30
Mart yerel seçimlerinin ardından çok şeyler yazıldı, değerlendirmeler,
yorumlar yapıldı. Kimine göre sonuca saygı duymalıydı, Çünkü Millî İrade
böyle buyurmuştu. Kimi halkı suçladı. Bu son kesimin yorumu genel
olarak şöyleydi: Halkımız, çok zor koşullar altında geçimini
sürdürmesine rağmen, nasıl oluyor da kendisini bu duruma mahkûm eden
bir partiye oy vermekte ısrar ediyor? Sayıları milyonları bulan bu
insanlar nasıl oluyor da böyle bir çelişkiye düşüyor, insan mantıklı
hareket etmez mi? Haydi birkaç yüz bini, hatta bir iki milyonu etmedi,
hepsi mi mantıksız davranıyor? Bir yazarımızın deyişiyle “mazoşist” mi
bunlar?
Bana
sorarsanız yanıtım şudur: Hayır AKP’ye oy verenler mazoşist değil, kendi
açılarından mantıksız da davranmıyorlar. Çünkü mahkûm edildikleri
yoksulluk koşullarından çıkışın bir yolunu bulmuşlar, daha doğrusu
onların önünde böyle bir çıkış yolu birileri tarafından özellikle
açılmış. Nasıl bir çıkış yolu bu? Kısaca ifade edeyim: Tüketici
kredileri ve bir tür sadaka sistemi!… Aşağıda açıklıyorum.
Türkiye’de
AKP iktidarının başta gelen işlerinden biri, tüketici kredileri ile
kredi kartları kullanımında yarattığı büyük patlamadır. Böylece halkımız
gelecekteki kazançlarını şimdiden harcamaya, ciddî ve tehlikeli bir
şekilde borç altına girmeye başlamıştır. Gerçekten 2011’de Türkiye
nüfusunun yarısından fazlası (yüzde 56’sı) bankalara borçlu durumdaydı.
Bugün bu oran yüzde 80’e yükselmiş bulunuyor. Tüketicilerin büyük bir
kısmı kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyemediği için bankalar
tarafından takibe alınmıştır.
Bu
borçlanma furyası, yani “yurttaşların, henüz kazanmadıkları paraları
harcamaları” olgusu; literatürde “sürekli borçlanma ekonomisi” başlığı
altında inceleniyor. Uygulamanın önemli etkilerinden biri şu: Halk,
örneğin Türk halkı; çiftçi, işçi ve memur reel gelirinde meydana gelen
düşüşün etkisini kısa vadede daha hafif hissediyor, hatta
hissetmeyebiliyor. Reel gelirler düşerken, tüketici kredisi ve kredi
kartı kullanımı sayesinde yaşam standardını yükselten harcamalar bile
yapabiliyor. Sonuçta yurttaş kendini mutlu hissediyor. Ne var ki uzun
dönemli olarak bakarsak, aslında bu bir “yalancı mutluluk”tur, “yalancı
bir refah artışı”dır, bedeli zamanı gelince pahalı ödenecektir. Çünkü o
mutluluk da, refah artışı da kat kat geri alınacaktır.
‘***’
Yukarda
açıkladığım gerçekler göz önüne alınırsa, Türk halkının önemli bir
bölümünün, en olumsuz koşullar içinde gırtlağına kadar borca batmış
durumda olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şimdi denebilir mi ki, bu tablo
sadece ekonomik bir olaydır? Elbette hayır! Ağır borçluluğun çok
önemli bir siyasal sonucu vardır.
Bazı yazarlar AKP’nin 2007 seçiminde %47 gibi büyük bir oy oranına
ulaşmasını, bu faktörle açıklamıştı. Söz konusu yazarlardan biri de
iktisatçı Selim Somçağ’dır. Borçlanmanın döviz kuru ve faiz etkisine
ağırlık veren analizi özetle şöyledir:
22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde AKP nasıl olup da oylarını artırdı? Türkiye artık bir borçlular ülkesidir. Peki,
bu ağır borçluluğun seçim sonucuyla ilgisi ne? Gayet açık: Gırtlağına
kadar borca giren vatandaş, eğer döviz kurları veya faizler yükselirse,
bankaya olan borcunun kendisini yutacak bir girdaba dönüşeceğini çok iyi
biliyor. Şubat 2001'deki gibi bir kriz patlarsa evini, arabasını,
tarlasını kaybedeceğini, bütün hayatının alt üst olacağını iyi biliyor.
İnsanın ihtiyaçları hiyerarşiktir ve ilk kaygısı da hayatta kalmak,
malını, mülkünü, işini, düzenini muhafaza etmektir. Seçim sonucunu işte
bu ilk kaygı belirlemiştir. Geliri düştüğü için borçlanmak
zorunda kalan vatandaş hayatıyla kumar oynadığının, bıçak sırtında
yaşadığının farkındadır. Ancak mevcut düzenin aleyhinde oy kullanması
için karşısına güvenilir bir siyasal seçenek çıkması gerekiyordu ki o
seçenek çıkmamıştır.
Bundan
başka ve daha önemlisi, AKP banka kredileri yoluyla halkı bir sanal
refah dünyasında yaşatıyor. Halk bu sun’i refahı bozulmasın istiyor.
Çalışmadan, kazanmadan, sadece borçlanarak ek tüketim sağlıyor, geçmişte
hayal bile edemediği imkânlara kavuşuyor. Yakın gelecekte bunun
bedelini ödeyecek, ancak farkında değil veya umursamıyor. Onu gereğince
bilgilendiren de yok. Bir bakıma –yetersiz eğitim ve gelir düzeyi
vasıtasıyla- böyle davranmaya da mahkûm edilmiş durumda.
‘***’
Yukarda
sunduğum analiz –tüketici kredilerinin seçmen tercihi üzerindeki
etkisi- elbette 12 Haziran 2011 seçimleri için de geçerliydi, son 30
Mart 2014 yerel seçimleri için de geçerlidir. Büyük olasılıkla ilk genel
seçimlerde de durum fazla değişmeyecektir. Nitekim A&G Araştırma
Şirketi’nin sahibi Adil Gür 30 Mart seçimleri öncesinde Cumhuriyet’e
yaptığı değerlendirmede bakın, ne diyor: “AKP’ye oy verenlerin yüzde
80’i hayatından memnun olduğu için oy veriyor. Bugün Türkiye’de halkın
yüzde 80’inin borcu var; ev borcu, araba borcu, kredi borcu, kredi kartı
borcu var. Şimdi böyle bir ortamda seçmen huzuru bozulsun ister mi?”
Kanı’mca halkımız epeydir şöyle bir muhakeme yapıyor: Madem
zorunlu ihtiyaçlarımı borçlanarak da olsa karşılayabiliyorum ve mademki
iktidarda AKP var, öyleyse bu imkânı bana sağlayan AKP’dir. Aman,
iktidardan gitmesin ki düzen bozulmasın, şu an ki rahatım bozulmasın.
Öyleyse, ona oy vermeye devam edeyim.
İşte, ufak da olsa bu muhakemenin somut bir kanıtı:
12
Haziran 2011 seçimleri sonrası… Basında bir haber: HEPAR Genel Başkanı
Osman Pamukoğlu, oyu yüzde 0,3'de kalan partisini kapatma kararı verdi.
Bu habere bir seçmenin yaptığı yoruma bakın:
-
Paşam, aslında ben de HEPAR’lıydım ama mecburen AKP’ye oy verdim. Çünkü
ekonomik istikrar meselesi… Hepimizin bankaya borcu var, mecburuz, düzen
bozulmasın diye… Neyse, emeğine sağlık...
‘***’
2)
İş sadece banka kredileri ile bitse iyi… Ancak, öyle değil. Halkın
AKP’ye mecbur oluşunu güçlendiren, yine geçim sorunuyla doğrudan ilgili
olan güçlü bir faktör daha var: Bir tür sadaka sistemi, Özdemir İnce’nin
deyişiyle sadaka ekonomisi ... AKP iş sahibi yapmadığı, sosyal
güvenliğini sağlamadığı seçmenlere “yardım” adı altında “sadaka”
dağıtıyor, hem de yıllardır! Vatandaş artık onuruyla çalışıp kazanma
hakkını unutmuş, temel ihtiyaçlarının karşılanmasını AKP’den bekliyor!
Kurulan “sadaka sistemi”nin içerdiği yardımların ana merkezi AKP ve
hükümetidir. Ancak yardımlar -çoğu AKP’li olan- belediyeler, gönüllü
kuruluşlar, kimi sivil toplum örgütleri tarafından da yapılıyor. Sonuçta
başlı başına bir “yardım ekonomisi”, daha doğrusu bir “sadaka ekonomisi” doğmuş bulunuyor. Söz konusu yardımlar genel olarak şunlardır: Gıda yardımları, Kömür
yardımları, şartlı nakit transferi, öğrenci yardımları, valiliklerce
verilen öğle yemeği uygulaması, sağlık yardımları, barınma yardımları,
ücretsiz taşıma uygulaması, doğal âfet yardımları…
Yeşil
kart sahiplerine bir güvenlik ihtiyacı olan sağlık hizmeti sunulmakta.
Uygulama kapsamında ödeme gücü olmayan, hiçbir sosyal güvenlik
sisteminden yararlanmayan vatandaşların tedavi giderleri -AKP’ye mal
edilerek- devlet tarafından karşılanıyor. Sağlık, gıda, kömür, eğitim,
giyim, para gibi birçok temel ihtiyaca yönelik olarak gerçekleştirilen
yardımlar trilyonluk bütçelere ulaşıyor. Devlet yardımları -AKP
görüntüsü altında- valilikler ve belediyeler tarafından yürütülüyor. AKP
ülke çapında muazzam bir ağ örerek 21 milyon “kişi/aile”ye, 1 milyar
900 milyon (eski parayla yaklaşık 2 katrilyon) TL dağıtarak 12 Haziran
2011’de de 43 milyon seçmenden yarısının, 21 milyonunun oyunu aldı![ii]
AKP, 2012 yılında da yurttaşlara dağıttığı yardımlar için 8,6 milyar TL
(eski para ile 8,6 katrilyon) pay ayırmıştı. 2013 yılında yardımları
yüzde 50 artırarak 12 milyar TL’ye (eski para ile 12 katrilyon TL’ye)
çıkardı. Bu harcamadan, muhtaç durumda tuttuğu 19 milyon yurttaş
istifade etti. İktidarda olduğu 11 yıl boyunca AKP yaklaşık 85 katrilyon
TL’yi “seçim yatırım”ı olarak dağıtmış bulunuyor[iii].
‘***’
Peki,
halkın, bir süredir yapısallaşmış olan bu davranışının teorik bir
temeli, bilimsel bir açıklaması var mıdır? Şu bir gerçektir ki, AKP on
bir yıldır süren icraatı ile ülkemize çok büyük zararlar vermiştir:
Devlet ve milleti bölünme noktasına getirmiştir. İç ve dış borçlanmayı
tehlikeli boyutlara taşımıştır. Millî servet, ulusal ekonomi; yabancı
sermaye, özelleştirmeler, toprak satma yoluyla yabancı güçlerin eline
geçmiştir. Doğal kaynaklar korkunç boyutlarda tahribata uğramıştır.
Yolsuzluk, rüşvet ve iltimas alıp yürümüştür. AKP iktidarı eğitim
düzenini bozmuştur. Devlet düzenini altüst etmiş, TSK’yı adeta dağıtmış,
devlet ciddiyeti bırakmamıştır. Buna karşılık seçim sonuçları, AKP
iktidarının, toplum ve devlete daha büyük zararlar verecek şekilde
icraatını sürdürmesine tekrar yeşil ışık yakmış bulunuyor! Peki, seçmen
kitlesinin yarıya yakınının bunlardan haberi yok mudur? AKP’ye, başlıca
örneklerini verdiğim bu ağır sorunların müsebbibi olmasına rağmen,
yeniden güçlü bir destek vermiştir?
1)
Oldukça tatmin edici bir ilk yanıt, bence, ABD'li psikolog Abraham
Maslow’un (1908-19070) ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisinde bulunabilir.
Önce
şunu belirteyim ki, ülkemizde eğitim ve kültür düzeyi düşük: Halkımızın
%80’i gazete okumuyor, %75’i eline kitap almıyor, 13 milyon insanımız
ilkokulu dahi bitirmemiş, 4,5 milyon yurttaşımız okuma yazma bilmiyor
(2011). Ve dikkat: Halkımız arasında, AKP’ye olan destek eğitim düzeyi
düştükçe artıyor, eğitim düzeyi yükseldikçe azalıyor. Eğitim düzeyinin
ise büyük ölçüde çalışma ile, gelir düzeyi ile paralel gittiği bilinen
bir husustur. Ülkemizde sanayileşme durmuş, istihdam artmıyor; gelir
düşük, gelir artışı zayıf oluyor. O zaman eğitim ve gelir düzeyi
yetersiz olan halk katmanlarından nasıl oy alacaksınız? Eğer
alıyorsanız, nasıl sağladınız bunu? İşte tam burada kurnazca düzenlenmiş
bir mekanizma devreye sokulmuş görünüyor.
A.
Maslow’un teorisine göre insan önce bireysel ihtiyaçlarını, bunların
arasında da ilk iki ihtiyacını, fizyolojik ihtiyaçları ile güvenlik
ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelir. Genel eğilim olarak davranışlarını,
örneğin politik davranışını da bu ihtiyaçlara göre ayarlar. Buna göre,
her şeyden önce karnı doysun, sırtı pek olsun ister. Güvenli bir yerde
barınmak, sağlıklı olmak, geleceğe güvenle bakmak ister. Eğer açsa,
çıplaksa, barınacağı bir konutu yoksa, sağlıksızsa, geleceğini karanlık
görüyorsa; insan hakları, özgürlükler, düşünce özgürlüğü, ülke sorunları
lafta kalır. Birey; düşünce özgürlüğüne, haklarının bilincine, ülke
sorunlarının varlığına ihtiyaç tatmininin üst basamaklarına tırmandıkça,
özellikle son basamakta ulaşır. Aç ve çıplak olan, yurtsuz, sağlıksız
olan, özgür olamaz; haklarının farkına varamaz, yurt sorunlarıyla
ilgilenemez.
AKP
hükümeti kurnaz…, bir çıkış yolu bulmuş veya bir yerlerden akıl almış.
Seçmenin çaresizliğini politik bir fırsata çevirmiş: İş sahibi
yapmadığı, zorunlu ihtiyaçlarını karşılama imkânı tanımadığı seçmenlere
“yardım” adı altında “sadaka” dağıtıyor! Sayın Özdemir İnce’nin
terimiyle bir “sadaka ekonomisi” yaratmış.[iv]
Böyle
bir sürecin en önemli sonucu şudur: Milyonlarca seçmen bir siyasal parti
tarafından, onun kadroları tarafından, hem de devamlı olarak tutsak
alınmış oluyor. Yurttaş iş bulmaktan, yeterli bir gelirden, sosyal
güvenceden umudunu kesmiş, “aman bu yardımlar kesilmesin de ne olursa
olsun, isterse dünya yıkılsın” diyecek hale itelenmiş, oyunu yine aynı
partiye, AKP’ye hiç sonunu düşünmeden veriyor. Çünkü iradesi ağır bir
baskı altına alınmıştır, saptırılmıştır. Ne serbestçe düşünebiliyor, ne
muhakeme edebiliyor.
2)
İkinci açıklama şekli eğitim düzeyi ile çok daha ilişkilidir. On bir
yıldır devam eden AKP iktidarının, Türkiye’yi hangi felaketlere
sürüklediğini, hangi ağır sorunlarla karşı karşıya bıraktığını yukarda
belirttim. Bu sorunlar esas itibariyle makro nitelikte (toplum düzeyinde
kendini gösteren) sorunlardır. Halk ise bireylerden oluşur. Yoksul ve
eğitimsiz olan birey –genel eğilim olarak- bunları fark edemiyor, bu
sorunların yol açtığı büyük yıkımları göremiyor, çünkü bunların
bilincinde değil. Gerekli kavramlar, olgular arası ilişkiler yok
zihninde… Eğitim düzeyinin düşüklüğü ve yaşadığı yoksulluk koşulları
sebebiyle sadece mikro (birey düzeyinde kendini gösteren) olgularla
ilgililer, bu sonuncuların dışına çıkamıyorlar. Mikro nitelikte
sorunlar; halkın, birey olarak iş, aş, eş, giyim, barınma, konut,
sağlık, güvenlik gibi sorunlarıdır. Bu konuları iyi biliyor, kavrıyor,
takip ediyor. AKP iktidarı, halkın bu zihin yapısının farkındadır ve
onun, kesin öncelik verdiği bireysel ihtiyaçlarını tatmin edici ölçüde
karşılamanın yollarını bulmuştur. Bu sebeple başarılıdır, seçimde de
ödülünü almıştır. Ne yazık ki, bu partinin de Türkiye’nin felakete
sürüklenmesi umurunda değildir.
‘***’
AKP
öyle bir sistem kurdu ki halkımızın en az yarısını kendine mahkûm etti,
tıpkı bir tarikat örgütlenmesi gibi… Adam 20 milyonu aşan seçmenimizi
neresinden tutmuş? Tam boğazından, tam yaşam kanalından...
Sen
bunun dışında ne yaparsan yap fayda etmez; istediğini vaat et, istediğin
kadar uyar, ne bir tepki alırsın, ne bir sonuç. Başka hiçbir şey
etkilemez seçmenlerin büyük bir bölümünü: Ne vatan, ne millet, ne
laiklik, ne egemenlik, ne bağımsızlık, ne bölünmez bütünlük, ne
yolsuzluk, ne rüşvet...
Kısa vadede halkımızın en az yarısından, ulusal çıkarlar adına fazla bir şey beklememek gerektiği gün gibi âşikâr…
Mevlânâ’nın dediği gibi: İnsan, neyin peşinde ise odur!
[i] Cihan Dura, “AKP’yi Ayakta Tutan Kredi Kartları mı?” http://cihandura.com/ekonomi-yazilari/47-akpy-ktdarda-tutan-kred-kartlari-mi.html
[ii] Cihan Dura, “AKP’nin Seçim Zaferinin Sırrı”, http://www.cihandura.com/eski/index.php?option=com_content&task=view&id=726&Itemid=63
[iii] Yeniçağ, 7.4.2014
[iv] Özdemir İnce, “Halkımız AKP’ye değil (bozuk) ‘düzen’e oy veriyor (2)”, Aydınlık, http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/183-oezdemir-nce/38235-ozdemir-ince-halkimiz-akpye-degil-bozuk-duzene-oy-veriyor-2.html (16.4.2014)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.