27 Ağustos 2014 Çarşamba

Nezahat Onbaşı



12 Yaşındaki Nezahat Onbaşı

 İlk istiklal Madalyası bu küçük kıza layık görülmüştür.

Milli Mücadele de ön saflarda Savaşmış Kahraman bir kız çocuğu Bu Milleti kim esaret altına alabilir ki aşağıda okuyacağınız küçücük bir kız çocuğunun öyküsünden çok, neden tarih boyunca hür yaşadığımızın delilidir.

Albay Hafız Halit Bey komutasındaki 70. alayla birlikte Milli Mücadele saflarına katılmış; ancak eşi Hadiye Hanım daha 24 yaşındayken vereme kurban gittiğinden ve o yıllarda İstanbul işgal altında bulunduğundan, küçük kızını da yanında götürmek zorunda kalmıştır.

Böylece kader küçük Nezahat'ı, daha 9 yaşındayken cepheyle tanıştırmış, 12 yaşına kadar tam üç sene müddetle cephelerde bilfiil babasının yanında savaşmıştır.

Nezahat Onbaşı, babasıyla birlikte, Geyve Savaşı, Konya İsyanı, Birinci ve İkinci İnönü Savaşları ile Sakarya ve Gediz Muharebelerinde yer almış ve gösterdiği kahramanlıklarla 70. alayın simgesi olmuş, alay kızlı alay diye anılmış hatta Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’nın dahi dikkatini çekmiştir.

Türk ordusunun Yunan saldırısı karşısında zor duruma düştüğü Gediz Muharebesi, yaklaşık 600 kişilik alayı ile Albay Halit’e sıkıntılı anlar yaşattığı ve umudunu tükettiği bir noktada küçük kızı Nezahat atıyla askerlerin önünü keserek babasının imdadına koşmuştur.

Küçük Nezahat, cephe gerisine kaçmaya çalışan askerlerin karşısına, vatan sevgisiyle dolu büyük yüreğiyle adeta duvar gibi dikilmiş ve bir çocuktan beklenmeyecek muhteşemlikteki şu müthiş sözü haykırmıştır: "Ben babamın yanına ölmeye gidiyorum, siz nereye gidiyorsunuz?" Atın üstündeki küçük kız, askerlerin yüzüne, “vatan sevgisini ve şehadeti” tokat gibi indirince beyninden vurulmuşa dönen Mehmetçiğin hepsi geri dönmüş ve çoğu o muharebede şehit düşmüştür. Ama küçük Nezahat, bu büyük imtihanı kazanmıştır. O artık elinde oyuncakla askerlerin arasında gezinen bir kız çocuğu değil, 70. alayın “Nezahat Onbaşı”sıdır.

Nezahat Onbaşı’nın kahramanlık hikâyesi, Cumhuriyet'in ilânından hemen sonra 30 Ocak 1921'de, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin en hararetli tartışmalarından birine konu olacaktır

Bir milletvekili Meclis Başkanlığı’na Nezahat Onbaşı'ya istiklal madalyası verilmesini teklif etmiştir. Küçük Nezahat, Fransız İhtilali'nin simge ismi 16 yaşındaki Jan Dark (Jeanna D'Arc) ile özdeşleştirilmiştir. Bolu mebusu Tunalı Hilmi Bey, İstiklal madalyasının da ötesinde Nezahat Onbaşı'nın asker yapılmasını, Tuğgeneral rütbesiyle ödüllendirilip, “Paşa Hanım” olmasını önermiştir. Sonunda, Emin Bey’in teklifi gereği minik kızın İstiklal madalyası ile onurlandırılmasına karar verilmiştir. Böylece Nezahat Onbaşı, TBMM’nin İstiklal madalyası ile ödüllendirdiği “ilk çocuk” olma unvanını elde etmiştir. Ne var ki babası Albay Hafız Halit (Uzel) Bey ve kendisi defalarca başvurmalarına rağmen maalesef İstiklal madalyasını Meclis’ten almayı bir türlü başaramamışlardır. Bunun yerine Nezahat Onbaşı bir çeyizlik hediye ile taltif olunmuş, fakat o da tıpkı İstiklal madalyası kararı gibi gerçeğe dönüşmemiştir. Yaşının küçük olması sebebiyle Cumhuriyet’in kadın kahramanları listesine bile çok sonraları girecektir.

Bundan 65 yıl sonra bir gazetecinin konuyu gündeme getirmesiyle dönemin TBMM Başkanı Necmettin Karaduman tarafından kendisine takdir beratı verilmiştir. Nezahat Onbaşı, 6 Temmuz 1986'da Dolmabahçe Sarayı'nda sessiz sedasız bir törenle şükran plaketini aldığında tam 78 yaşında idi. 6 yıl sonra da madalyasını göremeden hayata gözlerini kapayacaktı.

SON İSTEĞİ TÜRK BAYRAĞINA SARILMAKTI





Annesinin son günlerinde yeniden Milli Mücadele günlerini yaşamaya başladığını söyleyen büyük kızı İnci Üçok (Baysel), Nezahet Onbaşı'nın ölüm anını şöyle anlatıyor: "Çok rahatsızlanmıştı. Gülhane Askerî Tıp Akademisi'ne kaldırdık. Hastanede, 'Bak gördün mü Alay geldi. Karşıda askerler. Bak kızım babam beni almaya geldi. Alayın hepsi burada.' diyordu. Onlar son sözleri oldu."

Büyük kız İnci, "Askerler onun her şeyiydi. Ay yıldızlı bayrağı ve askerleri gördüğünde gözleri dolardı." diyor. Annesinin intizamlı bir hayatı olduğunu, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile ilgili hatıralarını hep coşkuyla anlattığını söylüyor.

İstanbul Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi Felsefe öğretmeni küçük kızı Oya Baysel ise tek bir isteğini yerine getiremediklerini dile getiriyor: "Onun son dakikasına kadar hep yanında olduk. Tek isteği var yapamadığımız. Öldüğümde Türk bayrağına sarın demişti. Bir takım asker geldi, cenaze törenine. Ama tabutuna al bayrağı koyamadık. O günün telaşıyla birileri Bayrak Kanunu var deyip engellemişti. Biz de unuttuk."

Nezahet Onbaşı adına yapılan okul
Nezahet Onbaşı 24 Eylül 1993'te GATA'da vefat eder. Ve eşinin yanına Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilir. O, ardında birçok kimsenin bilmediği tarih kayıtlarına not düşülen bir kahramanlık hikâyesi bıraktı. Nezahet Onbaşı'nın alamadığı İstiklal Madalyası TBMM'nin 69 numaralı Kanunu mucibince Cumhuriyet'in ilk yıllarında 6 bin 920 kişiye verildi. Madalya alanlar arasında 70. Alay Komutanı Hafız Halit Bey ve Nezahet Onbaşı'nın eşi Rıfat Baysel de vardı. Bugün Meclis Kütüphanesi'nin raflarında yer alan 6 defterin kayıtlarına göre İstiklal Madalyalı kahramanların ilk 1500'ü Atatürk'ün silah arkadaşları, milletvekilleri ve cephede yer alan komutanlara verilmiş. Sonra erlere, halk kahramanlarına, Maraş'a, Antep'e, Urfa'ya İstiklal beratı ve madalya verilmesi kararlaştırılmış. Kayıtlara ilk İstiklal Madalyası olarak geçen tek taltif Nezahet Onbaşı'ya yani bir çocuğa aitti. Ancak o madalyasını alamadan hayata gözlerini kapadı

Haber Kaynağı : İnternet

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Bir Eğitim Devrimcisi İSMAİL HAKKI TONGUÇ






           

     
   

 İsmail Hakkı Tonguç (1893 - 23 Haziran 1960 ) eğitim tarihimizde yoksul halk çocukları için “Eğitim Hakkı” kavramını özgün Köy Enstitüleri eğitim sistemiyle dağarcığımıza katan bir eğitim devrimcisidir.  Mustafa Necati döneminde Cumhuriyet Eğitim Devrimi arayışlarına katılır. Tonguç;  Ders Araç Gereçleri ve Okul Müzesi Müdürlüğü, Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü kuruculuğu, İlköğretim Genel Müdürlüğü ve sırasıyla Köy Eğitmen Kursu, Köy Öğretmen Okulu ve Köy Enstitüleri tasarımının kuramı ve uygulamalardaki büyük emeği ile eğitim tarihimizde onurlu yerini alır. İsmail Hakkı Tonguç;  düşün dünyamızdaki arayışlarda eşitlikçi, pozitif ayrımcı, demokratik, laik-bilimsel, üretici eğitim kavramlarının anımsattığı ilk isimdir.  Bugün çağdaş öğrenme kuramlarının tüm izleri aydınlık Köy Enstitüleri deneyiminde görülebilmektedir.  Orta öğretimde ilk yatılı karma eğitimin, bireyi dönüştüren, özgürleştiren ve zenginleştiren sanat eğitiminin,  çevre ve doğa duyarlıklı okul kavramının, eğitimin toplumu içten canlandıracak bir değişim, dönüşüm projesi olarak algılamanın merkezinde temel bir referanstır

  

    İsmail Hakkı Tonguç Yaşam Öyküsü
     İsmail Hakkı Tonguç, bugünkü Bulgaristan'ın Silistre iline bağlı Totrakan ilçesinin bugünkü adı Sokol olan Tatar Atmaca köyünde 1893 yılında dünyaya gelmiştir. Baba adı Hacı Veli Oğlu İdris, anne adı ise Vesile'dir. Kendinden küçük bir kız altı erkek kardeşi vardır. Kendi köyünde dört yıllık ilkokulu ve üç yıllık rüştiyeyi bitirmiştir. Oradaki öğrenimi sırasında aynı zamanda köyün değişik işlerinde çalışmış ve tarımla uğraşmıştır.

     1914 yılında öğrenimine devam etmek üzere tek başına İstanbul'a gitmiş, sıkıntı çekmiş, ardından Maarif Nazırı (Eğiti m Bakanı) Şükrü Bey tarafından parasız yatılı öğrenci olarak Kastamonu Muallim Mektebi'ne gönderilmiştir. 1916'da naklen İstanbul Muallim Mektebi'ne gelerek öğrenciliğine orada devam etmiştir. Muallim Mektebi'nde öğrenciliği, Birinci Dünya Savaşı'nın güç yaşam koşullarını dayattığı yıllara rastlamaktadır. Okulu bitirdikten sonra 1918'de Almanya'ya daha üst öğrenim için gönderilmiştir. 1918-1919 yıllarında Almanya'nın Karlsruhe kentindeki Ettlingen Öğretmen Okulu'nda sekiz aylık bir programa devam etmiştir. 1919'da Anadolu'ya dönerek, Eskişehir Muallim Mektebi'nde Resim ve Elişi ile Beden Eğitimi öğretmeni olarak göreve başlamıştır. 1921'de Yunan işgalinden hemen önce Ankara'ya atanmış, 1922'de yeniden öğrenim görmek üzere Almanya'ya gönderilmiştir.

1922 sonundan başlayarak 1924 Nisan'ına kadar Konya Muallim Mektebi'nde, aynı yılın güzüne değin ise Ankara Muallim Mektebi'nde öğretmenlik ve yöneticilik yapmıştır. Daha sonra kısa bir süre Adana Muallim Mektebi'nde öğretmenlik yaptıktan sonra, 1925'te beş aylığına mesleki eğitim kurumlarında incelemeler yapmak üzere yeniden Almanya'ya gitmiştir. 1925'te Ankara Muallim Mektebi'nde öğretmenlik yapmış, 11 Mart 1926'da Maarif Vekaleti Levazım ve Alatı Dersiye Müzesi Müdürlüğü'ne atanarak artık merkezdeki yöneticilerden biri olmuştur. 10 Temmuz 1926 ile 26 Ağustos 1926 tarihleri arasında, ilköğretim müfettişleri ve ilkokul öğretmenleri için Ankara'da açılan "İş İlkesine Dayalı Öğretim Kursu"nda, yabancı öğretim üyeleri ile birlikte çalışarak, daha sonra Köy Enstitülerinin temel ilkesi, sloganı durumuna gelecek "iş için iş içinde işle eğitim" anlayışını geliştirmiştir.

26 Ocak 1927'de ilkokul öğretmeni Nafia Kamil ile evlenmiştir. Aynı yıl, Sivas'ta ve Ankara'da ilköğretim müfettişleri için açılan kurslarda öğretmenlik yapmış ve Ankara'da uluslararası ders araç-gereçleri sergisini açmıştır.

      1928'de ilk çocuğu olan Engin Tonguç, 1936'da ikinci çocuğu Yalım Tonguç dünyaya gelmiştir.
1929-1933 yıllarında, diğer görevlerinin yanı sıra, Gazi Eğitim Enstitüsü'nde de etkin görevlerde bulunmuş, orada hem öğretmenlik yapmış, hem de Resim-İş Bölümü'nü kurmuştur. 1934'te Soyadı Kanunu'yla Tonguç soyadını almıştır. 1934-1935 yıllarında Gazi Eğitim Enstitüsü'nde vekil olarak müdürlük yapmıştır.

3 Ağustos 1935'te Köy Enstitülerini kurmasına yarayacak İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine vekaleten getirildi. Dönemin Kültür Bakanı Saffet Arıkan'a, Köy


Enstitülerinin temelini oluşturacak bir rapor sundu.

1936'da Kayseri, Çorum ve Yozgat illerini kapsayan bir geziyle, buralarda eğitmen kurslarının açılabilirliğini araştırdı. Temmuz 1936'da da Köy Enstitüleri'nin modeli sayılan ilk Eğitmen Kursu'nu Eskişehir iline bağlı Mahmudiye'de açtı.

      Atatürk'ün desteği ile o dönem Türkiye'deki okuryazar oranı %10'dan az olduğundan, okuryazar sayısını artırmak için eğitmen kurslarında altı aylık bir eğitimle, askerliğini okuma yazma bilen çavuş olarak yapmış gençler eğitmen olarak yetiştirildi ve köylerine eğitmen olarak gönderildi.
 
1937'de Köy Eğitmenleri Yasası çıktıktan sonra, İzmir'de Kızılçullu'da (bugünkü Şirinyer), Eskişehir Çifteler'de ilk köy öğretmen okulları açıldı. 1938'de ilköğretim kurumlarını incelemek üzere Bulgaristan'da, Macaristan'da ve Almanya'da bulundu. 28 Aralık 1938'de Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı olduktan sonra, vekâleten yürüttüğü İlköğretim Genel Müdürlüğü görevine asaleten atandı.

    17 Nisan 1940'ta Köy Enstitüleri Kanunu çıktıktan sonra açılmaya başlayan enstitülerle çok yakından ilgilendi. 1946'da görevden alınışına kadar, enstitüler için canla başla çalıştı. İkinci oğlu Yalım Tonguç, 1944'te öldü. İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü çalışmalarından dolayı kendisini takdir etmiştir. Seçimleri kaybetmemek için, çok desteklediği Köy Enstitüleri sevdasından vazgeçen İnönü, onu, 25 Eylül 1946'da görevinden alarak, Talim Terbiye Kurulu üyeliğine getirdi. Ardından Türkiye'nin değişik yerlerinde sürgün olarak öğretmenlik yaptı. 1954'te kendi isteğiyle emekli oldu.

     1956'da Avrupa'yı gezdi ve İsviçre'deki Pestalozzi Çocuklar Köyü'nü inceledi. 1958'de hastalanan İsmail Hakkı Tonguç, 11 Haziran 1960'ta çoktan kapatılan Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne yıllar sonra ilk kez gitti. 24 Haziran 1960 tarihinde öldü.


 Haber Kaynağı : Yeni Kuşak Köy Enstitüler Derneği

10 Ağustos 2014 Pazar

Emperyalizmin Gizli Silahları

Cihan Dura





Yıllardır yazılarımda, dünyanın başına gelmiş en büyük felaket olarak gördüğüm Emperyalizm olgusunu işledim. Özellikle, “Emperyalizm- sömürülen ülke ilişkisi” üzerinde yoğunlaştım, genellikle Türkiye’yi örnek aldım. Bu ilişkilerde çoğu kamufle edilmiş birtakım silahların varlığını görmek zor değildi. Örneğin merit stratejisi, uluslararası antlaşmalar, kavram emperyalizmi, yabancı dilde eğitim, işbirlikçiler gibi… Okuduğunuz makalede, yazdıklarımın bir özetini sunacak, söz konusu araçları kısa kısa tanıtmaya çalışacağım. 





1) MERİT STRATEJİSİ
Batı’nın zengin sanayileşmiş ülkeleri “uluslararası gelişme yarışı”nda kural tanımaz, belden aşağı vururlar. Neden böyle yaparlar? Çünkü az gelişmiş olan, sanayileşmeleri engellenmiş Çevre ülkelerinin büyük atılımlar yapıp kendilerine yetişmesini istemezler. Bu sinsi politikaya “Batı’nın merdiveni itme stratejisi” (Kısaca “MERİT” stratejisi) adı veriliyor ki şöyle tanımlanabilir: Sanayileşmiş bir ülke; zenginliğinin doruğuna ulaştığı zaman, başka ülkelerin kendi bulunduğu mertebeye erişmesini engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan merdiveni iter. O ülkelerin, kendi uygulamış olduğu gelişme politikalarını kullanmasını engeller.  Nasıl? Bir takım ekonomik, siyasal ve kültürel silahlarla, o ülkelerde kendi taraflarına çektikleri kişilerle işbirliği yaparak…
Eğer MERİT doğru ise, somut bir gerçekse, bugün Türkiye’de uygulanan ekonomi politikası yanlıştır. Bu politika sürdükçe, Türkiye asla sanayileşemeyecek, gelişmiş, gönençli bir ülke haline gelemeyecektir.
MERİT stratejisinin tarihî bir kanıtlanmasını aşağıda son madde olarak sunacağım.

2) DERİN MERKEZ’İN SİLAHLARI
Derin Merkez, MERİT stratejisini uygularken birtakım araçlara ihtiyaç duyar. Başka bir deyişle sanayileşmesi engellenmiş olan –Türkiye gibi- ülkelerin kaynaklarını sömürmek, pazarlarını ele geçirmek, Merkez ülkelere rakip olmalarını önlemek için çeşitli ekonomik ve politik silahlar kullanırlar. Bunlardan başta geleni serbest mübadele dayatmasıdır. İkincisi hedef ülkeyi borçlandırmaktır. Üçüncü silah özelleştirmedir. Sonra yabancı sermaye gelir.  Bir silah da toprak sattırmaktır. Altıncı silah ise hedef ülkede azınlık sorunu yaratmaktır.
Derin-Merkez (dev küresel şirket yöneticileri) bu silahları kullanırken kendini gizler, görünmez; taşeronlarını öne sürer ki bunlar ABD hükümeti, Avrupa Birliği yönetimi ile hedef ülkelerdeki işbirlikçilerdir.


3) EKONOMİK TETİKÇİLER
Günümüzde ne yazık ki dünya gemisinin dümeni, Derin Merkez’in elindedir. Bu merkezin bütün gayreti dünya ülkelerini kendi “gizli” hedefi hizmetinde kullanmaktır. Derin Merkez’i bir ahtapota benzetirsek, kolları küresel (ulusötesi) şirketlerdir. Bu şirketlerin, hedeflerine ulaşmak için kullandığı araçlardan biri de “ekonomik tetikçiler”dir.  
Ekonomik tetikçiler, işlerini görürken “kirli bilim” (iktisat teori ve politikaları), sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, seks, zorbalık, cinayet, suikast gibi pratik araçlar kullanırlar. Ekonomik tetikçiler uygulama sırasında en önde bulunurlar. Başarırlarsa ne âlâ, başarısız olurlarsa, daha hain bir tetikçi türü, “çakallar” görevi devralır. Bunlar da başaramazsa, iş askerlere düşer (Günümüzde Afganistan, Irak, Libya, Suriye’de olduğu gibi).

4) AÇLIK
Emperyalizm, açlığı da bir silah olarak kullanmaktadır.
Dünyada Emperyalizm zulmü 500 yıldır devam ediyor. Bu meşum olgu; Batı’nın (ABD ve AB), Çevre ülkeleri üzerindeki üstünlüğü ile kendini gösteriyor. Çirkin Batı bu üstünlüğü kaybetmemek, Çevre ülkelerini, sömürmeye devam edebilmek için –yukarda belirttim-türlü silahlar kullanıyor. Bunlardan biri de Gıda maddelerinin kontrolüdür.
Bu silahı kullanarak sanayileşmesi engellenmiş ülkeleri, bir yandan “açlık”la terbiye ederken, bir yandan da istedikleri şekli vererek, arzuladıkları yöne sevk edebiliyorlar. 

5) ANTLAŞMALAR
 Derin Merkez’in gizli silahları bunlardan mı ibaret? Elbette hayır, hedeflerine ulaşmak için, uluslararası antlaşmaları, hatta bilimi, bilimsel kavramları da araç olarak kullanıyorlar.
Bu türden uluslararası antlaşmalar pek çok…, bir örneği  “İkiz Sözleşmeler”dir. Bunlar  ülkemizdeki bölücülerin de kuvvet aldığı, zamanı geldiğinde dayanak olarak alacakları  uluslararası hukuk metinleridir. Bilindiği gibi, Temmuz 2011’de “Demokratik Toplum Kongresi” denilen kuruluş“demokratik özerklik” ilan etmiş, özerkliklerini uluslararası insan hakları belgelerine dayandırdıklarını özellikle vurgulamışlardır. Bu belgelerden kast ettikleri “Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri”dir:  “Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ile “Birleşmiş Milletler Medenî ve Siyasal Haklar Sözleşmesi”
İkiz Sözleşmeler’in uygulanmasının, üniter Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası bakımından çok olumsuz sonuçlar doğuracağı açıktır.


6) KÜLTÜR MANİPÜLASYONU
Güzel Batı, temiz bilim… Çirkin Batı, kirli bilim…
Çirkin Batı’nın “kirli bilim”i; siyasetin emrindedir; vahşi kapitalizmin, Derin Merkez’in emrindedir. Bilim kavram ister, teori ister, politika ister. Ne var ki “kirli bilim” Derin Merkez’in çıkarlarını sağlayacak, sürdürecek şekilde kavram oluşturur, teori kurar, politika geliştirir. Zaten mevcut olan kavramları manipüle eder, İçeriklerini değiştirirler, Bütün bunları yaparken de, hep dev küresel şirketlerin çıkarlarını göz önünde tutarlar. Örneğin “kültür” kavramı böyledir.
Batı, “kültür kavramı” manipülasyonu yapar. Koşullara göre kültür anlayışının içini boşaltır, farklı bir içerikle yeniden doldurur. Bu çerçevede “kültürel kimlik” kavramı öne geçirilmiş, “insan hakları” kavramı da değişikliğe uğratılmıştır.

7) KAVRAM EMPERYALİZMİ
Küresel şirketlerin saldırısı yalnızca, ülkelerin ekonomisine yönelik değildir, aynı zamanda düşünüş biçimlerine, kullanılan kavramlara da yöneliktir ki buna “kavram emperyalizmi” adını verebiliriz. Başka bir deyişle, Türkiye gibi Çevre ülkeleri Batı’nın, yalnız ekonomik ve kültürel bakımdan değil, zihniyet bakımından da sömürgesi durumundadır.
Bu süreçte olayların yapı ve akışı hep küresel şirketlerin istediği şekilde oluyor, hedeflerine bu yoldan da ulaşıyorlar. Zaten mevcut olan kavramları manipüle ediyor, içeriklerini değiştiriyorlar. Kavramları kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde oluşturuyorlar. Neden buna gerek görüyorlar? Çünkü Küresel Çete Emperyalizm’in araç ve silahlarının, ancak, önceden veya zamandaş olarak hazırlanmış bir düşünce ortamında kullanabileceğini çok iyi bilmektedir.
Bu sebepledir ki Kirli Bilim yoluyla sözde bilimsel kavramlar oluşturmakta, ihtiyaca göre bunları yenilemekte, yeni kavramlar, görüşler piyasaya sürmektedir. Neden? Çünkü çok iyi bilmektedir ki: Eğer insanların kafaları ele geçirilirse, yürekleri ve elleri de peşinden gelecektir.  

8) YABANCI DİLDE EĞİTİM
Kültür Emperyalizmi’nin başta gelen araçlarından biri de yabancı dilde eğitim ve öğretimdir. Hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de bilinçsiz bir Batı hayranlığı vardır. Bu eğilim, milli varlığımıza ve devletimize yönelmiş en büyük tehlikelerden biridir. Yabancı dilde eğitimin benimsenmesinde bu hayranlığın önemli bir rolü olmuştur.
Yabancı dilde eğitim, bugün neredeyse kreşlere kadar nüfuz etmiştir. Daha 4-5 yaşında olan yavrularımıza yabancı bir dili -üstelik emperyalist- bir milletin dilini, İngilizce’yi dayatıyoruz. Oysa yabancı dilde eğitimin, faydasından daha çok sakıncaları olduğu yadsınmaz bir gerçektir. Bu sakıncaların başlıcaları şunlardır: Yabancı dilde öğretim, eğitimin kalitesini düşürür. Türkçe’nin bilim dili olmasını engeller. Türk dilini ve kültürünü yozlaştırır. Beyin göçüne sebep olur. Ülkenin sömürgeleştirilmesine araç olur.

9) PARANIN SALTANATI
Ve bütün sorun dönüp dolaşıp geliyor, kazanç hırsına, “paranın dayanılmaz saltanatı”na dayanıyor.
Para yalnız bireysel ilişkilerde, toplum ölçeğinde değil, uluslararası ilişkilerde de belirleyici bir rol oynuyor. Öyle ki “Dünyayı yöneten güç paradır” desek, yanlış söylememiş oluruz. Dolayısıyla para en güçlü bir silahtır, bütün diğerlerinin arkasında olan itici güçtür. Dünyaya hâkim olmaya çalışan küresel oligarşi (Derin Merkez), para ve güç sahibidir.
Ve doymuyor, daha fazlasını istiyor. Bunun için, hedefine ulaşmak için yine parayı kullanıyor, onunla insanları satın alıyor. Fulbright bursları, araştırma bursları, AB fonları, Soros yardımları, Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya söylediği... Bunlar her şeyi anlatmıyor mu bize? 
Birileri “bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin, kanunlarını kimin yaptığı umurumda değil”  ve “bir avuç dolusu para, iki avuç dolusu gerçekten daha güçlüdür” dememiş midir? Ya şu uyarılar: “Bir millet herhangi bir şeye özgürlükten daha fazla değer veriyorsa, özgürlüğünü kaybedecektir. Kaderin cilvesine bakın ki değer verdiği, rahatlık ya da para ise onları da kaybedecektir.” “Para söz konusu olduğunda herkes aynı millettendir.”

10) İŞBİRLİKÇİLER
Emperyalizm’in kullandığı çok etkili bir diğer silah da, ülke içinde edindiği işbirlikçilerdir. Bunlar kendi kişisel çıkarları için Emperyalizm ile işbirliği yaparlar.
Eğer bu müttefikleri olmasa, Emperyalizm uğursuz emellerine hiçbir ülkede ulaşamazdı. Bunlar Atatürk’ün nitelemesiyle “dahilî bedhahlar”dır; kendi milletinin aleyhine, kendi çıkarları için yabancılarla, yabancı ülkelerle ortak çalışan kimse ya da kuruluşlardır. Emperyalizm Türkiye gibi ülkelerdeki bütün kötülüklerini, sömürülerini esas itibariyle bu kesimin -menfaat karşılığında- sağladığı destek ve yardımla gerçekleştirmektedir.
Atatürk “Gençliğe Hitabe”sinde “dahilî bedhahlar”ı,“haricî bedhahlar”la yan yana anar, çünkü bunlar birlikte, ortak çalışır. “Haricî bedhahlar” emperyalist güçler ve onun hizmetinde çalışan şahıslar ve uluslararası kurumlardır. Dahilî bedhahlara ise, genellikle hedef ülkenin aydınları, politikacıları, bürokratları, iş adamları ve benzerleri arasında bulunur. Çoğu; küresel emperyalist örgütlenme sayesinde ekonominin, devlet mekanizmasının, toplumsal yapılanmanın kilit noktalarına yerleşir, toplumda söz ve yetki sahibi olurlar. Bu konumlarının karşılığını, Emperyalizm’e hizmet ederek öderler.


11) SERBEST PİYASA
Yazımı MERİT stratejisinin tarihî kanıtıyla tamamlıyorum.
Bilindiği gibi Neoliberalizm’in başta gelen tezlerinden biri şudur: Bugünün sanayileşmiş ülkeleri serbest piyasa politikalarını benimsedikleri, bu politikalara bağlı kaldıkları için büyüyüp zenginleşmişlerdir. Devlet müdahaleciliği daima başarısızlığa mahkûmdur.
Oysa tarihî bir gerçektir ki, bu tez doğru değildir. Çünkü bugünün sanayileşmiş ülkeleri serbest dış ticaretle ve serbest finans hareketleriyle zenginleşmemişlerdir, özellikle ilk sanayileşme atılımları sırasında yoğun devlet müdahalelerine başvurmuşlardır. Günümüzde ve her zaman,  çıkarları her gerektirdiğinde ekonomiye müdahaleden geri durmazlar, durmayacaklardır. Gerçek bu olmasına rağmen, Türkiye ve birçok Çevre ülkesi kendilerine emperyalist ülkeler (daha doğrusu dev küresel şirketler) ve yerli destekçileri tarafından dayatılan serbest rekabet yalanının kurbanı olmuşlar, olmaya da devam ediyorlar.
Bugün ABD gibi emperyalist devletlerle Avrupa Birliği gibi oluşumlar; bunların “lokomotif” üyeleri, yalnız “Merit Stratejisi”ne değil, aynı zamanda çifte standart uygulamasına da başvurmuş oluyorlar. Az gelişmiş ülkelere liberalizmi dayatırken, kendileri,sıkıştıkları her defasında müdahaleci politikalara geri dönebilmektedirler.
Türkiye de ne yazık ki söz konusu uygulamanın kurbanlarından biridir.
‘***’
Türkiye Cumhuriyeti iki temel üzerinde yükselir: Milli Egemenlik ve Tam Bağımsızlık... Emperyalizmin bütün saldırıları bu temellere yöneliktir. Silahlarını bu amaçla kullanır.
Önce Bağımsızlığı yok etmeye çalışır. Bağımsızlık elden gittikçe, Millî Egemenlik de zayıflamaya başlar. Millî Egemenlik olmayınca Millî İrade felç olur. Millet hiçbir arzusunu, emelini, kararını uygulamaya koyamaz, gerçekleştiremez; yabancı güçlerle yerli işbirlikçilerin tutsağı haline gelir, bütün kaynaklarıyla sürekli sömürülür.
1938 yılından sonra ve özellikle 2003 tarihinden itibaren, ne yazık ki Türkiye’nin başına gelen budur.