29 Ekim 2014 Çarşamba

29 Ekim... Elveda Eski Türkiye !... Merhaba Yeni Türkiye !...












http://gaziantephaberler.com/images/b2.png



Vildan Sevil


(Sevgili okur, bu yazı, alıştığınız yazılarımdan farklı, zorunlu olarak uzun oldu. Ne yapabilirdim ki? Elveda demek de zor, karşılama töreni de… Sabırla okumanız umudu ve dileğiyle…)

Çocukluğumdan Bir İz düşüm

Dedem, Birinci paylaşım Savaşında, Osmanlı ordusunun bir neferi olarak Osmanlının Yemen vilayetinde  yedi yıl İngilizlerin elinde esir kalmış. Döndüğünde ise kendi ülkesi işgal altında ve  Kurtuluş Savaşı…

Dedem, deriden yapılmış çarıkları, hayvan dışkıları arasında çıkan arpaları yediklerini anlatırdı. Sonradan da çok duydum okudum bu gerçeği.
Annem, Kurtuluş Savaşı’nda, 1921’de, Yalova’dan dağları aşarak Kandıra’ya doğru katır sırtında kaçarlarken doğmuş.

O topraklarda nice kanlı anılar uyuyor şimdi. İşgal güçlerinin kurşuna dizdiği, dere yataklarına  atarak şehit ettiği, cenazesi bile bulunamayan amcalar, dayılar, ağabeyler… Yani dedelerimiz…

Dedem, şehit kardeşinden emanet, henüz ergenliğe girmiş yeğenlerinin de bulunduğu ailesini güvenli bir yere ulaştırıp milislere katılma telaşındayken, düşman onlara yaklaştıkça, yeğenlerini, gebe karısını tecavüzlerden korumak için kendi elleriyle vurmayı düşünmüş kaç kez. Neyse ki gerçekleştirmeden düşmanın yön değiştirdiği haberi gelmiş. 2014’de, yüzyıl sonra, aynı korkuyla kızlarını yok ederek IŞİD’den korumaya çalışan Ezidi ve Türkmen babaları anımsadınız mı?
Komşu komşu yaşayıp giderken birdenbire birbirine düşman edilen, birbirini katleden Ermeniler, Rumlar, Türkler… Gebe kadınlar, ana rahminde sürgülenen fetüsler, ha doğdu ha doğacak, rahmin ağzına günışığını merakla dayanmış bebeler… Yerlerinden yurtlarından sürgün edilenler… Mallarına el konulanlar… Hepsi aynı toprakların evlatları… Her savaşın, kirli, kaçınılmaz, onarılmaz anıları, yaraları…

Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğuşu

İnsanlık, 17. ve 18. yüzyıllarda, gelişen ticaret ve yeni doğan sanayi sınıfının/burjuvazinin, derebeylerinin zorbalığından usanmış acılı köylülüğün gücünü arkasına alarak feodal imparatorluklardan, monarklardan ve monarkların kitleleri uyutan baş ortakları kiliseden kurtulmak için savaştı. Hâlâ hüküm süren son sömürücü sistem kapitalizm böylece egemenliğini sağladı, ortak pazarlar, dinin egemenliği yerine milliyetlerin öne çıkarıldığı ulus devletler ve ulusal bütünlüğün sağlanması için de ulusal dil ve ulusal tarih bilinci yarattı. Direnen eskiyi yıkmak, yeniyi kurmak için çok acı çekildi, çok kan döküldü.

20. yüzyıla gelindiğinde, sanayi ve ticaretini iyice geliştiren Avrupa ülkelerine, kendi pazarları yetersiz geldi. Sanayi toplumu yoğun emek sömürüsüyle daha çok üretiyordu. Üretim fazlalarını satmak, daha çok üretmek, daha çok satmak, daha çok zenginleşmek için kendilerinin bulunduğu aşamaya gelmeyen diğer dünya ülkelerine göz diktiler. Ulusal pazarlar yetmez oldu. Kendi aralarında güç ve egemenlik savaşları başladı.

Avrupa topraklarından Afrika’ya, Yakın ve Ortadoğu’ya uzanan, çok geniş, fakat sanayi ve ticarette çok geri kalmış, etnik ve dinsel olarak birbirinden farklı pek çok halkı barındıran Osmanlı İmparatorluğu, bu farklılıkların derinleştirilmesi, kışkırtılmasıyla güçten düşürülerek emperyalistler tarafından Birinci Paylaşım Savaşında param parça edildi. Zaten gelişen kapitalizm tarafından ekonomik bağlamda çoktan teslim alınmıştı.

Bugün olduğu gibi o zaman da dinsel, etnik kimliklerin farklılığı, milliyetçilik, halkları kışkırtmakta, kendilerine bağlaşıklar sağlamada emperyalistlerin tepe tepe kullandığı kültürel özelliklerdi. Hani şu cetvelle çizilmiş emirlikler, şeyhlikler, sultanlıklar böyle ulusal devletler haline geldi ve çoğunluğu hemen emperyal güçlerin egemenliği altına alındı.

Halklara zenginlik ve kurtuluş vaadiyle  bu büyük gasp olayında, emperyalistlerin Kızıl Elma, Ergenekon, Türklerin birliğinin sağlanacağı vaadiyle Turan ülkülerine kapılan İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal Paşalarının hizmetini de unutmamak gerek.

Sonuçta koskoca Osmanlı İmparatorluğundan  kala kala Anadolu ve Trakya’da küçük bir parça kaldı. Ve yanmış yıkılmış bir ülke, aç sefil bir halk. Saray erkanından ve devlet kadrolarında çalışanlardan başka kimsenin okuma yazması olmayan eğitimsiz, cahil bir halk… Erkeklerini savaşlarda yitirmiş kadınlar, babalarını görmeden büyüyen çocuklar…

1923’te Cumhuriyet işte bu koşullarda kuruldu. Her türlü geri düşünceyi barındıran, dünya egemenlerinin her türlü kışkırtmasına açık bir toplumda, ümmetten millete, monarşiden ve dinsel önderlik olan hilafetten egemenliğin daha geniş kesimlerce paylaşılabileceği cumhuriyete geçildi. Kapitalizmin, bir üst aşaması olan emperyalizme evrilirken, dünyayı ele geçirmeye, paylaşmaya uğraştığı bu tarihsel anda.

Ne var ki tam da bu tarihsel anda, emperyalizm daha çok sömürü, daha çok  kâr, daha çok egemenlik yolunda ilerlerken önüne bir “Heyüla”, bir can düşmanı çıkıverdi. 1917 Sovyet Devrimi.  İnsanlığın özgürlüğe, mutluluğa ulaşmasının tek yolunun sömürünün, insanın insana kulluğunun ortadan kalkmasıyla gerçekleşeceğini haykıran o büyük devrim.

1789’da, özgürlük, eşitlik, adalet vaatleriyle kilisenin ve monarkların egemenliğini sonlandıran ama vaatleri bir türlü gerçekleşmeyen büyük Fransız Devriminden sonra ikinci büyük adımını atıyordu insanlık.

Zenginliklerin, gücün sömürüden doğduğunu ve bu gücün, yeryüzünde çok küçük bir azınlığın elinde olduğunu, büyük çoğunluğun ise yoksulluğu, mutsuzluğu pahasına elde edildiğini fark ediyordu insanlık. Sovyet Devrimi buna başkaldırının simgesi oldu, insanlığa bu bilinci haykırdı.

Kapı komşusunda gerçekleşen bu devrim elbette etkiledi cumhuriyetin kurucu kadrosunu. Çarlığı yıkan yeni Sovyet Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşında ve kuruluş aşamasında yardım da etti. Osmanlı’da  sanayinin gelişmemiş olması, demokratik devrimi sürükleyecek ulusal burjuvazinin yokluğu,  işçi sınıfının yok denecek kadar azlığı, feodal yapının ekonomik ve kültürel olarak topluma damgasını vurduğu ülkede yeni rejim ve devrim kısa sürede emperyalizmin kucağına düştü.
Yabancı şirketlerin millileştirilmesi, Sovyet  desteğiyle kurulan ulusal sanayinin kuruluş dönemi kısa sürdü.

Devlet eliyle ite kaka var edilmiş ulusal burjuvazi çıkarlarını emperyalizme bağlanmakta gördü. Aşiret reisleri, toprak ağaları ve taşra eşrafı ise bu zorlama, güdük kapitalizmden nemalanarak varlıklarını sürdüler ve yeni yetme burjuvazinin siyasal erki için oy deposu olma işlevini gördüler, erke ortak oldular. Bu ittifakla oluşturulan siyasal iktidarlar, soğuk savaşın da etkisiyle elbette ilk önce, sömürüye başkaldıran ama insanlığın keşfettiği en ileri ideolojiyi baş düşman ilan ettiler. Sosyalistler, Komünistler, devrimcilerdi bu ideolojiyi topluma taşıyanlar. Onlar, hep yasaklara çarptılar, işkencelerde geçirildiler, zindanlarda çürüdüler, öldürüldüler, yok edildiler.

Kurucu kadronun, özellikle önder Mustafa Kemal’in aydınlanmanın gerekliliğine inancıyla oluşturmaya çalıştığı yeni kültürel yapı (laiklik, bilime dayalı eğitim vb) böylece ona destek verecek, onu topluma taşıyacak en büyük güçten yoksun bırakıldı.

Cumhuriyeti kuruluşunun daha ilk yıllarından itibaren, emperyalizm ve iç gericilik, yani karşı devrim, doğası gereği, devrimin bu iki damarına saldırdı. Anti-emperyalizm ve dinsel egemenliğe son veren aydınlanma/bilimcilik. Kimi zaman sinerek, gizlenerek, kimi zaman açıkça saldırılarak bugüne gelindi. Son yıllarda ise gericiliğin ağzıyla saldırı, kimi sol çevrelerde de yaygınlaştı. Bu damarları canlandırmak yerine, cumhuriyet dönemindeki iktidarların sola saldırısının etkisiyle sanırım, sürekli yanlışları öne çıkarmak moda oldu. Oysa her tarihsel olgu, kendi içinde hem ileriyi hem geriyi, ezilen insanlığın çoğunluğunun hem kârlarını hem de zararlarını barındırır. Kapitalizmde elbette kâr, olabildiğince azdır. Çoğaltmanın yolu mücadeleden geçer. Bu bilimsel gerçek unutturuldu. Gücün diliyle konuşmak, insanları geçmiş ve gelecek korkularından arındırır, bu nedenle hep baskındır.

Ülkemizde sol hareketlerin fışkırmasında büyük rolü olan 1968 kuşağı, Sosyalist devrimlerden, dünyada süregiden emperyalist saldırı karşısında Ulusal Kurtuluş Savaşının başlangıçtaki anti-emperyalist yanından ve M.Kemal’in bilimi öne çıkaran aydınlanmacı düşüncesinden  kan aldı,  beslendi. İşçi sınıfı ve orta katmanlarda  anti-emperyalist bilincin tekrar canlanmasını sağladı. Teslimiyete, toprak ağalığına, Kürt halkının mağaralarda maraba yaşamına mahkum edilişine, eğitimsizliğine, iki kat geri bırakılmışlığına, burjuvazinin ve onu gerici  ittifakının halkları yoksulluğa, eğitimsizliğe, zulme boğmasına karşı var gücüyle haykırdı. O gençlik, yani önderliğini Harun Karadenizlerin, Denizlerin, Mahirlerin, Sinanların, Kaypakkayaların yaptığı gençlik… Bütün özverisiyle, yiğitliğiyle emperyalizme bağlardan kurtuluşun yollarını araştıran gençlik…

12 Mart 1971 darbesiyle ülkenin en bilinçli, en yiğit, en yürekli, en zeki çocuklarının bu haykırışları, öncülleri gibi darağaçlarında, işkencelerde susturuldu. Dağlarda, kırsalda vuruldular, yok edildiler.

12 Eylül 1980 darbesiyle de karşı devrim büyük bir atak yaptı, ekonomik bağlamda, yeni bir aşamaya, globalleşmeye geçen emperyalizmin ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, her alanda buyruğuna tam teslimiyetin doruğuna tırmanan yolu açtı bu darbe.

Sosyalist sistemin ve ondan güç alarak emperyalist egemenlikten kopmaya çalışan ya da sosyalizmi hedefleyen ulusal kurtuluş hareketlerinin çöküşü, dünyanın ilerici dinamiklerinin uğradığı baskı ve şaşkınlık, tüm dünyayı, Yeni Dünya düzeni diye de anılan yeni emperyalist aşamaya teslim olmaya getirdi.

Meydanı boş bulan emperyalizm, kendi ekonomik bunalımlarını aşmak, gücünü ve zenginliğini arttırmak için tüm dünyaya, özellikle yer altı, yer üstü zenginliklerin bulunduğu, dinsel, etnik, mezhepsel ayrımları barındıran, geri, bilim ve eğitimden yoksun, toplumların diktatörlerin iki dudağına baktığı coğrafyaya, İslam coğrafyasına  var gücüyle, bütün vahşetiyle saldırdı yine. Gelişen silah ve iletişim teknolojileri ve tarihi boyunca biriktirdiği hain, yalan, tuzak üreten tüm sosyo psikolojik deneyimini kullanarak saldırdı, saldırıyor. Zemheri kışı, bahar diye yutturarak… Algı yönetimleri, toplum mühendislikleri geliştirerek… Yine milliyetçiliği, dinsel, mezhepsel ayrımları kullanıp komşuyu komşuya, kardeşi kardeşe kırdırarak… Kanı ve cinayetleri kendi topraklarından uzak tutarak… Yeni işbirlikçi sivil diktatörler yaratarak onların ve kendinin kasalarını doldurarak saldırıyor.

Tarihin Tekerrürü mü,  Kıssadan Hisse mi?

Yakın tarihimizdeki bu benzerlikleri bilincimize yükselterek onun ışığında kıssadan hisse çıkartacak mıyız?

Geçmişteki ve bugünkü tüm acıların, dökülen kanların sorumlusunun başta emperyalizm ve kendi çıkarları için onunla işbirliği yapan bizim seçtiğimiz iiktidarlar olduğunu…

“Benim milliyetim, benim dinim, benim mezhebim seninkinden üstündür” diyenlerin  her kim olursa olsun insanları düşmanlığa ve şiddete ittiğini, arkasında mutlaka dünya egemenlerinin ve işbirlikçilerinin bulunduğunu…
Toplumun çoğunluğu yararına elde edilen kazanımların yetersiz de olsa sahiplenmek,  tümünü reddetmemek gerektiğini…

Sömürü sistemi temelinde kurulan devlet denen aygıtın, dünyanın neresinde olursa olsun, sömürünün sürdürebilirliği adına, zenginliği bir avuç insana, yoksulluğu, sefaleti ise insanlığın çoğunluğuna uygun gördüğünü ve her zaman tüm güvenlik güçleriyle, silahlarıyla ve psiko-sosyolojik yöntemleriyle, vahşetten hiç kaçınmadan  şiddet uygulayacağını…  

Bu sistemde kurulan her iktidarın mutlaka bir düşman ihtiyacı olduğunu, onun düşman dediğinin ezilen halkların dostu olabileceğini arka plana iyice bakmak gerektiğini…

Sistemden çeşitli ölçüde zarar gören tüm sınıf ve katmanların birlikte savaşımı sağlanmadan tuzaklardan, oyunlardan  kaçınmanın olanaksız olduğunu…

Yukarda anlatmaya çalıştığımız düşüncelere varmadan, birbirinden farklı çıkarları olan sınıf ve katmanların, öncelikle tümüne zarar veren  ve sürekli acı, vahşet üreten bu emperyalizm ve işbirlikçi belalardan  kurtuluş yolunun, salt kendi ideolojilerini, kendi idollerini, kendi sembollerini, sloganlarını birbirine dayatmak, birbirinin gözüne sokmak, yakmak yıkmak  yerine onları unutmadan hedefin gerektirdiği ortak slogan, ortak semboller bulmak gerektiğini… Aksine hareket edenlerin arkasında durmamak, onları savunmamak  gerektiğini…

Evet, bütün bunları… Bütün bunları kabul edecek miyiz?

KABUL ETMEYECEKSEK, hep birlikte şimdi yerden yere vurulan eski cumhuriyetin, sömürüyü ortadan kaldıramayan (Öyle bir devlet amaçlandı ama kurulamadı yeryüzünde) her rejimde, farklı boyut ve biçimlerde  görülen yanlışlarını, gericilikle ağız birliği yaparak abarta abarta gündemde tutalım. Görece de olsa cumhuriyetin toplumda yer eden kazanımlarını, (Laiklik, dinsel eğitim ve ideoloji yerine bilimi öne çıkarma, çağdaşlaşma)  yok saymaya devam edelim. Bunları savunanları hain falan ilan edelim. En doğruyu bilen, kendimizden başkasını hor gören, birliğe yanaşmayan küçüklü büyüklü ve sürekli eriyen gruplarımızın içinde ecel günümüzü bekleyelim.

“Elveda  Eski Cumhuriyet,  elveda eski Türkiye!”

Ve hemen ekleyelim:  Merhaba Yeni Türkiye!



Hayallerden Gerçeğe Dönüşmekte Olan Yeni Türkiye’ye Merhaba!

MERHABA  eurolarla, dolarlarla, paha biçilmez taşlarla dikilip süslenmiş hilafet kaftanını kuşanmış postmodern halifeliğe!
MERHABA kadınların mal olarak görüldüğü, kadı’ların tecavüzcülere katillere, hırsızlara, dolandırıcılara pekçok hafifletici nedenler bularak onları özgürce ortalığa saldığı, yalnız ve yalnızca halife sultanın buyruğunun hukuk sayıldığı Türkiye!
MERHABA  şu bilim,bilimsellik gibi işe yaramaz işlerle uğraşmak yerine, cennetin anahtarlarını dağıtan, kadın denilen şeytandan şöyle iyice arındırılmış eğitim sistemi!
MERHABA bol rant getiren, göğü delen betonlarla akciğerleri sökülüp yenen, soluksuz kalan kentler!
MERHABA madenler için delik deşik edilen dağlar, kesilen zeytinler ve tüm ağaçlar, yeşilsizlikten yok olan kuşlar, börtü böcek, kurumaya yüz tutmuş pınarlar, çağlamayan çağlayanlar!
MERHABA  yasaklanmış yerli tohumlar, yerli fidanlar!
MERHABA  ithalata mahkum tarım ve hayvancılık!
MERHABA doğasız, kuşsuz, börtü böceksiz, hayvansız, insansız, insansızlıksız Türkiye!
MERHABA  “cebren ve hile ile” ve de RIZAMIZLA tümden Sünnileştirilmiş, hatta Selefileştirilmiş tek tip inanç, ümmetin yüce birliği merhaba!
MERHABA  ayakkabı kutularına, saklama kaplarına, kasalara, minibüslere, bankalara sığmayan paracıklar ve kutsal sahipleri, vakıflar, şirketler, filolar, Asya’dan Afrika’ya uzanan araziler, gayrımenkuller, falan filan…
Ve ağzından dua düşmeyen yazılı, sözlü, sanal medya, sosyal ortamlar, ekranlar…
Birbirimizin kafasını kesmez, ciğerlerimizi sökmez de Allah’ın izniyle sağ kalırsak eğer  MERHABA!... MERHABA!... MERHABA!...

NOT: Yeni Türkiye’ye yol alışımızı konu edinen eski yazılarımdan bazılarının linkleri:







28.10.2014

Vildan Sevil







http://gaziantephaberler.com/images/b4.png



















22 Ekim 2014 Çarşamba

Daha Fazla Projelerle, Daha Fazla Yurttaşlarımıza....

Cihan Dura


 




“Atatürkçüyüm” diyen çoğu aydınımızın üzücü bir alışkanlığı vardır, kroniktir, yaygındır.
Sürekli halkı eleştirirler, halkı küçük görürler; onlara göre halk cahildir, uyumaktadır. Kendileri ise kusursuzdur, sütten çıkmış ak kaşıktır. Halktan uzak dururlar.
Ne kadar yanlış ve zararlı bir tutum!...

Bir kere aydınlarımız, okumuşlarımız unutmasınlar ki, halk aydının aynasıdır: Halka hangi niteliği atfederlerse, kendilerini de aynısıyla nitelemiş olurlar.
İkincisi, aydının görevi halkın ayağına gitmektir. Onunla kaynaşmak, onunla hemdert olmak, onu tanımak ve aydınlatmaktır. Bu onun aslında minnet borcudur.

Atatürk, aydının bu görevi üzerinde önemle durmuştur. Örneğin, Halkçılık İlkesi kapsamında şöyle der:
Milletçe geri kalışımızın ana sebeplerinden biri aydınlarımızla halk arasındaki uyum yokludur. Oysa başarı için, ülkeyi kurtarmak için aydınla halkın zihniyeti arasındaki ayrılığı durdurmak gerekir. Bu ikisi arasında doğal bir uyum olmalıdır.
Çok temiz kalplidir bizim halkımız, ilerlemeye çok yeteneklidir. Bir kani olursa muhataplarının kendisine içtenlikle hizmet ettiklerine, her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Demek ki aydınlar her şeyden önce, millete güven vermek zorundadır.
Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir. Gençlerimiz ve aydınlarımız hangi hedeflere, ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi zihinlerinde iyice kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul edilebilir bir hale getirmelidir. Aydınlarımız, özellikle de öğretmenlerimiz her vesileden yararlanarak halka koşmalı, halk ile bir arada olmalıdır. Bunda başarılı olmak için de aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal bir uyum olması gerekir. Bunun anlamı şudur: Aydın sınıfının halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. 

‘***’
Türkiye’de her okumuş böyle midir, halkı hâkir görüp ondan uzak mı durur? Ne mutlu ki, böyle değildir. Halka gitme konusunda az da olsa sevindirici örnekler var. Birini epey önce Aydınlık [23.7.2012]  gazetesinde okumuştum. “Üniversiteli Gençler Köylü Kardeşlerine El Uzattı” başlıklı haberi kesip saklamışım, oradan özetliyorum:
İzmir’in abla ve ağabeyleri köy yollarına düştü. Büyükşehir Belediyesi’nin Abla, Ağabey, kardeş projesine katılan üniversiteli gençler yaz tatillerinde boş durmak yerine köy çocuklarını kardeş edindi. Haftanın üç günü köylere giden gençler köylüyü tanıyor, çocuklara oyunlarla, ailelerine toplantılarla Cumhuriyet bilincini aşılamaya çalışıyor.
Proje “köy çocuklarının Cumhuriyet ilke ve değerlerine bağlı, düşünüp sorgulayan, çevreye duyarlı, farklı görüş ve inançlara saygılı, dinlemeyi bilen bireyler olarak yetişmesini” hedefliyor. Uygulanan program; yaratıcı drama, oyun atölyeleri, geleceğe yazılan mektup ile grup çalışmalarının ardından kapanış partisi ile sona eriyor. Köy gezilerinde çocukların yanı sıra annelerle de sohbet toplantıları yapılarak çocukları dinlemek ve doğru iletişim yöntemleri üzerine bilgiler veriliyor.
Büyükşehir Belediyesi Gönüllü Projeleri sorumlusu Burcu Kâğıtçı Gönenç’in belirttiğine göre 30 gönüllü abla-ağabey ile birlikte yaz boyunca 8 köyde, 350 çocuğa ulaşma hedeflenmiş. Proje bir günle sona ermiyor; çeşitli zamanlarda, örneğin önemli gün ve haftalarda abla, ağabey ve kardeşler, etkinliklere beraberce katılıyorlar. Proje kapsamında 2006 yılından beri 73 köyde 2000 köy çocuğu ile kardeşlik bağı kurulmuş.”
‘***’
Atatürk ne diyor:

“Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir. Aydın sınıfının halka telkin edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır” diyor.
Haydi öyleyse arkadaşlar!... Türkiye’nin dört köşesinde, benzer veya değişik daha fazla projelerle, daha fazla çocuklarımıza, gençlerimize, daha fazla yurttaşlarımıza ulaşalım; onlarla tanışalım, el ele verelim, Cumhuriyetimiz için mucizeler yaratalım.