Geçmişi unutan, onu yeniden yaşar. Ne kadar doğru!... Kanıtı önümüzde: Bugünkü
Türkiye!... Öyleyse, halkımızın tarihe ilgisini canlandırmak, tarih bilgisini
artırmak yaşamsal bir görevimiz. Bu yazı onun için kaleme alındı: Eğer
başlıktaki isimler ezberlenir, içeriği sindirilirse, geçmişin bir sayfasını
daha öğrenmiş olur, kolay kolay da unutmayız. O isimler “Millî Mücadelemizin
hafıza anıtları”…, tıpkı Siyah Örtü, Stergiadis, Ali Kemal, Müdafaai
Hukuk, Mülazım Ahmet Hamdi, kutsal meşale ve daha niceleri gibi… Haydi,
değerli okur, onları da dikelim hafızamıza: Hrisostomos, Mustafa Sabri
Efendi, Abdurrahman Kâmil Efendi!
HRİSOSTOMOS
Kıbrıs Rum Başpiskoposu 2'nci Hrisostomos... Ne diyor?
“Ankara düşmanımızdır” diyor. “Türkiye işgalcidir, vatan
topraklarımızı istila ettiler” diyor. Dikkat! Bu konuşan, 2'nci
Hrisostomos... Daha önce de vardı bu isimli biri; o da 1'nci Hrisostomos'tu.
Gerçek isimleri değil aslında, lakapları… Dinsel bir sıfatı kuşaktan kuşağa
yaşatmayı gelenek haline getirmişler.
Peki, kimdir adıyla yaşatmaya çalıştıkları o "asıl" Hrisostomos?
Peki, kimdir adıyla yaşatmaya çalıştıkları o "asıl" Hrisostomos?
Tarih, 15 Mayıs 1919, Türklerin kara günü...Yunan
askeri İzmir'e çıkıyor. Yer, bugünkü Pasaport. İzmir'deki Rumların dinî lideri,
yani İzmir Metropoliti olan papaz, eteklerini uçura uçura gelip diz çöküyor.
İşgal komutanının çizmesini öpüyor, ardından Yunan bayrağını...
İzmir doğumludur papaz. Atina'da din eğitimi almış, papaz cübbesi giymiş, sonra İzmir'e dönmüş, zamanla yükselerek, İzmir Metropoliti olmuştur. Etekleri zil çalmaktadır o uğursuz gün... Elindeki haçı havaya kaldırır, Yunan işgal ordusunu takdis eder. Sonra, askerlere hitaben o meşhur vaazını verir:
İzmir doğumludur papaz. Atina'da din eğitimi almış, papaz cübbesi giymiş, sonra İzmir'e dönmüş, zamanla yükselerek, İzmir Metropoliti olmuştur. Etekleri zil çalmaktadır o uğursuz gün... Elindeki haçı havaya kaldırır, Yunan işgal ordusunu takdis eder. Sonra, askerlere hitaben o meşhur vaazını verir:
"Evlatlarım... Elen çocukları!... Bugün, İsa'nın en
büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda, ne kadar Türk kanı döküp
içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Ben de bir kâse Türk kanı
içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım. Bütün azizler
arkanızda. Haydi, buyurun İzmir’e!"
Tuhaftır, Türk’e olan bu sonsuz nefrete kimi “Müslüman” din adamlarında da rastlıyoruz, aşağıda bir örneğini göreceğiz.
Tuhaftır, Türk’e olan bu sonsuz nefrete kimi “Müslüman” din adamlarında da rastlıyoruz, aşağıda bir örneğini göreceğiz.
Sonra ne oldu? Sonrası biliniyor: Türk kıyımı başlar.
Zaten, hep bunu istemiştir papaz. Kral Konstantin'e başvurmuş, Yunan Ordusu'nu
İzmir'e çağırmıştır. İtilaf Devletleri'ne yalvarmıştır, İzmir'in Yunan'a
verilmesi için... Bir gün geleceklerini bildiği için de, Aya Fotini
Kilisesi'nin bodrumunu silahla, cephane ile doldurmuştur.
Yunan Ordusu İzmir'e çıkınca, İzmir'deki Rum gençleri
cesaretlenir. Aya Fotini'ye gider, Yunan ordusunun üniformalarını giyerler.
Silahları alıp saldırırlar Türk köylerine, kadınlarına, kızlarına... Üç
karanlık, acı dolu yıl böyle geçer.
Ve, Allah Türk’e o günü gösterir: 9 Eylül 1922… Papaz, ettiğinin bedelini çok ağır öder. Linç edilir. Konak Meydanı'nda başlar olay, Mezarlıkbaşı'nda biter. Üç kilometre kadardır papazın parça parça edilerek, sürüklendiği mesafe.
Ve, Allah Türk’e o günü gösterir: 9 Eylül 1922… Papaz, ettiğinin bedelini çok ağır öder. Linç edilir. Konak Meydanı'nda başlar olay, Mezarlıkbaşı'nda biter. Üç kilometre kadardır papazın parça parça edilerek, sürüklendiği mesafe.
Neydi o papazın adı? Hrisostomos! Evet, bugün Kıbrıslı
Rum başpiskoposların kuşaktan kuşağa yaşatmaya çalıştıkları isim işte bu
isimdir: Hrisostomos!...
Bitmedi... Gazi Paşa gelir İzmir'e. Batarya kurulur.
Hrisostomos'un Aya Fotini Kilisesi top ateşiyle yerle bir edilir. Çünkü
ibadethane falan değildi orası. Resmen, Türk kanı içmeye yeminli, teşkilat
merkeziydi.
Yunanistan’a uzanıyoruz. Atina'nın kuzeyinde bir semt:
Nea Smyrna, yani Yeni izmir... Yunanlılar Aya Fotini Kilisesi'nin birebir
kopyasını yaptı oraya. İsmini, Aya Fotini Kilisesi koydular. Önüne de bir heykel
diktiler. Kimin heykeli? Hrisostomos'un tabii… Altına da şu ibareyi yazdılar:
"İzmir şehidi..."
Bitmedi... İzmir'de Montrö Kapısı'na yakın, küçük bir kilise var. Protestan Kilisesi'ydi. İzmir'de Hollandalı kalmadığı için, bu kilise, Rum cemaatine verildi. Rum Ortodoks kilisesidir şu anda. Bilin bakalım adı ne? Aya Fotini Kilisesi...
Bitmedi... İzmir'de Montrö Kapısı'na yakın, küçük bir kilise var. Protestan Kilisesi'ydi. İzmir'de Hollandalı kalmadığı için, bu kilise, Rum cemaatine verildi. Rum Ortodoks kilisesidir şu anda. Bilin bakalım adı ne? Aya Fotini Kilisesi...
Demem o ki. bu topraklarda gözü olanlar Hrisostomos'u
unutmuyorlar. Yaşatmaya çalışıyorlar. Hem ismini, hem ideallerini…
Peki biz ne yapıyoruz?
Peki biz ne yapıyoruz?
MUSTAFA SABRİ EFENDİ
Tarih 13 Kasım 1922… 25 hain bir İngiliz gemisine
binerek İstanbul’dan kaçıyor. Bunlardan biri de Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi’dir. Bir din adamı olmasına rağmen, daha çok siyasi faaliyetleriyle
tanınmıştır.
Yıl 1913… Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine
polisler Mustafa Sabri Efendi’nin evini basar. Hoca bir Rum’un evine saklanır,
ardından Romanya’ya kaçar. Birinci Dünya Savaşı yıllarında tutuklanarak
İstanbul’a getirilir, Bilecik’e sürgün edilir.
Ve Mütareke… Mustafa Sabri İstanbul’dadır. Önü açılır:
Damat Ferit hükümetlerine Şeyhülislam olarak girer. Sadrazam Vekili, Danıştay
Başkanı olur. 22 Aralık 1918’de Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir
ile, özerk bir Kürdistan kurulmasına ilişkin antlaşmayı Hürriyet ve İtilaf
Partisi adına imzalayan üç kişiden biridir. 1919’da, genellikle Rum, Ermeni,
Kürt, Arnavut özerkliği dâvâlarını savunan Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin
kurucu üyesi ve merkez yöneticisidir.
İngiliz himayesini ve mandacılığını savunan İngiliz
Muhipleri Cemiyeti'nin, (İngiliz dostları derneği) kurulmasına öncülük
eder, daha sonra fahri başkanı olur. Derneğin amacı yabancı işgaline ve
uğradığı haksızlıklara karşı halkın isyan etmesini önlemek, millî bilinci yok
etmektir. Böylece Hoca bu kuruluşlarda Kürt ayaklanmalarını, Konya, Yozgat,
Çerkez ayaklanmalarını çıkaran adamlarla birlikte çalışmaktan rahatsızlık
duymaz. Buna karşılık, vatanın kurtuluşu ve milletin şeref ve haysiyeti için,
“ya istiklal ya ölüm” diye yola çıkan Mustafa Kemal Paşa’dan rahatsızdır.
Kuvayı Milliye’den rahatsızdır!
Yunan mezalimine ve Fransız işgali'ne karşı oluşan
direnişi kırmayı amaçlayan, halkı Mustafa Kemal’i ve diğer Kuvayı Milliye
önderlerini katletmeye çağıran Teali-i İslam Cemiyeti’nin bildirisini de yazar.
Bildiride Kuva-yi Milliye'cilere “kudurmuş haydutlar” diye hitap edebilmiştir.
Bildiriler Anadolu’ya Yunan uçaklarından atılarak dağıtılmıştır.
Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam fetvasını veren
de odur. Yıldız Sarayı'nda Vahdettin başkanlığında toplanan Meclis-i
Âlî'de Sevr antlaşmasının kabulü yönünde görüş bildirenler arasında yer alır.
İngiliz mandasından başka kurtuluş yolu olmadığını düşünenlerdendir.
Mustafa Sabri Efendi’nin büyük bir sorunu daha vardır: Türklük!... Hep nefret etmiştir Türklük’ten, hatta ona kin gütmüştür, tıpkı Yunan Hrisostomos gibi! Bir bildirisinde Türkler için “Müslüman barbarlar” diyebilen bu şahıs şunları da söylemiştir: “Elimden gelse Türkleri Arap yaparım, Arapçayı lisan ittihaz edercesine kendimize mal etmek isterim, ama bundan Türklüğümüz zarar görürmüş… Biz faydalanırız ya.” Şu mısraları da 1927’de, kaçak olarak yaşadığı Yunanistan’da yazmıştır:
Beni Türk milletinden addetme.
Mustafa Sabri, Türk çocuklarına, Mustafa Kemal’in
yüzünden mağdur olmuş bir din âlim ve mazlumu olarak kabul ettirilmek
istenmiştir. Oysa yaptıkları ortadadır. O, vatana, millete ve devlete ihaneti
mazur ve makul gören bir din anlayışını savunmuştur ki, böyle bir anlayış
İslam’a da aykırıdır.
Türk ordusu İstanbul’a girmeden önce, Romanya’ya kaçan
Mustafa Sabri; oradan da Mısır’a geçer. Türkiye aleyhindeki yazılarından dolayı
Mısır milliyetçilerinden sert tepki görünce de, her türlü vatan haininin fink
attığı Yunanistan’a gelip Hrisostomos gibilerin arasına katılır. Sonra yeniden
Mısır’a döner.
Mustafa Sabri 1924’de 150’likler listesine alınarak
vatandaşlıktan çıkarılmıştır. 12 Mart 1954’de Kahire’de ölmüştür.
Sevgili okur, bir Yunan’ın din adamına bak, bir de
Türk’ün. Biri milleti için meydanlara atılıyor, öbürü milletine yapmadık
hainlik bırakmıyor. Türk milletine zarar vermekte Hrisostomos ile Mustafa Sabri
arasında bir fark var mıdır? Hatta hoca efendi papazı bu konuda fersah fersah
geçmemiş midir?
Atatürk hiçbir zaman dine karşı olmamıştır, Mustafa
Sabri zihniyeti hariç… Onun mücadelesi dini siyasete, ikbale, menfaate alet
edenlere karşı olmuştur; her devirde ortaya çıkan Mustafa Sabri’lere karşı
olmuştur.
ABDURRAHMAN KÂMİL EFENDİ
Ama üzülmeyelim, bir milletin içinde her türlü insan
bulunur. Mustafa Sabri gibiler varsa, Abdurrahman Kâmil Efendi gibi yurtsever
din adamlarımız da vardır. Önemli olan ülkenin kaderine namuslu yurttaşların
hâkim olması, yurtseverlerin yön vermesidir. Gelin, şimdi de Abdurrahman Kâmil
Hoca kimdir, ne yapmıştır, onu öğrenelim.
Amasya Sultan Bayezit Camisi vaizi olan Abdurrahman
Kâmil Efendi, Mustafa Sabri gibi “dinci” değildi, dindardı, aydın bir
Müslüman’dı. 1850’de doğdu,1941’de öldü. İstiklâl Harbi yıllarında milletine
büyük hizmetler ifa etti.
Mustafa Kemal Paşa'nın Amasya'ya ilk gelişinde, 12
Haziran 1919’da, karşılayıcıları arasında Abdurrahman Kâmil Efendi de
bulunuyordu. Paşa, Hükümet Konağı'nda bir konuşma yaparak ülkenin içinde
bulunduğu durumu ve alınması gereken önlemleri açıklamıştı. Bu arada Mustafa
Kemal Paşa’nın, konuşmasında Arapça ve Farsça kelimeleri yerinde ve yanlışsız
kullanması, Abdurrahman Kâmil Efendi'yi şaşırtmıştı. Hatta hayretini
saklayamamış; “Bu Paşa, başka paşa; bu paşa bildiğimiz paşalardan değil”
demişti. Paşa'nın fikirlerini de doğru bulmuş, benimsemişti. Bunu konuşma
ve davranışlarıyla belli edince, Paşa, Hoca Efendi'ye özel bir ilgi gösterdi.
Vakit geç olmuştu, misafirlerin dinlenmesi
gerekiyordu. Hükümet Konağı'ndan Saraydüzü Kışlası'na hareket edildi. Atatürk
ve arkadaşları orada kalacaktı. Kışla’da diğer ileri gelenlerle birlikte bir
süre daha ülkenin içinde bulunduğu durum konuşuldu. Abdurrahman Kâmil Efendi,
müsaade istedi. Mustafa Kemal Paşa ayağa kalktı, elini öperek “yanınıza
bir adam katayım, karanlıktır” dedi. Hoca Kâmil Efendi: “Gözlerinin
ışığı yeter, o beni götürür Paşam...” yanıtını verdi.
Mustafa Kemal Paşa, düşünceli, “Baba bu işte
muvaffak olmak da var, olmamak da var. İnşallah muvaffak olacağız. Eğer
olamazsak bizi asarlar, kelle gider, ne dersin?” diye sorunca, ayakta,
gitmek üzere olan Hoca Kâmil Efendi: “Hey oğul, sen ki genç yaşında başını
vatan ve millet uğruna feda etmişsin; koy benim bu ihtiyar kelle de, senin
uğruna feda olsun” dedi. Paşa tekrar elini öperek, yanına Komiser Osman
Efendiyi katarak hocayı uğurladı. Hiç beklemediği bu cevap karşısında şaşırmış,
ancak çok da memnun olmuştu. Çünkü Milli Mücadele kıvılcımını Amasya'da
alevlendirecek bir hoca bulmuştu.
Abdurrahman Kâmil Efendi sabah kalkar, camiye gitmek
üzere hazırlanır. Tam o sırada kapı çalınır, Gelen, Komiser Osman Efendi’dir.
Osman Efendi bir kağıt uzatarak “Paşa Hazretleri gönderdi bunu” der.
Hoca kağıdı alır, öper, okuyup başına götürerek “baş üstüne” der.
Paşadan gelen pusula üzerine vaaz konusunu değiştirir. Camiye gider. Cami
kalabalıktır. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları da oradadır. Ezan okunup namazı
kıldırdıktan sonra nasihata başlar. Namaz bittikten sonra şehitlerin ruhuna
ithaf edilmek üzere bir mevlid-i şerif okutulur. Ardından, cemaat cami
dışındaki, Amasya halkının hunca hınç doldurduğu geniş alana yönelir. İlk
konuşmayı Mustafa Kemal Paşa yapar. Türk milletinin mukadderatı hakkındaki acı
safahatı, ne yapılması gerektiğini anlatır, sözü Abdurrahman Kâmil Efendi’ye bırakır.
Hoca söze şöyle başlar:
Muhterem Evlâtlarım! Paşa Hazretlerinin açıkça
izahatta bulundukları gibi, Türk milletinin, Türk hakîmiyetinin artık varlık
sebebi kalmadığı tahakkuk edince ve milletimizin mukadderatı endişeli bir
duruma düşünce, artık bu devletin varlığına hürmet etmek bence doğru bir yol
değildir. Mademki milletimizin şerefi, haysiyeti, hürriyeti, bağımsızlığı
tehlikeye düşmüştür, artık başımızdaki bu hükümetten bir iyilik ummak bence
abestir. Şu andan itibaren padişah olsun, ad ve unvanı ne olursa olsun hiçbir
şahsın ve makamın varlık sebebi kalmamıştır. Biricik kurtuluş çaresi,
halkımızın doğrudan doğruya hâkimiyetini eline alması ve iradesini
kullanmasıdır. Dolayısıyla, işte size "Hazret-i Ömer gibi bir başbuğ.” Hoca Mustafa Kemal Paşa’yı gösterir
ve Paşa’ya yönelerek: Muhterem Paşa Hazretleri; Şu görmüş olduğunuz Türk
evlatlarının tamamı, başta ben olmak üzere şu andan itibaren size biat etmiş
bulunmaktayız. Vatan ve milletimizin refah yolunu buluncaya kadar sizlerle
elbirliği yapacağımıza söz veriyoruz" der ve konuşmasını bitirir.
Millî Mücadele’nin ilk temel taşı böyle atılmıştır.
Ertesi günü Selağzı meydanındaki Atik-i Âli mektebinde
toplanan Amasyalılar, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurarlar. Bu cemiyet için ilk
maddî yardım da yine Abdurrahman Kâmil Efendi’nin bir mendil içinde Mustafa
Kemal Paşaya verdiği beş altın olur.
Aradan beş yıl geçer. Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı
olarak Amasya'ya gelir. Hatıralarını anlatırken, Abdurrahman Kâmil Efendi
hakkında şunları söyler:
Bundan beş yıl önce buraya geldiğim zaman bütün millet
gibi burada da, hakiki durumu anlayamamışlardı. Fikirlerde karışıklık vardı.
Dimağlar âdeta durmuş bir haldeydi. Ben burada birçok zatla beraber Kâmil
Efendi Hazretleri’yle de görüştüm. Bir camii şerifte hakikati halka izah
ettiler. Efendi Hazretleri halka dediler ki: “Milletin şerefi, haysiyeti,
hürriyeti, bağımsızlığı gerçekten tehlikeye düşmüştür. Bu felâketten kurtulmak
icap ederse, vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lâzımdır. Padişah
olsun, ad ve unvanı ne olursa olsun hiç bir şahıs ve makamın varlık sebebi
kalmamıştır. Biricik kurtuluş çaresi halkın doğrudan doğruya hâkimiyeti ele
alması ve iradesini kullanmasıdır. İşte Efendi Hazretlerinin bu yol gösterici
vaiz ve nasihatinden sonradır ki, herkes çalışmaya başladı. Bu münasebetle
Kâmil Efendi Hazretlerini yâd ediyorum. Genç Cumhuriyetimiz bu gibi ulema ile
iftihar eder.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Tokat'a giderken 19
Eylül 1928'de bir defa daha Amasya’yı şereflendirir. Amasya müftüsü olan Abdurrahman
Kâmil Efendi de karşılayanlar arasındadır. Özel tren durur, kapı açılır.
Atatürk trenin sahanlığından bir basamak iner, ikinci basamakta etrafına
bakınarak "Müftü Efendi nerede?" diye sorar. Halk açılır,
Kâmil Efendi’ye yol verir. Atatürk gülümseyerek yaklaşır, gözüne Müftü
Efendi’nin, yeleğinin cebinden sarkan, köstekli saatinin anahtarını okşarcasına
tutarak “Bu nedir? Cennetin anahtarı mı yoksa? Ver de cennete girelim”
der. Hoca’nın yanıtı şu olur: “O, cennetin anahtarı nasıl olur? Asıl
cennetin anahtarı sende, ver de biz girelim.” Atamız bu cevap karşısında
hayret içinde gülerek; “Cennetin anahtarı bende nasıl olur?” der. Müftü
Efendi hemen şu cevabı verir: “Nasıl olur da anahtar sende olmaz, sen ki bu
cahil halkı okutmak üzere alfabe getirdin, bundan âlâ cennetin anahtarı olur
mu?” Gazi gülerek, Müftünün koluna girer. İstasyonda hazır bulunan
otomobile binip Hükümet binasına giderler.
Ne mutlu bize ki, Abdurrahman Kâmil Efendiler
günümüzde de var, tıpkı onun gibi milletimize doğru ve iyi olanı göstermeye
devam ediyorlar. Onlara gerekli ilgi ve saygıyı gösterelim, feyizlerinden
faydalanalım; örneğimiz, Atatürk’ün davranışı olsun.
__________________________
Bu yazıyı
sırasıyla şu kaynaklardan faydalanarak kaleme aldım: Yılmaz Özdil, “Kapı”, http://arsiv.sabah.com.tr/2007/01/09/ozdil.html;
Necdet Sevinç, İstiklal Harbi’nde Etnik İhanet, Bilgeoğuz Yayınları,
İst., 2011, ss. 511-514; Mevhibe SAVAŞ, “Mustafa Kemal-Amasya ve İki Din
Adamı”, http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/arastirmalar/mevhibe_savas_mustafa_kemal_amasya_iki_din_adami.pdf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.