Cihan Dura |
Geçtiğimiz Nisan (2015) ayında bir kitabım yayımlandı, Elmadağı Yayınları tarafından: Türkiye’ye Batı saldırısı: Ekonomimiz Hangi Silahlarla İşgal Ediliyor? Bu yazım, kitabın sonuç bölümünün ilk kısmının geniş bir özetidir.
Emperyalizm…
500 yıldır insanlığın bütün ıstırap ve felaketlerinin birinci kaynağı!…
Günümüzde de Neoliberalizm kisvesi altında “piyasa ekonomisi, küreselleşme, yükselen piyasalar, demokrasi, insan hakları”
gibi parlak sloganlar kullanarak Türkiye gibi ülkeleri kontrol altına
almakta, bu şekilde pazarlarını, doğal kaynaklarını, hattâ birikmiş
sermaye stoklarını gasp etmektedir. Bu kapsamda Derin Merkez -ve onun
yönetimi altındaki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Merkez
ülkeleri- Türkiye gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin
kendilerine rakip bir güç haline gelmelerini, çeşitli ekonomik ve
politik silahlar kullanarak önlemeye çalışıyor. Bu silahlardan başta
geleni serbest mübadeledir, serbest ticarettir. İkincisi ülkeyi borçlandırmaktır. Üçüncü silah özelleştirmedir.
Sonra yabancı sermaye gelir. Beşincisi o ülkeye toprak sattırmaktır.
Bütün bu habis politikalar “küreselleşme” denilen süreçte, ulusötesi
şirketlerin çıkarları için, onlar daha büyüsünler, güçlensinler,
dünyanın kaynak ve pazarlarını olabildiğince ele geçirsinler diye,
yalnız Türkiye’de değil, birçok diğer Çevre ülkesinde uygulamaya
konmuştur.
Küreselleşme
olgusu vahşi kapitalizmin, Çirkin Batı’nın, özellikle ABD’nin, kendi
siyasal, sosyal ve ekonomik kalıplarını bütün dünyaya dayatma aracı ve
sürecinden başka bir şey değildir. Bu sayede dünyanın diğer ülkeleri
(Çevre ülkeleri) henüz sanayileşememiş, sahipsiz olarak, Merkez’in
sömürüsüne açık bir duruma getiriliyor; sanayileşme girişimleri “Merit
Stratejisi” yoluyla engelleniyor. Oysa söz konusu ülkelerin durumlarının
iyileşmesi, ilerlemeleri, sanayileşmeleri, yeni kurulan sanayilerinin
dev ulus-ötesi şirketler karşısında koruma altına alınmasına bağlıdır.
Bunun birinci koşulu ise Ulus-Devlet yapısının muhafaza edilmesidir. Görülüyor ki Batı’nın çıkarlarının gerektirdiği düzenle -Türkiye gibi- az gelişmiş, sanayileşmeleri engellenmiş ülkelerin çıkarlarının gerektirdiği düzen arasında bir karşıtlık vardır, uyuşmazlık vardır.
Batı tek çözüm yolu olarak şunu görüyor: Bu
ülkelerin millî devletlerinin planlı bir şekilde zayıflatılması; o
ülkelerin devletlerinin, Merkez’in çıkarlarına hizmet edecek bir kalıba
dökülmesi... Beş ekonomik silah ve diğerleri bu amaçla
kullanılıyor. İşte günümüzde AB ve ABD ile kurulu ilişkiler yoluyla ve
işbirlikçilerin desteğiyle Türkiye’de yapılmakta olan da budur.
Oysa
bugünün Merkez ülkeleri, tarihlerinin bir safhasında “ulus-devlet”
olarak, böyle bir ekonomik zırhın arkasında ekonomilerini korumaya
alarak sanayileştiler. Bugün ulaştıkları gelişme aşamasında ise o zırhı
çıkararak yeni bir zırh geçiriyorlar üzerlerine: e-devlet.
Bundan böyle bu yeni zırhın içinde varlıklarını ve geleceklerini
güvenceye alacaklar. Oysa dünyanın diğer ülkeleri, örneğin Türkiye;
yeteri kadar gelişemedikleri için hâlâ ulus-devlet zırhına muhtaç
durumdalar. Onların da gelişmesi, güçlenmesi, zenginleşmesi o zırha
bağlı!
Ancak Batı Oligarşisi; Derin-Merkez buna izin vermiyor: Ben “ulus devlet zırhını çıkardım, sen de çıkaracaksın” diyor. Ve çıkarttırıyor! “Benim gibi olacaksın”
diyor. Neden bunu istiyor Batı Oligarşisi, Derin Merkez?... Çünkü böyle
savunmasız bırakılarak, ulusötesi şirketlerin, o ülkelerin ekonomik
kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmeleri kolaylaştırılıyor!
Öte yandan Derin-Merkez’in emrinde olan IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ise, ulusüstüleştirme, bölgeselleştirme ve yerelleştirme
gibi yollarla, ulus devleti ulus devlet yapan özellikleri birer birer
ortadan kaldırıyorlar. Çevre ülkelerinin, Türkiye’nin de,
Derin-Merkez’in, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin çıkarlarının emrine, daha
doğrusu bunların küresel şirketlerinin hizmetine girmelerini
sağlıyorlar.
‘***’
Merit stratejisi Derin Merkez’in
başta gelen bir stratejisidir. Bütün ekonomik silahların tetiğindeki
parmağın sahibi hep aynı odaktır: Derin-Merkez’dir; dev küresel şirketlerin
sahipleri, yöneticileridir. Şuna inanmışlardır ki, kendilerinin sürekli
güçlenmesi, zenginleşmesi için, kendileri dışındaki dünyanın,
“sanayileşmeleri engellenmiş” ulus-devlet ekonomilerinin gelişmemesi,
uyanmaması gerekir. Bu ekonomiler hep birer pazar olarak, hep birer
hammadde kaynağı olarak kalmalıdır. Politikalarını ABD yönetimine
uygulatırlar, diğer kapitalist ülke hükümetlerine, Avrupa Birliği
yöneticilerine, aramızdaki işbirlikçilerine, sözde demokrasi rejimi
hükümetlerine uygulatırlar!
Günümüzün süper emperyalist devleti olan ABD hep ikili oynar, hep çifte standarda başvurur. “Merdiveni iter.” Modern ekonomi biliminin, “serbest piyasa”nın yetersizliğini açıkça ortaya koymuş olmasına rağmen, bütün dünyaya serbest piyasa ekonomisini dayatır. Diğer
ülkeleri, onlara büyük zararları olacağını bile bile, sermaye
pazarlarını uluslararası spekülatif sermaye akımlarına açmaya, dış
borçlanmaya, dış ticaretlerini serbestleştirmeye zorlar. Çünkü bu
açılımlar kendi şirketleri lehinedir.
Amerika
ve onun küresel şirketleri; dünyanın geri kalanı, özellikle yoksul
ülkeler için büyük bir sorundur. Çünkü onun ve şirketlerinin ihtiyaçları
ile diğer ülkelerin ihtiyaçları arasında tam bir uyumsuzluk vardır. O
“güçlü olan benim” diyerek dünyayı kendi ihtiyaçlarına göre düzenlemeye
kalkışıyor; bu da doğal olarak diğer ülkelerin kendi sorunlarının
çözümsüz kalmasına, hattâ daha da ağırlaşmasına sebep oluyor.
Dünyada “küreselleşme” mi var, Batı’da (AB ve ABD’de) yerleşik birtakım güçler diğer ülkelere, örneğin Türkiye’ye Washington Uzlaşması
gibi belgeleri, ticaretin serbestleştirilmesini, sermaye hareketlerinin
önündeki engellerin kaldırılmasını, devletin küçültülmesini,
piyasaların serbestleştirilmesini mi dayatıyor? Bütün bu talepler ulusötesi şirketler
içindir. Türkiye’de dış borçlanma mı teşvik ediliyor, özelleştirme mi
yapılıyor, yabancı sermayenin önü mü açılıyor, ille Avrupa Birliği’ne
üye mi olsun deniyor? Bütün bu gayretler de ulus-ötesi şirketler
içindir. Trilyonlarca dolara hükmeden ulusötesi şirketler, dünya
ekonomisi üzerinde muazzam bir yaptırım gücüne sahipler. Çıkarlarına,
büyümelerine en uygun politikaları Türkiye gibi sanayileşmeleri
engellenmiş ülkelere –iç düşmanlar eliyle- dayatıyor ve bunda da
başarılı oluyorlar. Nihai hedef bütün ülkelerde şirket egemenliğini
kurmaktır. Çevre ülkeler toplum ve devlet olarak örgütlenme biçimlerini
kendi gelişmeleri için değil, Derin-Merkez’in, yani küresel şirketlerin
planlarını ve çıkarlarını gözetecek şekilde yeniden oluşturmak zorunda
bırakılıyor.
Daha da kötüsü, ulus-devletin
etkisizleşip zayıflaması şeklinde kendini gösteren bu değişim, sanki
normal bir gelişmeymiş gibi dile getiriliyor. Oysa olup biten, Merkez’in
emperyalist yayılmasının ve “merdiveni itme” politikasının bir
dışavurumundan başka bir şey değildir. Bu süreç “doğal küresel bir
evrim”in eseri olmayıp belli bir sınıfın iradesinin, “Derin-Merkez”in
(küresel şirketlerin) eseridir, Her şey, temel dürtüsü “zenginleşme ve
iktidar hırsı” olan Derin-Merkez istediği içindir ki böyle oluyor, yoksa
insanlık istediği, dünya toplumları istediği için değil! İngiltere,
Fransa, ABD gibi ülkeler geçmişte çok geniş ölçülerde
devletçi-müdahaleci politikalar uyguladılar. Ne zaman ki kalkınmalarını
gerçekleştirdiler, o zaman Liberalizm’in savunucusu kesildiler. ABD
sanayi alanındaki üstünlüğü kesinleşince, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra, dış ticaretini serbestleştirmiş ve liberalizmin, serbest
ticaretin en ateşli savunucusu olmuştur.
‘***’
Peki,
ya Türkiye ne yapıyor? O da devamlı aldatılıyor. Ona da sanayileşmiş,
zaten zenginleşmiş olan ülkelerin işine gelen politikalar dayatılıyor.
Türkiye’yi güce ve zenginliğe götürecek “merdiven” her seferinde
ayağının altından çekilip alınıyor. Bizim liberal aydınımız, iş
adamımız, politikacımız, profesörümüz, yöneticimiz, hükümetlerimiz ise
bu gerçeği bir türlü göremiyor veya görmezden geliyorlar. Daha da acısı,
birçoğu; Türkiye’yi mahveden bu politikaları övüyor, destekliyor!
Türkiye Cumhuriyeti iki temel üzerinde kurulmuştur: Milli Egemenlik ve Tam Bağımsızlık...
Emperyalizm bütün saldırılarını bu temellere yöneltti. Ekonomik ve
diğer silahlarını bu temelleri yıpratmak, yıkmak için kullandı. Önemli
ölçüde başardı da bunu. Peki, nasıl?
Önce
“Truva atı”, sahte demokrasiyi dayatarak, Millî Egemenliği tahrip etti.
Bu yoldan bağımsızlık surlarında gedikler açtı. Bağımsızlık elden
gittikçe, Millî Egemenlik daha da zayıflayarak milletin dışında başka
güç odaklarının eline geçti. Dolayısıyla Millî İrade felç oldu.
Milletimiz artık –yukarda açıkladığım silahları kullanan- emperyalist
güçlerle yerli işbirlikçilerin tutsağı durumundadır. Bütün
kaynaklarıyla, pazarlarıyla sürekli sömürülmektedir. 1938 yılından sonra
ve özellikle 2003 tarihinden itibaren, ne yazık ki Türk milletinin
başına gelen budur.