18 Haziran 2015 Perşembe

EMPERYALİZM TÜRKİYE GİBİ ÜLKELERİN GELİŞMESİNİ NASIL ENGELLİYOR?



Cihan Dura


Geçtiğimiz Nisan (2015) ayında bir kitabım yayımlandı, Elmadağı Yayınları tarafından: Türkiye’ye Batı saldırısı: Ekonomimiz Hangi Silahlarla İşgal Ediliyor?  Bu yazım, kitabın sonuç bölümünün ilk kısmının geniş bir özetidir.

Emperyalizm… 500 yıldır insanlığın bütün ıstırap ve felaketlerinin birinci kaynağı!… Günümüzde de Neoliberalizm kisvesi altında “piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar, demokrasi, insan hakları” gibi parlak sloganlar kullanarak Türkiye gibi ülkeleri kontrol altına almakta, bu şekilde pazarlarını, doğal kaynaklarını, hattâ birikmiş sermaye stoklarını gasp etmektedir. Bu kapsamda Derin Merkez -ve onun yönetimi altındaki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez ülkeleri-  Türkiye gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin kendilerine rakip bir güç haline gelmelerini, çeşitli ekonomik ve politik silahlar kullanarak önlemeye çalışıyor. Bu silahlardan başta geleni serbest mübadeledir, serbest ticarettir. İkincisi ülkeyi borçlandırmaktır. Üçüncü silah özelleştirmedir. 

Sonra yabancı sermaye gelir. Beşincisi o ülkeye toprak sattırmaktır. Bütün bu habis politikalar “küreselleşme” denilen süreçte, ulusötesi şirketlerin çıkarları için, onlar daha büyüsünler, güçlensinler, dünyanın kaynak ve pazarlarını olabildiğince ele geçirsinler diye, yalnız Türkiye’de değil, birçok diğer Çevre ülkesinde uygulamaya konmuştur.

‘***’
Küreselleşme olgusu vahşi kapitalizmin, Çirkin Batı’nın, özellikle ABD’nin, kendi siyasal, sosyal ve ekonomik kalıplarını bütün dünyaya dayatma aracı ve sürecinden başka bir şey değildir. Bu sayede dünyanın diğer ülkeleri (Çevre ülkeleri) henüz sanayileşememiş, sahipsiz olarak, Merkez’in sömürüsüne açık bir duruma getiriliyor; sanayileşme girişimleri “Merit Stratejisi” yoluyla engelleniyor. Oysa söz konusu ülkelerin durumlarının iyileşmesi, ilerlemeleri, sanayileşmeleri, yeni kurulan sanayilerinin dev ulus-ötesi şirketler karşısında koruma altına alınmasına bağlıdır. Bunun birinci koşulu ise Ulus-Devlet yapısının muhafaza edilmesidir. Görülüyor ki Batı’nın çıkarlarının gerektirdiği düzenle -Türkiye gibi- az gelişmiş, sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin çıkarlarının gerektirdiği düzen arasında bir karşıtlık vardır, uyuşmazlık vardır.

Batı tek çözüm yolu olarak şunu görüyor: Bu ülkelerin millî devletlerinin planlı bir şekilde zayıflatılması; o ülkelerin devletlerinin, Merkez’in çıkarlarına hizmet edecek bir kalıba dökülmesi... Beş ekonomik silah ve diğerleri bu amaçla kullanılıyor. İşte günümüzde AB ve ABD ile kurulu ilişkiler yoluyla ve işbirlikçilerin desteğiyle Türkiye’de yapılmakta olan da budur.
Oysa bugünün Merkez ülkeleri, tarihlerinin bir safhasında “ulus-devlet” olarak, böyle bir ekonomik zırhın arkasında ekonomilerini korumaya alarak sanayileştiler. Bugün ulaştıkları gelişme aşamasında ise o zırhı çıkararak yeni bir zırh geçiriyorlar üzerlerine: e-devlet. Bundan böyle bu yeni zırhın içinde varlıklarını ve geleceklerini güvenceye alacaklar. Oysa dünyanın diğer ülkeleri, örneğin Türkiye; yeteri kadar gelişemedikleri için hâlâ ulus-devlet zırhına muhtaç durumdalar. Onların da gelişmesi, güçlenmesi, zenginleşmesi o zırha bağlı! 

Ancak Batı Oligarşisi; Derin-Merkez buna izin vermiyor: Ben “ulus devlet zırhını çıkardım, sen de çıkaracaksın” diyor. Ve çıkarttırıyor! “Benim gibi olacaksın” diyor. Neden bunu istiyor Batı Oligarşisi, Derin Merkez?... Çünkü böyle savunmasız bırakılarak, ulusötesi şirketlerin, o ülkelerin ekonomik kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmeleri kolaylaştırılıyor!
Öte yandan Derin-Merkez’in emrinde olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ise, ulusüstüleştirme, bölgeselleştirme ve yerelleştirme gibi yollarla, ulus devleti ulus devlet yapan özellikleri birer birer ortadan kaldırıyorlar. Çevre ülkelerinin, Türkiye’nin de, Derin-Merkez’in, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin çıkarlarının emrine, daha doğrusu bunların küresel şirketlerinin hizmetine girmelerini sağlıyorlar.

 ‘***’
Merit stratejisi Derin Merkez’in başta gelen bir stratejisidir. Bütün ekonomik silahların tetiğindeki parmağın sahibi hep aynı odaktır: Derin-Merkez’dir; dev küresel şirketlerin sahipleri, yöneticileridir. Şuna inanmışlardır ki, kendilerinin sürekli güçlenmesi, zenginleşmesi için, kendileri dışındaki dünyanın, “sanayileşmeleri engellenmiş” ulus-devlet ekonomilerinin gelişmemesi, uyanmaması gerekir. Bu ekonomiler hep birer pazar olarak, hep birer hammadde kaynağı olarak kalmalıdır. Politikalarını ABD yönetimine uygulatırlar, diğer kapitalist ülke hükümetlerine, Avrupa Birliği yöneticilerine, aramızdaki işbirlikçilerine, sözde demokrasi rejimi hükümetlerine uygulatırlar!
Günümüzün süper emperyalist devleti olan ABD hep ikili oynar, hep çifte standarda başvurur. “Merdiveni iter.” Modern ekonomi biliminin, “serbest piyasa”nın yetersizliğini açıkça ortaya koymuş olmasına rağmen, bütün dünyaya serbest piyasa ekonomisini dayatır. Diğer ülkeleri, onlara büyük zararları olacağını bile bile, sermaye pazarlarını uluslararası spekülatif sermaye akımlarına açmaya, dış borçlanmaya, dış ticaretlerini serbestleştirmeye zorlar. Çünkü bu açılımlar kendi şirketleri lehinedir.

Amerika ve onun küresel şirketleri; dünyanın geri kalanı, özellikle yoksul ülkeler için büyük bir sorundur. Çünkü onun ve şirketlerinin ihtiyaçları ile diğer ülkelerin ihtiyaçları arasında tam bir uyumsuzluk vardır. O “güçlü olan benim” diyerek dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemeye kalkışıyor; bu da doğal olarak diğer ülkelerin kendi sorunlarının çözümsüz kalmasına, hattâ daha da ağırlaşmasına sebep oluyor.

Dünyada “küreselleşme” mi var, Batı’da (AB ve ABD’de) yerleşik birtakım güçler diğer ülkelere, örneğin Türkiye’ye Washington Uzlaşması gibi belgeleri, ticaretin serbestleştirilmesini, sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılmasını, devletin küçültülmesini, piyasaların serbestleştirilmesini mi dayatıyor? Bütün bu talepler ulusötesi şirketler içindir. Türkiye’de dış borçlanma mı teşvik ediliyor, özelleştirme mi yapılıyor, yabancı sermayenin önü mü açılıyor, ille Avrupa Birliği’ne üye mi olsun deniyor? Bütün bu gayretler de ulus-ötesi şirketler içindir. Trilyonlarca dolara hükmeden ulusötesi şirketler, dünya ekonomisi üzerinde muazzam bir yaptırım gücüne sahipler. Çıkarlarına, büyümelerine en uygun politikaları Türkiye gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkelere –iç düşmanlar eliyle-  dayatıyor ve bunda da başarılı oluyorlar. Nihai hedef bütün ülkelerde şirket egemenliğini kurmaktır. Çevre ülkeler toplum ve devlet olarak örgütlenme biçimlerini kendi gelişmeleri için değil, Derin-Merkez’in, yani küresel şirketlerin planlarını ve çıkarlarını gözetecek şekilde yeniden oluşturmak zorunda bırakılıyor.

Daha da kötüsü, ulus-devletin etkisizleşip zayıflaması şeklinde kendini gösteren bu değişim, sanki normal bir gelişmeymiş gibi dile getiriliyor. Oysa olup biten, Merkez’in emperyalist yayılmasının ve  “merdiveni itme” politikasının bir dışavurumundan başka bir şey değildir. Bu süreç “doğal küresel bir evrim”in eseri olmayıp belli bir sınıfın iradesinin, “Derin-Merkez”in (küresel şirketlerin) eseridir,  Her şey, temel dürtüsü “zenginleşme ve iktidar hırsı” olan Derin-Merkez istediği içindir ki böyle oluyor, yoksa insanlık istediği, dünya toplumları istediği için değil! İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkeler geçmişte çok geniş ölçülerde devletçi-müdahaleci politikalar uyguladılar. Ne zaman ki kalkınmalarını gerçekleştirdiler, o zaman Liberalizm’in savunucusu kesildiler. ABD sanayi alanındaki üstünlüğü kesinleşince, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dış ticaretini serbestleştirmiş ve liberalizmin, serbest ticaretin en ateşli savunucusu olmuştur. 

‘***’
Peki, ya Türkiye ne yapıyor? O da devamlı aldatılıyor. Ona da sanayileşmiş, zaten zenginleşmiş olan ülkelerin işine gelen politikalar dayatılıyor. Türkiye’yi güce ve zenginliğe götürecek “merdiven” her seferinde ayağının altından çekilip alınıyor. Bizim liberal aydınımız, iş adamımız, politikacımız, profesörümüz, yöneticimiz, hükümetlerimiz ise bu gerçeği bir türlü göremiyor veya görmezden geliyorlar. Daha da acısı, birçoğu; Türkiye’yi mahveden bu politikaları övüyor, destekliyor!

Türkiye Cumhuriyeti iki temel üzerinde kurulmuştur: Milli Egemenlik ve Tam Bağımsızlık... Emperyalizm bütün saldırılarını bu temellere yöneltti. Ekonomik ve diğer silahlarını bu temelleri yıpratmak, yıkmak için kullandı. Önemli ölçüde başardı da bunu. Peki, nasıl?


Önce “Truva atı”, sahte demokrasiyi dayatarak, Millî Egemenliği tahrip etti. Bu yoldan bağımsızlık surlarında gedikler açtı. Bağımsızlık elden gittikçe, Millî Egemenlik daha da zayıflayarak milletin dışında başka güç odaklarının eline geçti. Dolayısıyla Millî İrade felç oldu. Milletimiz artık –yukarda açıkladığım silahları kullanan- emperyalist güçlerle yerli işbirlikçilerin tutsağı durumundadır. Bütün kaynaklarıyla, pazarlarıyla sürekli sömürülmektedir. 1938 yılından sonra ve özellikle 2003 tarihinden itibaren, ne yazık ki Türk milletinin başına gelen budur.

17 Haziran 2015 Çarşamba

MİLLÎ MÜCADELE KAHRAMANLARI: MENEMEN KAYMAKAMI KEMAL BEY

Cihan Dura

Kurtuluş Savaşımızın kahramanlarındandır Kaymakam Kemal Bey. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Menemen’de göreve başlar. Bir ihtimal, Menemen’e gelmeden önce Bergama’da görev yaptığı sanılmaktadır. Kemal Bey aslen İstanbulludur. Menemen’de görevde bulunduğu sıralarda İstanbullu bir kızla da nişanlanmıştır. Ancak bu nişanlılığı, evliliğe dönüştürmek nasip olmamıştır.
‘***’

Kemal Bey, Menemen’e geldiği zaman, tüm Ege de hâkim olan şu acı gerçekle karşılaşır. Menemen de ticari hayata tamamen Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler hâkimdir. Bu sıralarda Menemen’de 4089 Rum, 420 Musevi (Yahudi) ve 150 Ermeni bulunmaktadır. Türk nüfusu ise köyler dahil 22.761 dir. Kemal Bey bu acı gerçeği içine sindiremez. Menemene gelişinden hemen sonra, halkı ekonominin içine sokabilmek için harekete geçer.
Düşüncelerini ilk olarak Şube Reisi Cemil Bey’e ve eşrafından Evlioğlu Emin Bey’e açar. Onların olumlu yaklaşımından sonra Menemenin ileri gelenleri ile bir toplantı yapar. Bu mücadelede o dönemlerde genç insan yoktur. Genellikle “biz yıllarca cepheden cepheye koşmuşuz. Ticaretten ne anlarız” cevabı ile karşılaşır. Ancak, Kemal Bey yılmaz, kendisine ilk olarak Reşit Bey cevap verir. Raşit Beyin cevabı şudur: Bütün servetimi bu yolda batıracağımı bilsem de bu işi yapacağım diyerek ticarete atılır. Kemal Beyin mücadelesi yavaş yavaş etkili olmaya başlamıştır. Rumlar, bundan bir hayli rahatsızlık duyarlar. Dönemin ünlü tüccarlarından Vangeti’nin, Evlioğlu Emin e söylediği şu sözler son derece dikkat çekicidir: “Evlioğlu siz bizimle baş edemezsiniz. Birinci Kordon bizim, İzmir bizim, Avrupa da itibar bizim. İthalat, ihracat bizim. Siz ancak Yemen de askerlik yapmasını bilirsiniz.

‘***’

Ancak Kemal Bey başlattığı ekonomik savaşın kesin sonuçlarını alamaz. Çünkü Dünya savaşı bitmiştir, Mondros un gereği olarak Türk Milletinin son yurdu işgale başlanmıştır. Kemal Bey bu sefer kolları Kuvayı Milliye hareketi için sıvar. Daha önceleri ekonomik mücadele için birlikte oldukları arkadaşları ile tekrar birliktedir. Şube Reisi Cemil Bey, Jandarma Komutanı Asım Bey, Evlioğlu Emin, Abalı Rifat, Kayalı, Raşit Bey ile birlikte dönemin müftüsünün de desteğini alarak yörede ilk Kuva-i Milliye hareketini başlatır. Hareket içinde dönemin Belediye Başkanı Süleyman Bey de vardır. Ancak Kemal Bey hayatta iken birlikte çalışıp çalışmadıkları bilinmiyor. Bu dönemde, Kuva-i Milliye için Kemal Bey, fazla zorlanmaz. Çünkü önceden başlattığı ekonomik mücadele ile halkı hazırlamıştır. Ancak bütün gayretlere rağmen işgali engelleyecek bir oluşum sağlayamazlar.
21 Mayıs 1919 da Menemen işgal edilir.

Kaymakam Kemal Bey’in hareketlerinden rahatsız olan Yunanlılar onu uyarırlar. Kemal Bey, kendisini uyarmaya gelen Yunanlı Yüzbaşısını huzurundan kovar. Daha sonra Fransız konsolosunu (Kaymakam Kemal Bey in okul arkadaşı olduğu söylenir) devreye sokarlar. Kaymakam Kemal Bey konsolosun kendisine yaptığı menfaat tekliflerini reddeder ve onu da kovar. Kemal Bey daha sonra mücadelesini Bergama’ya kadar uzatır. Bergama’daki Türk çeteleri üzerinde etkili olur ve onları Kuva-i Milliye’sine çeker. Yunanlılar 14 Haziran 1919 da Bergama’da büyük bir bozguna uğrarlar. Bu olayı Kemal Bey’e mal ederler. Özellikle Menemenli Rumlar onu öldürmek için planlar yaparlar. Kilisede alınmış olan öldürme kararını (Pandilli )ismindeki bir rum genci ile Mariko ismindeki bir Rum kadını Evlioğlu Emin’in evine bildirdiler. Evlioğlu, Cemil Bey ve Abalı, Kaymakamı Menemen’den uzaklaştırmak isterler. Ancak Kemal Bey, “Ben bu milletin Kaymakamıyım. Can korkusuyla makamımı terk edemem. Benim makamımı terk etmem halkın üzerinde olumsuz etki yapar. Sonuna kadar mücadelemi sürdüreceğim” diyerek gitmez.
‘***’

17 Haziran 1919 da Bergama’dan kaçan Yunanlılarla, Menemen’deki Rumlar birleşerek Menemen’de büyük bir katliam başlatırlar. Bu sırada olaylara müdahale eden Kaymakam Kemal Bey’i de acımasızca şehit ederler (17 Haziran 1919). Cenazesini bile vermedikleri gibi islami kurallara göre cenaze töreni yapılmasına da müsaade etmezler. 

Menemen’deki katliam olayı Fransız konsolosluğunun gayretleri ile durdurulur. Konsolosun Yunan Komutanına söylediği şu söz ilgi çekicidir: “Siz Kemal Bey gibi vatansever bir insanı öldürmekle onun yakmaya çalıştığı Özgürlük Ateşi”ni kendi ellerinizle yaktınız. Bundan sonra Anadolu da tutunmanız çok zor olacak.” Dediği gibi de olur: Kaymakam Kemal Bey’lerin oluşturdukları kıvılcımlar bir başka Kemal, Mustafa Kemal’in gayretleri ile büyük bir yangına dönüştü ve sonuçta Menemen de Yunanlıların Afyon’da uğradıkları bozgunun ardından 9 Eylül 1922 de işgalden kurtuldu.
‘***’

Cumhuriyet’in ilanından sonra Menemen de bulunan bir ilkokula ve Aliağa yolu üzerinde bulunan bir köye şehit Kaymakam Kemal Bey’in adı verildi (Menemen Şehit Kemal İlkokulu ve Şehit Kemal Köyü). Kalbi vatan sevgisi ile çarpan ve savaş yıllarında Menemen için büyük yararlılıklar gösteren Kaymakam Kemal Bey’i unutmayan Menemenliler, anısına 1932 yılında bir anıt yaptırdı. Bugün Belediye Düğün Salonu’nun önünde bulunan anıt, Menemen’in Kurtuluş günü 9 Eylül tarihinde çiçeklerle dolup taşar. Menemenliler Şehit Kaymakamını devlet töreni ile anar ve anıtı önünde saygı ile eğilir.
__________________________
KAYNAK: Birkaç değişiklik dışında şu kaynaktan aldım: http://www.erolsasmaz.com/?oku=786 (17.6.2015)

4 Haziran 2015 Perşembe

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİ POLİTİKALARI - Bölüm 2-




        1923-1929 Dönemi Türkiye Ekonomisinin Durumu

Bu dönem içerisinde devlet, direkt olarak ekonomik yatırımlara girmemekle beraber çeşitli yasal ve kurumsal düzenlemelerle özel sektörü yatırım yapmaya yöneltmeye çalışmıştır. 1923’te Cumhuriyeti ilan eden siyasi kadro ekonomik yatırımlar için özel sektörün imkânlarının kısıtlı olduğunun bilincindeydi. Bu sebeple genel menfaatleri ilgilendiren noktalarda devlet ekonomiye iştirak etmek zorunda kalmıştır.

1923–1929 döneminde ekonomik yapı ve kurumlar, İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda oluşturulmaya çalışılmıştır.İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenmiş olan esaslara koşut olarak kongreyi izleyen yıllarda Türk ticari ve sanayi hayatını finanse edecek bazı bankaların kurulduğu gözlenmiştir. Bu bankalar Türkiye İş Bankası, Türkiye Sınai ve Maadin Bankası, Türkiye Sanayi Kredi Bankası, Emlak ve Eytam Bankası, yeniden düzenlenmiş Ziraat Bankası ve T.C. Merkez Bankası’dır. Bu dönemde bankacılık alanındaki en ilginç gelişmelerden birisi de çok sayıda mahalli bankanın kurulmuş olmasıdır. Belirlenebildiği kadarıyla 29 adet mahalli banka faaliyette bulunmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin ulusal gelirinde dış ticaretin oldukça büyük pay alması, dışa açık bir ekonomi politikasının güdülmesi altı adet yabancı bankanın faaliyete geçmesine sebep olmuştur (Paçacı, 1998: 3400).

Bu dönemde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden vergiler düzenlenmeye çalışılmıştır. Osmanlı’dan devralınan vergilerin içinde bulunan temettü ve harp vergisi 1926 yılında kaldırılmıştır. Yine Cumhuriyete devreden ve gelir üzerinden alınan vergilerin en önemlilerinden biri olan Aşar vergisi de 1925 yılında yürürlükten kaldırılmıştır (Korkmaz, 1998: 3414). Aşar vergisinin kaldırılmasından doğan kayıpları telafi etmek ve devlet gelirlerini arttırmak için Osmanlıdan kalan bazı tekellerin millileştirilmesine gidilmiş ve bu uygulama en çok ispirto, kibrit, şeker gibi sanayi ürünlerinin üzerinde yoğunlaşılmıştır (Kal’a,1998: 3307). 1915 yılında sayıları 22’yi bulan ve Osmanlı döneminde devlete ait olan bu tekeller 1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası tarafından devralınmıştır (Aktan, 1998: 34).

1 Bu antlaşma gereği borç 99 yılda ödenecekti ancak bütün borçların ödenmesi taahhüt edilen süreden önce 1954 yılında bitirilmiştir (Afyoncu, 2001: 20).

Devletin bu dönemdeki ekonomik faaliyetlerinden bir diğeri de ulaştırma alanında olmuştur. Ulaşım ağının kurulması ekonomik ve askeri açıdan çok önemliydi. Osmanlı döneminde yabancı şirketlerin denetiminde bulunan demiryolları, 1924 yılında Anadolu demiryollarının devletleştirilmesi hakkındaki kanun kabul edilerek demiryolları devletleştirilmiş diğer taraftan da yeni demiryollarının yapımına önem verilmiştir. Demiryollarının yapımı ve işletilmesi için kurulan Nafia vekaletine bağlı müdürlükler 1927’de birleştirilerek Devlet Demiryolları ve Limanları İdare-i Umumiyesi kurulmuştur. Ulaştırma alanında yapılan diğer bir atılım da denizcilik sektöründedir. Osmanlı devleti döneminde birçok limanın işletilmesi yabancıların elindeydi. 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkartılmış buna istinaden Türk deniz ticaretinin ve taşımacılığının gelişimi sağlanmıştır. Ayrıca havacılık alanında da gelişmeler yaşanmış 1926 yılında Kayseri’de uçak fabrikası açılmıştır (Coşkun, 2003: 74).

1923-1929 yılları arasında Türkiye koşullarına uygun kooperatif ve diğer hukuk düzenlemeleri üzerinde durulmuştur. Tarımsal kredi kooperatifleri için 1924’te İtibar-ı Zirai Birlikler Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanun 1929’da geliştirilerek Zirai Kredi Kooperatifleri Kanununa çevrilmiştir (Çıkın, 2003: 28). Türkiye’nin iktisadi açıdan kalkınabilmesi için sanayileşmesi gerekliydi.
 
Bu amaçla 1927 yılında sanayi kuruluşlarının teşviki ve korunması için 1913
yılında çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu gözden geçirilerek kapsamı genişletilmiştir. Bu kanunda yerli sanayi sektörüne ucuz devlet arazisi tahsisi, çeşitli vergi muafiyetleri, taşıma indirimleri gibi teşvikler ve muafiyetler getirilerek sermaye birikimine destek verilmiştir (Çoşkun, 2003: 75). Buna rağmen Teşvik-i Sanayi Kanunu’ndan yararlanan kuruluşların birçoğu nitelik olarak sanayi olarak sayılamayacak madencilik, tarım ve hayvancılıkla ilgili kuruluşlardır. 1927 yılında yapılan sanayi sayımı sonuçlarına göre bu kuruluşların %32,5’i sanayi niteliğine sahiptir. Bu da göstermektedir ki küçük atölye tipinin hâkim olduğu, aile tipi çok küçük işletmelerden oluşan bir sanayi sektörü söz konusudur (Başkaya, 2004: 64- 65).

2.         Planlı Dönem: 1929-1938 Yılları Arası Devletçilik Politikası

1923-1929 döneminde özel girişime dayalı bir sanayileşme politikası benimsenmiş, özel girişimin çabaları sayesinde sanayileşmenin ve buna bağlı
olarak kalkınmanın gerçekleşeceği beklenmiştir. Ancak uygulama sonunda
yönetici kadrosunun beklentilerinin gerisinde sonuçlar gerçekleşmiştir. Bu
sebeple hükümet söz konusu dönemde özel girişimciler tarafından gerçekleştirilen sanayileşmenin hızından ve yapısından memnun olmamışlardır (Altıparmak, 2002: 37).

1929 Büyük Dünya Bunalımının da etkisi ile devletçi bir sanayileşme modeli arayışına giren Türkiye Cumhuriyeti, bu dönemde dünyadaki ilk planlama deneyimlerinden biri olarak kabul edilen sanayi planları doğrultusunda planlı bir sanayileşme sürecini gerçekleştirmiştir. 1930 tarihli İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor ile başlayan çalışmalar SSCB’nin teknik ve mali yardımıyla hayat bulmuştur. Daha sonra Amerikalı uzmanların raporlarından da faydalanılarak 1934 yılında sanayide planlı dönem başlatılmıştır (Soyak, 2003: 172).

Bu dönemde özel girişimin yeterli sonuç vermemesi nedeni ile devletin önayak olduğu bir ekonomi politikasının izlendiği görülmektedir. Buna göre 1930’lu yıllarda Türkiye’de izlenen devletçi ekonomi politikalarının şekillenmesinde aşağıdaki faktörlerin etkili olduğunu söylemek mümkündür (Parasız, 1998: 29):
1923-1929 yıları arasında izlenen liberal ekonomi politikalarından arzulanan sonuç elde edilememesi,
1929 Büyük Dünya Bunalımının dünya ölçeğinde tüm ekonomileri olumsuz etkilemesi,
SSCB’de uygulanmakta olan planlı ekonomi politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması,
Klasik ekonomi politikalarının 1929 bunalımına çözüm üretememesi üzerine devletin ekonomiye müdahalesini savunan görüşlerin popülerlik kazanması.

2.1. 1929 Büyük Dünya Bunalımının Türkiye Ekonomisine Etkileri

1929 Büyük Dünya Bunalımı, kapitalizmin ortaya çıkmasından bu yana ekonomik sistemlerin yaşadığı en büyük kriz olmuştur. Klasik ve Neo-Klasik iktisadi yaklaşımları sarsacak nitelikte olan bu kriz kapsam ve yoğunluk bakımından çok şiddetli bir biçimde ortaya çıkmış ve yayılmıştır.

Büyük Dünya Bunalımının Türkiye ekonomisini etkilemesi para değerindeki düşüşle başlamış ardından ihraç malları fiyatlarındaki azalmalar boy göstermiştir. İhracattaki bu düşüş dış ticaret dengesi üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır. Dış ticaret oranlarının sürekli gerilemesi, iç ticaret oranlarına daha yüksek bir seviyede yansımış, tarım ürünlerindeki fiyat azalması sanayii ürünleri fiyatlarından daha fazla olmuştur. 

Bu da tarım üretiminde gerileme yaratmış, piyasaya açılmanın ve para ekonomisine geçişin sınırlı oranda gerçekleştiği Türkiye ekonomisinde bir gerilemeye sebep olmuştur. Ancak dünya ekonomik bunalımından Türkiye’nin olumsuz yönde etkilenmesi diğer ülkelere göre daha hafif olmuştur. Bunun nedeni Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyon seviyesinin nisbi düşüklüğü, ihracatın sadece tarım ürünlerine dayanmayıp çeşitli sektörleri de içermesi, Türkiye’nin kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olmasıdır (Başkaya, 2004: 74). Türkiye Cumhuriyeti 1930 yılı başında Büyük Dünya Bunalımına karşı bazı önlemler almıştır. Bu önlemler iki amaca yöneliktir (Kepenek ve Yentürk, 2001: 67):

Kamu harcamalarını kamu gelirlerine uygun olarak dengelemek
İthalata sınırlamalar getirerek, dış ticaretin açık değil fazla vermesini sağlamak.
Yukarıda bahsedilen önlemler durağan ve sınırlayıcı önlemlerdi. Ekonomiyi genişletici dinamik önlemlerin alınması gerekliydi. Bu da devletçilik uygulamasıyla sağlanabilirdi. Devletçilik uygulamasının somut düzeyde başlangıcı Birinci Beş Yıllık Sanayi planı ile olmuştur.

2.2. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı

Devletçi sanayileşme, 1933’te hazırlanan sanayileşme programı doğrultusunda 1934 yılında uygulamaya konulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile başlatılmıştır. Planda düşünülen hedefler incelendiğinde Türkiye ekonomisinin gelişmesi için hızlı bir sanayileşme politikasının uygulanmasına öncelik verildiği açıkça görülmektedir (Sevgi, 1994:50). Ancak adından da anlaşılacağı gibi Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı sadece sanayi sektörünü kapsamakta tarım ve hizmetler sektörünü içermemekteydi. 1930’larda sanayi sektörünün GSMH içindeki payı %15 olduğu düşünülürse ekonominin %85’i plan dışında kalmaktaydı (Beyarslan, 1982:38). Birinci Beş Yıllık Sanayi Planının başlıca amaçları şunlardır (İnan, 1972:20):

Ana hammaddeleri ülkede yetişen veya kısa zamanda temini mümkün görülen sanayi dallarını ele alması,
Kurulacak bu fabrikalar büyük sermaye ve teknik güce ihtiyaç gösteren fabrikalar oldukları için kuruluşlarının devlete veya milli kuruluşlara bırakılması,
Kurulması düşünülen fabrikaların üretim kapasitelerinin ihtiyaç ve tüketim ile doğru orantılı olmasıdır.
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile kurulması öngörülen ve büyük ölçüde gerçekleştirilen sanayi beş ana grupta toplanmaktaydı. Bunlar sırasıyla (Sevgi, 1994:51):

 Dokuma Sektörü (Pamuk, Kendir, Yün)
Maden Sektörü (Demir-Çelik, Kükürt, Bakır)
Kağıt Sektörü (Selüloz)
Kimya Sektörü (Suni İpek, Fosforik Asit, Süper Fosfat, Kireç Kaymağı, Posata, Kibrit)
Taş-Toprak Sektörü (Cam, Çimento, Şişe, Seramik) olarak gerçekleşmiştir.
Yukarıda bahsedilen sanayi dallarında 20 fabrikanın kurulması ve bu fabrikalar için 43.453.000 TL yatırılması öngörülmüştür. Bu fabrikalar için gerekli olan finansman Sümerbank ve İş Bankası tarafından karşılanacaktı. Devletçi sanayileşme sürecinin finansmanı sırasında ülkede iç ve dış borç yükü arttırılmadığı gibi istikrarlı bir para politikası izlenerek açık finansman modeli tercih edilmemiştir. Finansmanın temel kaynağını tüketim malları üzerine konulan vergiler oluşturmuştur (Parasız, 1998:50).

Devletçi sanayileşme, yatırım malları üretimini hedef alan endüstri üreten endüstri tipi bir sanayileşme değil temel tüketim ve ara malı üretimine yönelik ithal ikameci bir sanayileşme modelidir (Parasız, 1998:50-51).

Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın içerdiği süre dolmadan 1936’dan sonra İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlıklarına girişilmiştir. İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ilk planın aksine ara malları ve yatırım malları üretimine öncelik vermekteydi. Ayrıca elektirifikasyon, madencilik ve limanlar gibi altyapısal gelişmeleri dikkate almaktaydı. Bu nitelikler itibariyle İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın bir bakıma kendine yeterlilik ilkesine önem verdiği ve ilk planın doğal bir uzantısı olduğu söylenebilir. Ancak İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı, II. Dünya Savaşı nedeniyle uygulamaya konulamamıştır (Kepenek ve Yentürk, 2001:68).

Özer ÖZÇELİK*
Güner TUNCER**