” TANE’sin!
“Bilmem kaç tane yaralı” TANE’sin!
“Bilmem kaç tane kurtarılan” TANE’sin!
Çoğu zaman sayısı tam bilinmeyen TANE!
VE  SONRA… ŞEHİT’sin sen! ŞEHİT olan TANE!
Sayısı sürekli artan ŞEHİT TANE!

                         BANA YİNE AĞIT YAKMAK DÜŞER

İş güvenliği yatırım ister. Yatırım kârdan zarar ve kısa sürede elde edilen görülmemiş zenginliğin gecikmesi demektir.
Yatırım, maliyet artışı demektir. Senin canın için yatırım yapılırsa bir ton kömürün Türkiye Kömür İşletmeleri dönemindeki maliyeti 140 dolardan 24 dolara düşmez ki özel sektörün, patronun elinde…

Maliyet, 40-50 dolara bile yükselse azalır patronun kârı. Cana kıyar ama kâra kıyılmaz  kapitalizm… “Can” dediğin nedir? Alt tarafı TANE.
Sen, az ücretle çok çalışmalısın.

Sendikalı, sigortalı olmamalısın. Hak hukuk ararsın sonra. İşsiz ordusu kapıda. Boğaz tokluğuna çalışmalısın. Taşeronluk ne için icat edildi, neden çığ gibi büyüdü? Sendikalar neden çökertildi? Maliyet düşsün diye.

İşgüvenliği için yatırım, göz boyayacak kadar yeter. Can mı önemli, kâr mı?
Sen  CAN  değilsin. KİŞİ bile değilsin. TANESİN sen, TANESİN!
Kalifiye teknik eleman, eğitilen işçi, kontrol mühendislerinin sayısını artırmak, makinelerin bakımı ve gelişen teknolojiye göre yenilemek… Hepsi  maliyet artışı demek. Yüzde kaç yüz kârın eksilmesi demek.



Varsın üniversitelerden yetişen mühendisler, iş bulamasın. Mühim olan kârdır efendim, kârdır.
Bunun adı, acımasız, sömürgen, vahşet saçan KAPİTALİZM’dir.
Kapitalizmde sen TANE’sin. TELEF olmak zorundasın.
Hastaneler senle dolar. Buzhanelere dizilir cansız bedenler. Yakınların seni  arar arar ya bulur ya bulamaz.
                         Söyledim söyledim ama dinlemedin.

                         BANA YİNE AĞIT YAKMAK DÜŞER

Son yerel seçimlerde yövmiyeni kesmediler ama gitmezsen diye yemek fişlerini topladılar. Baretini aldın, otobüslere bindirildin, sarı başlıklı sel oldun, Manisa’ya akıtıldın.
Saltanatın ve zenginliğin doruğuna  12 yılda ulaşanların hırçın, yalanla dolu nutuklarını dinledin. Gitmeseydin işten atılacaktın, gittin.
Baretini kaldırıp selama durdun, alkışladın.
Döndün geldin, kapkaranlık galerilere indin, kâr hırsının kurbanı oldun.
Bakanın sana TANE dedi.
Başbakanın ise “Bunlar olağan şeylerdir. Literatürde iş kazası diye bir şey vardır.” dedi.
Buzhanelere dizildi cansız bedenler...
Kamyonlar dolusu tabut, yetmedi o bedenlere.
                            Söyledim söyledim, dinlemedin.

                            BANA YİNE AĞIT YAKMAK DÜŞER

11 Mayıs 2014 Pazar

Halkımız AKP'ye Değil " Sanal Refah'a " Oy veriyor


30 Mart yerel seçimlerinin ardından çok şeyler yazıldı, değerlendirmeler, yorumlar yapıldı. Kimine göre sonuca saygı duymalıydı, Çünkü Millî İrade böyle buyurmuştu. Kimi halkı suçladı. Bu son kesimin yorumu genel olarak şöyleydi: Halkımız, çok zor koşullar altında geçimini sürdürmesine rağmen,  nasıl oluyor da kendisini bu duruma mahkûm eden bir partiye oy vermekte ısrar ediyor? Sayıları milyonları bulan bu insanlar nasıl oluyor da böyle bir çelişkiye düşüyor, insan mantıklı hareket etmez mi? Haydi birkaç yüz bini, hatta bir iki milyonu etmedi, hepsi mi mantıksız davranıyor? Bir yazarımızın deyişiyle “mazoşist” mi bunlar?

Bana sorarsanız yanıtım şudur: Hayır AKP’ye oy verenler mazoşist değil, kendi açılarından mantıksız da davranmıyorlar. Çünkü mahkûm edildikleri yoksulluk koşullarından çıkışın bir yolunu bulmuşlar, daha doğrusu onların önünde böyle bir çıkış yolu birileri tarafından özellikle açılmış. Nasıl bir çıkış yolu bu? Kısaca ifade edeyim: Tüketici kredileri ve bir tür sadaka sistemi!… Aşağıda açıklıyorum.


1) Önce tüketici kredileri üzerinde duralım. 2012 tarihli bir makalemden[i] özetliyorum:
Türkiye’de AKP iktidarının başta gelen işlerinden biri, tüketici kredileri ile kredi kartları kullanımında yarattığı büyük patlamadır. Böylece halkımız gelecekteki kazançlarını şimdiden harcamaya, ciddî ve tehlikeli bir şekilde borç altına girmeye başlamıştır. Gerçekten 2011’de Türkiye nüfusunun yarısından fazlası (yüzde 56’sı) bankalara borçlu durumdaydı. Bugün bu oran yüzde 80’e yükselmiş bulunuyor. Tüketicilerin büyük bir kısmı kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyemediği için bankalar tarafından takibe alınmıştır.

Bu borçlanma furyası, yani “yurttaşların, henüz kazanmadıkları paraları harcamaları” olgusu; literatürde “sürekli borçlanma ekonomisi” başlığı altında inceleniyor. Uygulamanın önemli etkilerinden biri şu: Halk, örneğin Türk halkı; çiftçi, işçi ve memur reel gelirinde meydana gelen düşüşün etkisini kısa vadede daha hafif hissediyor, hatta hissetmeyebiliyor. Reel gelirler düşerken, tüketici kredisi ve kredi kartı kullanımı sayesinde yaşam standardını yükselten harcamalar bile yapabiliyor. Sonuçta yurttaş kendini mutlu hissediyor. Ne var ki uzun dönemli olarak bakarsak, aslında bu bir “yalancı mutluluk”tur, “yalancı bir refah artışı”dır, bedeli zamanı gelince pahalı ödenecektir. Çünkü o mutluluk da, refah artışı da kat kat geri alınacaktır.  
 ‘***’
Yukarda açıkladığım gerçekler göz önüne alınırsa, Türk halkının önemli bir bölümünün, en olumsuz koşullar içinde gırtlağına kadar borca batmış durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şimdi denebilir mi ki, bu tablo sadece ekonomik bir olaydır? Elbette hayır! Ağır borçluluğun çok önemli bir  siyasal  sonucu vardır. Bazı yazarlar AKP’nin 2007 seçiminde %47 gibi büyük bir oy oranına ulaşmasını, bu faktörle açıklamıştı. Söz konusu yazarlardan biri de iktisatçı Selim Somçağ’dır. Borçlanmanın döviz kuru ve faiz etkisine ağırlık veren analizi özetle şöyledir:

22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde AKP nasıl olup da oylarını artırdı? Türkiye artık bir borçlular ülkesidir. Peki, bu ağır borçluluğun seçim sonucuyla ilgisi ne? Gayet açık: Gırtlağına kadar borca giren vatandaş, eğer döviz kurları veya faizler yükselirse, bankaya olan borcunun kendisini yutacak bir girdaba dönüşeceğini çok iyi biliyor. Şubat 2001'deki gibi bir kriz patlarsa evini, arabasını, tarlasını kaybedeceğini, bütün hayatının alt üst olacağını iyi biliyor. İnsanın ihtiyaçları hiyerarşiktir ve ilk kaygısı da hayatta kalmak, malını, mülkünü, işini, düzenini muhafaza etmektir. Seçim sonucunu işte bu ilk kaygı belirlemiştir. Geliri düştüğü için borçlanmak zorunda kalan vatandaş hayatıyla kumar oynadığının, bıçak sırtında yaşadığının farkındadır. Ancak mevcut düzenin aleyhinde oy kullanması için karşısına güvenilir bir siyasal seçenek çıkması gerekiyordu ki o seçenek çıkmamıştır.
Bundan başka ve daha önemlisi, AKP banka kredileri yoluyla halkı bir sanal refah dünyasında yaşatıyor. Halk bu sun’i refahı bozulmasın istiyor. Çalışmadan, kazanmadan, sadece borçlanarak ek tüketim sağlıyor, geçmişte hayal bile edemediği imkânlara kavuşuyor. Yakın gelecekte bunun bedelini ödeyecek, ancak farkında değil veya umursamıyor. Onu gereğince bilgilendiren de yok. Bir bakıma –yetersiz eğitim ve gelir düzeyi vasıtasıyla- böyle davranmaya da mahkûm edilmiş durumda.

‘***’
Yukarda sunduğum analiz –tüketici kredilerinin seçmen tercihi üzerindeki etkisi- elbette 12 Haziran 2011 seçimleri için de geçerliydi, son 30 Mart 2014 yerel seçimleri için de geçerlidir. Büyük olasılıkla ilk genel seçimlerde de durum fazla değişmeyecektir. Nitekim A&G Araştırma Şirketi’nin sahibi Adil Gür 30 Mart seçimleri öncesinde Cumhuriyet’e yaptığı değerlendirmede bakın, ne diyor: “AKP’ye oy verenlerin yüzde 80’i hayatından memnun olduğu için oy veriyor. Bugün Türkiye’de halkın yüzde 80’inin borcu var; ev borcu, araba borcu, kredi borcu, kredi kartı borcu var. Şimdi böyle bir ortamda seçmen huzuru bozulsun ister mi?” 

Kanı’mca halkımız epeydir şöyle bir muhakeme yapıyor: Madem zorunlu ihtiyaçlarımı borçlanarak da olsa karşılayabiliyorum ve mademki iktidarda AKP var, öyleyse bu imkânı bana sağlayan AKP’dir. Aman, iktidardan gitmesin ki düzen bozulmasın, şu an ki rahatım bozulmasın. Öyleyse, ona oy vermeye devam edeyim.

İşte, ufak da olsa bu muhakemenin somut bir kanıtı: 
12 Haziran 2011 seçimleri sonrası… Basında bir haber: HEPAR Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, oyu yüzde 0,3'de kalan partisini kapatma kararı verdi. Bu habere bir seçmenin yaptığı yoruma bakın:
- Paşam, aslında ben de HEPAR’lıydım ama mecburen AKP’ye oy verdim. Çünkü ekonomik istikrar meselesi… Hepimizin bankaya borcu var, mecburuz, düzen bozulmasın diye… Neyse, emeğine sağlık...
‘***’
2) İş sadece banka kredileri ile bitse iyi… Ancak, öyle değil. Halkın AKP’ye mecbur oluşunu güçlendiren, yine geçim sorunuyla doğrudan ilgili olan güçlü bir faktör daha var: Bir tür sadaka sistemi, Özdemir İnce’nin deyişiyle sadaka ekonomisi ... AKP iş sahibi yapmadığı, sosyal güvenliğini sağlamadığı seçmenlere “yardım” adı altında “sadaka” dağıtıyor, hem de yıllardır! Vatandaş artık onuruyla çalışıp kazanma hakkını unutmuş, temel ihtiyaçlarının karşılanmasını AKP’den bekliyor! Kurulan “sadaka sistemi”nin içerdiği yardımların ana merkezi AKP ve hükümetidir. Ancak yardımlar -çoğu AKP’li olan- belediyeler, gönüllü kuruluşlar, kimi sivil toplum örgütleri tarafından da yapılıyor. Sonuçta başlı başına bir “yardım ekonomisi”, daha doğrusu bir “sadaka ekonomisi” doğmuş bulunuyor. Söz konusu yardımlar genel olarak şunlardır: Gıda yardımları, Kömür yardımları, şartlı nakit transferi, öğrenci yardımları, valiliklerce verilen öğle yemeği uygulaması, sağlık yardımları, barınma yardımları, ücretsiz taşıma uygulaması, doğal âfet yardımları…

Yeşil kart sahiplerine bir güvenlik ihtiyacı olan sağlık hizmeti sunulmakta. Uygulama kapsamında ödeme gücü olmayan, hiçbir sosyal güvenlik sisteminden yararlanmayan vatandaşların tedavi giderleri -AKP’ye mal edilerek- devlet tarafından karşılanıyor. Sağlık, gıda, kömür, eğitim, giyim, para gibi birçok temel ihtiyaca yönelik olarak gerçekleştirilen yardımlar trilyonluk bütçelere ulaşıyor. Devlet yardımları -AKP görüntüsü altında- valilikler ve belediyeler tarafından yürütülüyor. AKP ülke çapında muazzam bir ağ örerek 21 milyon “kişi/aile”ye, 1 milyar 900 milyon (eski parayla yaklaşık 2 katrilyon) TL dağıtarak 12 Haziran 2011’de de 43 milyon seçmenden yarısının, 21 milyonunun oyunu aldı![ii] AKP, 2012 yılında da yurttaşlara dağıttığı yardımlar için 8,6 milyar TL (eski para ile 8,6 katrilyon) pay ayırmıştı. 2013 yılında yardımları yüzde 50 artırarak 12 milyar TL’ye (eski para ile 12 katrilyon TL’ye) çıkardı. Bu harcamadan, muhtaç durumda tuttuğu 19 milyon yurttaş istifade etti. İktidarda olduğu 11 yıl boyunca AKP yaklaşık 85 katrilyon TL’yi “seçim yatırım”ı olarak dağıtmış bulunuyor[iii].

‘***’
Peki, halkın, bir süredir yapısallaşmış olan bu davranışının teorik bir temeli, bilimsel bir açıklaması var mıdır? Şu bir gerçektir ki,  AKP on bir yıldır süren icraatı ile ülkemize çok büyük zararlar vermiştir: Devlet ve milleti bölünme noktasına getirmiştir. İç ve dış borçlanmayı tehlikeli boyutlara taşımıştır. Millî servet, ulusal ekonomi; yabancı sermaye, özelleştirmeler, toprak satma yoluyla yabancı güçlerin eline geçmiştir. Doğal kaynaklar korkunç boyutlarda tahribata uğramıştır. Yolsuzluk, rüşvet ve iltimas alıp yürümüştür. AKP iktidarı eğitim düzenini bozmuştur. Devlet düzenini altüst etmiş, TSK’yı adeta dağıtmış, devlet ciddiyeti bırakmamıştır. Buna karşılık seçim sonuçları, AKP iktidarının, toplum ve devlete daha büyük zararlar verecek şekilde icraatını sürdürmesine tekrar yeşil ışık yakmış bulunuyor! Peki, seçmen kitlesinin yarıya yakınının bunlardan haberi yok mudur?  AKP’ye, başlıca örneklerini verdiğim bu ağır sorunların müsebbibi olmasına rağmen, yeniden güçlü bir destek vermiştir?

1) Oldukça tatmin edici bir ilk yanıt, bence, ABD'li psikolog Abraham Maslow’un (1908-19070) ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisinde bulunabilir.  
Önce şunu belirteyim ki, ülkemizde eğitim ve kültür düzeyi düşük:  Halkımızın %80’i gazete okumuyor, %75’i eline kitap almıyor, 13 milyon insanımız ilkokulu dahi bitirmemiş, 4,5 milyon yurttaşımız okuma yazma bilmiyor (2011). Ve dikkat: Halkımız arasında, AKP’ye olan destek eğitim düzeyi düştükçe artıyor, eğitim düzeyi yükseldikçe azalıyor. Eğitim düzeyinin ise büyük ölçüde çalışma ile, gelir düzeyi ile paralel gittiği bilinen bir husustur. Ülkemizde sanayileşme durmuş, istihdam artmıyor; gelir düşük, gelir artışı zayıf oluyor. O zaman eğitim ve gelir düzeyi yetersiz olan halk katmanlarından nasıl oy alacaksınız? Eğer alıyorsanız, nasıl sağladınız bunu? İşte tam burada kurnazca düzenlenmiş bir mekanizma devreye sokulmuş görünüyor.
 
A. Maslow’un teorisine göre insan önce bireysel ihtiyaçlarını, bunların arasında da ilk iki ihtiyacını, fizyolojik ihtiyaçları ile güvenlik ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelir. Genel eğilim olarak davranışlarını, örneğin politik davranışını da bu ihtiyaçlara göre ayarlar. Buna göre, her şeyden önce karnı doysun, sırtı pek olsun ister. Güvenli bir yerde barınmak, sağlıklı olmak, geleceğe güvenle bakmak ister. Eğer açsa, çıplaksa, barınacağı bir konutu yoksa, sağlıksızsa, geleceğini karanlık görüyorsa; insan hakları, özgürlükler, düşünce özgürlüğü, ülke sorunları lafta kalır. Birey; düşünce özgürlüğüne, haklarının bilincine, ülke sorunlarının varlığına ihtiyaç tatmininin üst basamaklarına tırmandıkça, özellikle son basamakta ulaşır. Aç ve çıplak olan, yurtsuz, sağlıksız olan, özgür olamaz; haklarının farkına varamaz, yurt sorunlarıyla ilgilenemez.

AKP hükümeti kurnaz…, bir çıkış yolu bulmuş veya bir yerlerden akıl almış. Seçmenin çaresizliğini politik bir fırsata çevirmiş: İş sahibi yapmadığı, zorunlu ihtiyaçlarını karşılama imkânı tanımadığı seçmenlere “yardım” adı altında “sadaka” dağıtıyor! Sayın Özdemir İnce’nin terimiyle bir “sadaka ekonomisi” yaratmış.[iv]

Böyle bir sürecin en önemli sonucu şudur: Milyonlarca seçmen bir siyasal parti tarafından, onun kadroları tarafından, hem de devamlı olarak tutsak alınmış oluyor. Yurttaş iş bulmaktan, yeterli bir gelirden, sosyal güvenceden umudunu kesmiş, “aman bu yardımlar kesilmesin de ne olursa olsun, isterse dünya yıkılsın” diyecek hale itelenmiş, oyunu yine aynı partiye, AKP’ye hiç sonunu düşünmeden veriyor. Çünkü iradesi ağır bir baskı altına alınmıştır, saptırılmıştır. Ne serbestçe düşünebiliyor, ne muhakeme edebiliyor.

2) İkinci açıklama şekli eğitim düzeyi ile çok daha ilişkilidir. On bir yıldır devam eden AKP iktidarının, Türkiye’yi hangi felaketlere sürüklediğini, hangi ağır sorunlarla karşı karşıya bıraktığını yukarda belirttim. Bu sorunlar esas itibariyle makro nitelikte (toplum düzeyinde kendini gösteren) sorunlardır. Halk ise bireylerden oluşur. Yoksul ve eğitimsiz olan birey –genel eğilim olarak- bunları fark edemiyor, bu sorunların yol açtığı büyük yıkımları göremiyor, çünkü bunların bilincinde değil. Gerekli kavramlar, olgular arası ilişkiler yok zihninde… Eğitim düzeyinin düşüklüğü ve yaşadığı yoksulluk koşulları sebebiyle sadece mikro (birey düzeyinde kendini gösteren) olgularla ilgililer, bu sonuncuların dışına çıkamıyorlar. Mikro nitelikte sorunlar; halkın, birey olarak iş, aş, eş, giyim, barınma, konut, sağlık, güvenlik gibi sorunlarıdır. Bu konuları iyi biliyor, kavrıyor, takip ediyor. AKP iktidarı, halkın bu zihin yapısının farkındadır ve onun, kesin öncelik verdiği bireysel ihtiyaçlarını tatmin edici ölçüde karşılamanın yollarını bulmuştur. Bu sebeple başarılıdır, seçimde de ödülünü almıştır. Ne yazık ki, bu partinin de Türkiye’nin felakete sürüklenmesi umurunda değildir.

 ‘***’
AKP öyle bir sistem kurdu ki halkımızın en az yarısını kendine mahkûm etti, tıpkı bir tarikat örgütlenmesi gibi… Adam 20 milyonu aşan seçmenimizi neresinden tutmuş? Tam boğazından, tam yaşam kanalından...
Sen bunun dışında ne yaparsan yap fayda etmez; istediğini vaat et, istediğin kadar uyar, ne bir tepki alırsın, ne bir sonuç. Başka hiçbir şey etkilemez seçmenlerin büyük bir bölümünü: Ne vatan, ne millet, ne laiklik, ne egemenlik, ne bağımsızlık, ne bölünmez bütünlük, ne yolsuzluk, ne rüşvet...
Kısa vadede halkımızın en az yarısından, ulusal çıkarlar adına fazla bir şey beklememek gerektiği gün gibi âşikâr…
Mevlânâ’nın dediği gibi: İnsan, neyin peşinde ise odur!


[i] Cihan Dura, “AKP’yi Ayakta Tutan Kredi Kartları mı?”  http://cihandura.com/ekonomi-yazilari/47-akpy-ktdarda-tutan-kred-kartlari-mi.html
[ii] Cihan Dura, “AKP’nin Seçim Zaferinin Sırrı”, http://www.cihandura.com/eski/index.php?option=com_content&task=view&id=726&Itemid=63
[iii] Yeniçağ, 7.4.2014
[iv] Özdemir İnce, “Halkımız AKP’ye değil (bozuk) ‘düzen’e oy veriyor (2)”, Aydınlık, http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/183-oezdemir-nce/38235-ozdemir-ince-halkimiz-akpye-degil-bozuk-duzene-oy-veriyor-2.html  (16.4.2014)