23 Eylül 2014 Salı

Türkiye'nin Bağımsızlığı Nasıl Yok Edildi ?

Cihan Dura


Türkiye’yi yönetenler; 1940’lı yıllardan beri -tıpkı Osmanlı padişahlarının vaktiyle yaptığı gibi- kapitalist ve emperyalist ülkelere çeşitli yollardan, Millî İrade’ye aykırı olarak ayrıcalıklar tanımıştır, tanıyorlar. Günümüz Türkiye’sinin yöneticileri ulusumuzun varlık koşulu olan “tam bağımsızlık”tan, hemen bütünüyle vazgeçmiş görünüyorlar.  

Bugünkü Türkiye -Atatürk’ün aramızdan ayrılışından sonra izlenmeye başlanan gayrimillî ve teslimiyetçi politikalar sonucunda- artık, tam bağımsızlığını şeklen koruyan bir ülke konumuna gelmiştir. Eğer bu durum devam ederse, çok yakın bir gelecekte bağımsızlığımızın bütünüyle yitirilmesi ve -çağdaş biçimleriyle- yabancı egemenliği altına girmesi –ne yazık ki- zayıf olmayan bir olasılıktır.
Devletimiz, Atatürk sayesinde kazandığı tam bağımsızlığını kaybetme sürecine nasıl ve hangi yollardan girdi? Okuduğunuz yazıda bu sorunun yanıtını vermeye çalışacağım.


Bilimsel bir yasa gibidir: Büyük bir devletle ittifak ve ikili anlaşmalar yapan, ondan “yardım” alan nispeten küçük boyutlu azgelişmiş ülkeler; bağımsızlıklarını çok geçmeden yitirmeye başlıyor. Başka bir deyişle “kendi işlerinde Millî İrade’ye uygun olarak serbestçe karar alma güç ve yetkileri” zayıflıyor, hatta ortadan kalkıyor. Yasa Türkiye özelinde de geçerliliğini kuvvetle korumaktadır. Bu yasayı doğrulayıcı kanıtları aşağıda sunacağım. Kanıtlar aynı zamanda Türkiye’nin tam bağımsızlığını nasıl yitirdiği sorusunun da yanıtını vermiş olacaktır.

Türkiye’nin bağımsızlığı emperyalist ülkeler tarafından başlıca şu yollara başvurularak zayıflatılmış, yok edilmiştir: Askerî tehdit, kültür emperyalizmi, işbirlikçi bulma, politika dayatma, uluslararası antlaşmalar, yardım.

1) ASKERÎ TEHDİT

Emperyalist ülkeler (İngiltere, Fransa, İtalya,...) , XX. yüzyılın başlarında Türkiye’nin bağımsızlığına işgal yoluyla tamamen son vermeyi denemiş; ancak Türk ulusunun, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde ve “Ya İstiklal, Ya Ölüm” parolası ile direnmesi üzerine, bunu, o yıllarda başaramamıştı. Ne var ki Emperyalist Batı -Lord Curzon’un “Yine bize geleceksiniz. Bugün reddettiklerinizi, günü gelecek, kabul edeceksiniz” tehdidinden açıkça anlaşılacağı gibi- hâin emelinden asla vazgeçmedi. Sonraki yıllarda bir askerî müdahale olmamıştır ama, bu kez soğuk savaş yöntemleriyle sonuç almaya çalışmışlardır. Bunun kanıtlarına geçmeden kısaca değinmeliyim ki, içinde bulunduğumuz günlerde askerî müdahale seçeneği de gündeme gelecek gibi görünüyor. Bu tahminimi Türkiye’nin Ortadoğu cehennemine sürüklenmesi sürecinin gözleminden hareketle yapabiliyorum.

Kanıtlar:
ABD Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığını baştan beri sürdürmüş, çıkarları gerektirdiğinde ülkemize silah ambargosu uygulamaktan çekinmemiştir. Uzman adı altında “tetikçiler”, casuslar kullanmıştır.
-M. Emin Değer (1993): Lozan’ı tanımayan ABD’de, Kemalist Türkiye yıllarca protesto edilmiş, milliyetçi Türk hükümetinin, hedeflerine asla varamayacağı, Kemalist rejimin mutlaka yıkılacağı ileri sürülmüştür. ABD bir ulusal kurtuluş zaferi üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ni asla içine sindirememiştir. Çünkü bir ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulmuş olan devletimizin dış politikası, antiemperyalistti, bağımsızlıkçıydı.

ABD, Ortadoğu’da kendi kendine yeterli, kararlarını kendisi veren bir Türkiye istemiyor. Çünkü böyle bir Türkiye; birinci olarak, Ortadoğu’da güç dengesini altüst edebilir. İkinci olarak, gelişmekte olan ülkelerin lideri durumuna gelebilir. Öyleyse, Türkiye sürekli olarak ABD’ye bağımlı kalmalıdır. İstediği budur ve bu yolda çok çalışmış, çok mesafe kaydetmiştir.

- ABD Başkanı Lyndon B. Johnson’dan Başbakan İsmet İnönü’ye (1964): 1947 Anlaşması’na göre, size verdiğimiz askerî yardım malzemelerini benden izin almadan kullanamazsınız!
- ABD 1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra Türkiye’ye silah ambargosu koydu. Ambargo üç yıl sürdü. Türkiye, parasını ödediği malzemeyi bile alamadı.
- Başbakan İsmet İnönü (1964): “Bürokratlar öneriler hazırlayacaklar, yapabilirler mi bunu? Hepsinin etrafını uzman denilen yabancılar almış, iğfal etmeye çalışıyorlar. O da olmazsa, işi sürüncemede bıraktırıyorlar. Başaramazlarsa, karşı önlem alıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden, Washington’un haberi oluyor.” 

-Dışişleri Bakanı İhsan S. Çağlayangil (1974): “ABD bir ülkede demokratik yönetim olmuş, milliyetçi yönetim olmuş, faşist yönetim olmuş, hiç bakmaz ona. Amerika o ülkenin kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, kendi politikasının ne ölçüde uydusu haline gelebildiğine bakar. CIA benim altımı oyar. Elinde imkân var, yabancının... Nüfuz edip öyle girmiş ki içime, arasam da bulamam!”
-İngiliz istihbaratına yakın gazeteciler (2000’ler): “Ellerindeki bütün serveti alana kadar Türkleri oyalayın.”

2) KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Derin Merkez çok etkili ve önemli bir araç olarak, ülkelerin bağımsızlığını zayıflatırken kültür emperyalizminden geniş ölçüde yararlanır.
-Türkiye’de kamuoyuna egemen olmak için, başta televizyon ve Internet olmak üzere, kitle haberleşme araçlarını kullanarak, yurttaşların beyinlerinin sistemli ve sürekli olarak yıkanması sağlanıyor. Eğitim ve kültür kurumları, şu ya da bu yoldan emperyalist devletlerin çıkarlarıyla uyumlu hale getirilmektedir. Böylece toplumdaki diplomalıların çoğu, “boyun eğmeye yatkın,” “bağımsız düşünme yeteneğinden yoksun” sözde aydınlar olarak yetişmeye başladı. Bunlar Türkiye’yi gerçek bağımsızlığa kavuşturmak bir yana, ülkenin bağımsızlığını daha fazla yitirmesine katkıda bulundular, bulunuyorlar.

- ABD Senatörü Beveridge (1898) konuşuyor: “Daha yüksek insanlıklar önünde alçak uygarlıkların ortadan kalkması, Tanrı’nın sınırsız tasarısının bir parçasıdır. Dünya ticareti bizim olmalıdır, olacaktır. Bunu Anamızı (İngiltere’yi ) örnek alarak gerçekleştireceğiz.”
Kendileri dışındaki toplumları “alçak” uygarlık olarak görüyorlar.
- Thornburg Raporu’ndan (1947): Türkiye, Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı bir yerde bulunmaktadır. Türkiye bizden yardım isterse, yalnız sermayemizi değil, aynı zamanda hizmetlerimizi, geleneklerimizi ve ideallerimizi değerlendireceğimiz ve elden gitmesine izin vermeyeceğimiz bir yatırım fırsatı doğacaktır.

3) İŞBİRLİKÇİ BULMA

Emperyalist ülkeler, daha doğrusu bunların küresel şirketleri bağımsızlığını yok etmek istedikleri ülkede kendilerine hizmet edecek ortaklar, işbirlikçiler bulur. Atatürk Gençliğe Hitabesi’nde bunları, “iç bedhahlar” olarak anar.
İşte buna dair bazı kanıtlar:
-Emperyalizm baştan beri Türkiye’de “Biz büyük bir devletin yardımı olmaksızın varlığımızı koruyamayız” diyen, korkak, çıkarcı ve mandacı kişilerin iş başına gelmesine destek verdi. Bu yöneticiler devletimizi, Atatürk Yolu’ndan adım adım saptırarak, Batı’nın emellerinin gerçekleşmesini sağlayacak şekilde yeniden yapılandırmaya giriştiler. Hayli başarılı da oldular: Bağımsızlığımız bu yoldan çok ağır darbelere maruz kaldı.

- ClA Gizli Hizmetler Direktörü R. Bissel’in raporundan: Başlıca görevimiz müttefik kişi ve örgütler bulmak, onlarla ilişki kurmak, ortak ilkeler için çalışmaktır. Birleşik Amerika doktrinine inandırılan ve eğitilen, o ülkenin yurttaşlarından daha fazla yararlanılmalıdır. Onların, ideallerimiz anlatılarak, eğitilerek ve devamlı iş önerilerek, casusluğa atılmaları özendirilmelidir.

- Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin (1946): “Türkiye, kaderini ancak Amerika ve Büyük Britanya’ya bağlarsa, esenliğe kavuşabilir.”
Bu öneri Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından kabul görmüştür.
- Metin Toker’in “Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları” adlı kitabından: Biz Kıbrıs’a çıkmayı ilk kez 1964’de istedik. O girişimimiz Johnson’un ünlü mektubuyla durduruldu. ABD Başkanı, İsmet Paşa’ya teşhisi koymuştu. Çok geçmeden, General Porter diye biri geldi. Ankara’ya bizzat Başkan Johnson tarafından gönderilmişti. Görevi İsmet Paşa’nın “hayır” dediği önerileri, Türkiye adına kabul edebilecek bir başbakan bulmaktı. Aynı günlerde CIA ajanları da Türkiye’de bir anket yapıyordu. General Porter ve CIA ajanları, aradıkları adamı sonunda buldular. İsmet Paşa Hükümeti düşürüldü. Yeni başbakan Süleyman Demirel’di!

-Richard Podol adlı bir ABD görevlisinin raporunda (1975), ABD yardımının amaçları ve emperyalizmin Türk bürokrasisine nasıl yön verdiği şöyle açıklanıyor: Yirmi yıldır Türkiye’de faaliyette bulunan Amerikan yardım programı, ürünlerini vermeye başladı. Hemen hemen bütün bakanlık ve kamu iktisadi kuruluşlarındaki önemli mevkiler, Amerikan eğitimi görmüş Türklerin eline geçmiştir. Bu kimseler bulundukları kuruluşlarda, “ilerici güç” konumundadır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha yüksek görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID, bütün çabalarını bu gruba yöneltmelidir. Türk idarecilerini, geniş ölçüde “indoktrine” etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde durmalı, onlara yeni davranışlar kazandırmalıdır. Bu grubun yakın gelecekte yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin onlar üzerinde toplanması doğru olur.

- IMF, AID, Dünya Bankası gibi kuruluşlar; kimi ülkelerde bir politikacıyı tutarak, politikalarına onun eliyle yön verir.
-1983 yılı genel seçimleri öncesi ... Türkiye’ye Kissenger’dan tutun da, Richard Perle ve A. Haig’e kadar bir sürü Amerikalı gelip gidiyor. Biri, Başkan Reagan’dan mektup getirmiştir Kenan Evren’e. Geliş nedenleri, açıklanmıyordu ama tahmin ediliyordu: “Özal onların adamıydı,” seçim şansı elinden alınmamalıydı. Etkilediler ve sonucu aldılar: Askere düzenlettikleri 12 Eylül sistemini kendi adamlarına emanet ettiler!
,
12 Eylül bir tarihsel dönüm noktasıdır: O günden sonra ABD, Türkiye’de sözünü tam geçireceği bir düzen kurdu. Turgut Özal’ı buldu! Sistemi ona emanet etti. ABD’nin bir dediği iki olmadı, Özal döneminde.
1983-1993 arasında önce başbakan, sonra cumhurbaşkanı olan Turgut Özal konuşuyor: Kapıları ardına kadar açacağız. İsteyen istediği yere yatırım da yapacak, istediği yerde mülk de alacak, ticaret de yapacak. Bakın Batı’da serbest piyasa olmayan yerde demokrasi var mı? Bu dediklerimiz gerçekleştirilirse, Türkiye Ortadoğu’nun Amerika’sı olur. Ortaklık AKP iktidarında da devam etti. Özal’ın dediklerinin çoğu, asıl AKP lideri R. T. Erdoğan döneminde uygulamaya kondu.
-IMF Avrupa Masası Şefi Wiltom’dan T. Özal’a (15 Eylül 1980): Mr. Özal, siz işin başında iseniz, biz endişe değil sevinç duyarız. Sizin adınız bizim için yeterlidir.
-CIA’nın T. Özal biyografisinden (1990’lar): Gelmiş geçmiş en ABD yanlısı Türk lideri!... (Bugünlerde ikinciliğe düşmüş olmalı. cd)
-ABD Başkanı W. Clinton (1993): ABD’nin en büyük müttefiki Turgut Özal’ın ölümü büyük bir kayıptır.
-Rahmi Koç (TÜSİAD): “Amerika karar verdiğini yapıyor. Güç onda. Amerika bir şey dediği zaman hepimiz boyun eğeceğiz.”

-Aydınlık gazetesinde bir yorum (19.4.2011): CHP Bursa Milletvekili Onur Öymen, CHP eski genel başkanı Deniz Baykal yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun geleceğinin 3 yıl önce kendisine bildirildiğini söyledi. Amerika-İsveç merkezli Silkroad Enstitüsü temsilcilerince sunulan bir raporda Deniz Baykal’ın istifaya ikna edilip, yerini Kemal Kılıçdaroğlu’nun alacağından söz ediliyor. Rapor’da Baykal’ın istifasıyla, Kılıçdaroğlu CHP’sinin yeniden Avrupa tarzı ve merkezî bir sosyal demokrat parti olarak ortaya çıkacağı belirtiliyor. 2008 tarihli raporun CHP’nin yenilenmesi söylemi ile, Kılıçdaroğlu’nun günümüzdeki “Yeni CHP” sloganı arasındaki örtüşme anlamlı değil mi?
-Barack Obama (ABD Başkanı, 2012): “Kendisiyle gurur duyduğum beş liderden biridir: R.T. Erdoğan’ın söylediklerine inanırız. Taahhütlerde bulundu, o doğrultuda ilerleyeceğine inanıyoruz. Amerika'nın çıkarları ve ilgileri konusunda titiz davranacağını biliyoruz.”
- İsmet İnönü: “Hiçbir ülke yoktur ki kendi içinde bizimki kadar çok hain yetiştirmiş olsun.”
  
4) POLİTİKA DAYATMA

Derin Merkez (dev küresel şirketler koalisyonu) bir ülkenin bağımsızlığını şu yoldan da yıpratabilir: Hedef ülkeye politika dayatır, rejim dayatır. Ülkenin sanayileşmesini engeller. Kaynaklarını sömürür. Buna karşı çıkan hükümetleri düşürür. Kanıtlar veriyorum:
-1950’de özel girişimciyi desteklemek üzere Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Dünya Bankası’nın önerisiyle kurulur. Bankanın özel bir kuruluş olmasına, Amerikalılar tarafından ayrı bir önem verilmiştir.

- İsmet İnönü’nün, ABD ve Türkiye ilişkileri hakkındaki bir yorumu (1964): Bağımsız iç ve dış politika güdemez, havanda su döversiniz. Sanmayın ki kolay iştir. Kurtulmaya teşebbüs ettiğinizde başınıza neler gelir, bilemezsiniz.
- Dünyada Amerikan çıkarlarının bekçisi olan IMF, Dünya Bankası ve AID gibi kuruluşlar; hep Türkiye’nin tarım ülkesi olmasını istemiş ve sanayi yatırımlarını desteklememişlerdir. Türkiye’nin sanayi yatırımları yapması, bu kuruluşlarca “gelişmenin ana engeli” olarak görülmüştür. Kredilerin ön-koşullarıyla Türkiye, tarım dışına yatırım yapmamaya zorlanmıştır.
-Emperyalizm; Türkiye’nin önünü kesmek için, dışa muhtaç ve bağımlı, asalak, sanayileşmeyen, doğal kaynaklarını kullanamayan bir Türkiye’nin oluşması için mümkün olan her yola başvurmuştur.

-Executive Intelligence Review Raporu’ndan (1977): Türkler bir türlü o kahrolası gelişme programlarından vazgeçmiyor.
- İdris Küçükömer yazıyor,  tarih 15 Şubat 1970: “Demirel kendine özgü deneyimiyle yeni bir denge kurmaya çalışınca, emperyalizmin bazı alanlardaki oyunlarıyla uyuşmaz bir pratiğe girdi. Şimdi, Demirel’in ayağı altındaki toprak da kaymaktadır.” Süleyman Demirel Türkiye için büyük sakıncalar doğuracak konularda, ABD’nin etkilerini geçiştirmeyi yeğleyen bir tutum izlemiştir. 12 Mart ve 12 Eylül’de düşürülmesinde bu tutumunun payı olduğu kuşkusuzdur.

Ramazan Kurtoğlu (İktisatçı ve Uluslararası Finans Uzmanı): “Amerika’nın yeni milli güvenlik konsepti; kendi içinde homojenliği beslerken, dışarısı için her ülkenin kendi içinde etnik ve dinsel mikrolaşmayı, cemaatleşmeyi ve çatışmayı öngörüyor.”
-Graham Fuller ve Paul Henze (CIA ajanları, 1980’ler): Atatürkçülük ölmüştür. Ulus devletler dönemi bitmiştir. Türkiye, Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli, çok ırklı bir yapıyı dönmelidir. Bunun için en iyi yol Ilımlı İslam’dır. Etnik kimlikler kendilerini ifade edebilmelidir.”
-Recep Tayyip Erdoğan (Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, 2005’ler): “Bir mozaik oluşturacağız. Bu mozaikte 30’u aşkın etnik topluluk olacak.”
- Paul O’Neill (ABD Hazine Bakanı,2001): “IMF programlarının başlatıldığı ülkelerde, hükümetlerin, istediğimiz adımları atmaları; yapacağımız yardım programından önce gelmeli. Önce reform, sonra para!

5) ULUSLARARASI ANTLAŞMALAR

Büyük devletlerin, az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını ortadan kaldırmak için başvurdukları yollardan biri de “askerî ittifaklar” ile bunları izleyen “ikili antlaşmalar”dır. Bu tuzağa Türkiye de düşürülmüştür. Söz konusu antlaşmalar çerçevesinde tanınan ayrıcalıklar, askerî bakımdan tek bir devlete bağlılık; Türkiye’nin iç işlerinin, dolaylı olarak ABD’nin denetimine girmesi, dolayısıyla bağımsızlığının yıpranması sonucunu doğurmuştur.

İşte bazı kanıtlar:
-1945-47 yılları… CHP iktidarda… Cumhurbaşkanı İsmet İnönü… Sivil ve asker Amerikan heyetleri, savaş gemileri Türkiye’de. CHP Hükümeti ABD’den borç istiyor. Türkiye IMF ve Dünya Bankasına üye oluyor. Türkiye ve ABD arasında askerî ve ekonomik temaslar başlıyor. Dostluk derneği kuruluyor. Türk subayları Amerikan tipi üniformalar giymeye başlıyor.

-Çetin Yetkin: Çok partili düzene geçilmekle birlikte, Türkiye’nin bağımsızlığı üzerine ABD’nce ipotek konulacaktır. Türkiye’nin, bugün sömürgeleşme sürecinde nerdeyse son noktaya gelmesinin temeli, 1945-1950 arasında atılmıştır. Türkiye’yi ABD’nin yörüngesine sokmakta o zamanın iktidarı da, muhalefeti de -CHP de, DP de- tam bir görüş birliği içindeydi. (Bugünkü AKP-YCHP görüş birliğini hatırlatıyor.cd)

-ABD’li ünlü stratejistler Prof. Wahlstetter, Rutsel, Kaplan ve Goblenz: Türkiye’yi, Türklere bayıldığımız için değil, Batı’nın petrolünü koruduğu için güçlendiriyoruz. Türkiye, Ortadoğu’da ideal bir araçtır. Çünkü Türkiye bu bölgede, ABD stratejisinin gelişmesine aktif olarak katılan ve Birleşik Devletler’in yüzünü güldüren tek devlettir.
-McNamara (1967): Türkiye ile olan ittifak ilişkilerimizi sürdürmekte büyük çıkarlarımız var. Çünkü -Yunanistan ve İran ile birlikte- bu ülke; Sovyetler Birliği, sıcak deniz limanları ve Ortadoğu’nun petrol yatakları arasında yer almaktadır.

–Türkiye ve ABD ilişkileri İkinci Dünya Savaşı sırasında başladı ve 1947 Anlaşması ile, ilk kez resmî kimliğe büründü. 1950 sonrası hükümetleri Türkiye’yi tam anlamıyla emperyalizmin tuzağına terk etti. ABD daha sonra, NATO anlaşması ile Türkiye’ye iyice yerleşti. 1954 Askerî Kolaylıklar Anlaşması ve bunu izleyenlerle, ülkemizde önemli büyüklükte askeri varlık konuşlandırdı. 1969 Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması ile 29 Mart 1980’de imzalanan Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması bağımlılığımızı daha da pekiştirdi.

6) YARDIM

Bir ülkenin bağımsızlığını yok etmenin bir yolu da o ülkeye “yardım”da bulunmaktır. Yardım mali yardım, askerî malzeme veya başka türden olabilir. Kılıf insanî görünür, asıl amaç başkadır: Ülkenin karar alma mekanizmaları etki altına alınarak, kendi emel ve politikalarını dayatmaktır. Böylece bu yoldan da ülkenin bağımsızlığı ipotek altına alınmış olur. İç ve dış işlere müdahale edilir. Ekonominin kilit noktaları ele geçirilir. Hükümet, kararlarını serbestçe ve kendi halkının lehine alamaz. Sonuç bağımsızlığın bir parça daha eksilmesidir.

İşte “yardım” aracına dair bazı kanıtlar:
-Teresa Hayter (İngiliz yazar ve aktivist): Dış yardım ancak emperyalist güçlerin, yarı-sömürge ülkeleri sömürmeye devam edebilmek için katlandıkları bir fedakârlıktır. Yardım koşulsuz verilmez; ön-koşul, önerilen politikayı uygulamaktır.

-Yardım alan ülke; politikalarını, IMF, AID, Dünya Bankası gibi kuruluşların önerilerine göre düzenlemeye başlayınca, bağımsızlığını ipotek altına koymuş demektir. Yardım kuruluşları bir hükümetten hoşnut değilse, yardımı keser ya da azaltır. Dünya Bankası’nın ve benzeri kuruluşların asıl amacı, ABD’nin uygun gördüğü politikayı az gelişmiş ülkelere kabul ettirmektir. 

-ABD ile 1947 Antlaşması (Truman Doktrini)… “ABD’nin dünya egemenliği” doktrini olan Truman Doktrini ile başlayan Amerikan “yardımı” ülkemizi Kemalist Yol’dan saptırdı. Türkiye Amerikan emperyalizminin gereklerine uygun şekilde yeniden yapılandırıldı. 1923-1938 Türkiye’sinde, Atatürk zamanında ne yapılmışsa yıkılmaya başladı, ters yüz edildi: Bağımsızlığımızın yitirilmesine karşı yükselebilecek sesler susturuldu. ABD ile ikili antlaşmalar yapıldı. Bunlarla siyasal ve ekonomik bağımsızlığımız törpülendi, giderek yok edildi. Türkiye ABD için bir hammadde deposu ve pazar haline getirilmeye başladı. Millî eğitimimiz ulusal olmaktan çıkarıldı, Ona Amerikan çıkarlarına uygun bir yapı kazandırıldı. Atatürk Devrimlerinin birinci güvencesi olan köy enstitüleri kapatıldı. Yerine imam-hatip okulları açılmaya başladı. Ekonomi politikası olarak devletçilik sulandırıldı. Türkiye IMF’nin kıskacına sokuldu. Dış borçlanma başlatıldı. Ulaştırmada demiryolları terk edildi, karayoluna ağırlık verildi. Türkiye’nin sanayileşmeden vazgeçmesi yönünde telkinler yapıldı. İrtica yeniden harekete geçme imkânı buldu.

-Rockefeller (1956): Azgelişmiş ülkelere yapılan yardımda özel amaç, o ülke ekonomilerinin kilit noktalarını ele geçirmektir.
-G. Ford (ABD başkanlarından): Dış yardım yoluyla ilişkili olduğumuz ülkelerin iç ve dış işlerine karışabiliriz.
- Nelson A. Rockefeller’den ABD Başkanı Eisonhower’e mektup (1956): Bizimle dost ve bize askeri paktlarla bağlanmış olan ülkelere yönelik yardım ve krediler, öncelikle askerî nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme gereksinmesi yoktur. Genişletilmiş ekonomik yardım -örneğin Türkiye’ye- beklenenin tersi sonuç verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini artırıp, mevcut askerî paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan doğruya ekonomik yardım da yapılabilir; ancak bu bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız kılacak biçim ve miktarda olmalıdır. Özel sermaye yatırımları teşvik edilmeli, onlardan akıllıca yararlanmalıdır. Bu yatırımlar sayesinde birçok politik amaca ulaşılabilir. ABD ile işbirliği yapmaya hazır yerli işadamlarına yardım artırılmalı; böylece bunların, ülke ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri, bu sayede de politik etkilerini artırmaları sağlanmalıdır.

-Cevdet Sunay (Genel Kurmay Başkanı, 1966-1973): “Donumuza kadar her şeyimizi Amerika veriyor. Tabii ki onu dinleyeceğiz."
-J. F. Kennedy (ABD Başkanı, 1962): “Dış yardım ABD’nin dünyayı denetleme ve etkileme araçlarından biridir.”
- Warren Cristopher’dan Başbakan B. Ecevit’e (Mayıs 1979): Eğer “U-2 uçaklarına izin verilmesi” talebimiz reddedilirse, Türk-Amerikan ilişkilerinin tonu değişir. Şunu da iyi bilin ki beklediğiniz yardımlar gerçekleşmeyebilir.
- Marc Parris (ABD’nin Türkiye Büyükelçisi, 1997-2000): “Türkiye’nin kenarda kalması savaşı birkaç hafta daha geciktirir, ancak ondan sonrası var. ABD’den yardım istemeye kalktığınızda, Beyaz Saray’ın telefonları hep meşgul çalar.”
-Jack Straw (İngiltere Dışişleri Bakanı, Türkiye’ye verilen desteği eleştiren bir muhalifine, 2005): “Tavşanı önce yakalayalım, derisini sonra yüzeriz.”

SONUÇ

Yazımızın sonucunu “ bağımsızlık nasıl elden gitti” sorusunun yanıtı ile bağlayabiliriz:
Askerî tehdit… kültürel yayılma… işbirlikçiler: Emperyalist ülkeler askerî tehdide başvuruyor. Hedef ülkenin insanlarını kültürel etki altına alıyor. Sızmayı ve amacını kolaylaştırmak için o ülkede işbirlikçiler buluyor. Politika dayatma… anlaşmalar ve yardım: İşbirlikçiler sayesinde kendi lehlerine olan politikaların uygulanmasını sağlıyorlar. Bütün bu yaptıklarını anlaşmalar ve bir takım yardımlarla destekliyorlar.

Hedef, ülkenin doğal kaynakları ve pazarları: Peki, neden giriyorlar bunca “zahmet”e? Ülkenin ekonomik kaynaklarını ve pazarlarını ele geçirmek için!  Buna giden yol da, o ülkede hükümet kararlarının kendi lehlerine, başka bir deyişle dış –ve onlarla ortak çalışan iç- odakların lehine alınması gerekiyor. Özetle, ülkenin bağımsız olmaktan çıkması gerekiyor. Meclise, hükümete ve yargıya kararları istedikleri şekilde aldırmaya başladıkları an,  ülkenin tam bağımsızlığı yara almaya başlıyor. Süreç devam ettikçe, ülkenin bağımsızlığı zayıflıyor, aşınıyor, sonunda tamamen yok oluyor.
İşte Türkiye’de Atatürk’ten sonra yaşanan, esas itibariyle budur.


Verilen ödünler her iktidar döneminde, her yıl birbirine eklene eklene sonunda bugünkü emir kulu, boynu eğik, bütün kaynakları iç ve dış düşmanların talanına açılmış, büyük güçlere tam anlamıyla bağımlı bir Türkiye yaratılmış oluyor.

18 Eylül 2014 Perşembe

Deprem Ülkesi Türkiye 2





Van Gölü’nde özellikle 1993 – 1996 yılları boyunca iklim koşullarından bağımsız olarak meydana gelen su düzeyi yükseliminin açıklaması, Van Gölü suyunun bileşiminde saklıdır. Bilindiği gibi Van Gölü’nün suyu sodalıdır. Suda eriyik halinde bulunan iyonlar, volkanomagmatik yeraltı suyu kökenlidir . Van Gölüne dolaylı olarak iyonik su basan kaynaklar, büyük bir olasılıkla Van Gölü kuzey sahiline yakın dizilmiş Tendürek, Süphan ve Nemrut “kıta ortası çizgisel volkanları”dır. 

Bu volkanlar için öğrencilerine çeşitli tezler hazırlatan ve deneyler yaptıran Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın belirli güç odaklarını rahatsız etmiştir. Küresel Sermaye özellikle bu çetin coğrafyadaki stratejik bilgilerin ülkemizin eline geçmesi ve bu volkanlarda ölçüm yapılmasından fevkalade tedirgin olmuştur. Benim fikrime göre Sayın Rektör’e tarih eser kaçakçılığı suçlamaları bilinçli şekilde yapılmıştır. Bu şekilde kendisi kızağa çekilmiştir.

 1995 yılı itibarı ile bu konudaki en önemli gözlem, Kuzey Anadolu Fay Zonu  (KAFZ) üzerindeki Van, Gerede, Bolu-Yeniçağa, Adapazarı-Sapanca ve Doğu Anadolu Fay Zonu (DAFZ) üzerindeki Elazığ-Hazar göllerinde aynı anda meydana gelen yükselmelerdir. Aralarında yüzlerce km. uzaklık olan bu göllerin ortak özellikleri, litosfer kalınlığınca derinlere uzanan transform faylar üzerinde bulunmaları ve az ya da çok sodalı olmalarıdır. 1993-1996 yılları boyunca ortak yazgıları ise yaklaşık 2 m.’nin üzerinde su seviyesi yükselmeleridir.
Diğer taraftan KAFZ'nun uzantısı üzerindeki Urumiye gölü su düzeyi seviyesi yükselirken, büyük fayların tam üzerinde olmayan ve aynı iklimsel koşullara sahip olan Gökçe gölü su düzeyi alçalmıştır.

1993 -1996 yıllarındaki yükselim, mevsimlik salınımları da içererek, fakat ondan bağımsız olarak ilerlemiştir. Dolayısı ile geriye bir tek açıklama kalmaktadır: İklimsel olaylardan bağımsız olarak yükselip alçalan tektonik göllerin tabanlarında, su bütçesi fazlasını açıklayan “çok derin” su kaynakları bulunmaktadır. Zaten bu yüzden bu türden göllere tektonik göl adı verilir.


Van Gölü'nün seviyesi yükseldikçe kendi tabanına yaptığı basınç da yükselmekte, yani tabanından göle basılan suyu engelleyen basınç da giderek artmakta ve bu basınç, daha az suyun göl tabanından “yeryüzüne” çıkmasına neden olmaktadır.



 Müh. Prof.Dr. Kocaeli Üniversitesi Müh. Fak. Jeofizik Bölümünden emekli, Halen Anadolu Çevre Korumacıları Asamblesi Gn. Başkanı. Uğur KAYNAK aynı fikirleri desteklemektedir
 Erhan Erdoğan - Yalova Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Recep Eren, "Erciş depremi münferit ve yerel bir depremdir.
ABD yeni nesil lazer silahları
Erhan Erdoğan - Yalova Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Recep Eren, "Erciş depremi münferit ve yerel bir depremdir. Oradaki enerji birikiminden daha çok, magmadan gelen, yeraltında olan volkanizmanın tetiklediği bir hareketten doğduğunu umuyoruz" dedi.

Jeoloji Yüksek Mühendisi Prof. Dr. Eren, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Van'da yaşanan depremin farklı bir yapıda olduğunu söyledi.


Doğu Anadolu'daki volkan oluşumlarına dikkati çeken Eren, şöyle konuştu:

"Bugün bölgede halen birtakım buhar çıkışlarıyla beraber aktif olduğunu gördüğümüz magmadan kaynaklanan bir hareketin farkındayız. Orta Anadolu'da sönmüş, ölü volkanlara nazaran doğudaki volkanizmanın daha da aktif olduğunu düşünüyoruz. Veriler onu işaret ediyor. Yerkabuğu sert olmasına rağmen onun altındaki magmadan kaynaklanan gevşek olan zeminden tetiklenen hareket, bu fay oluşumunu sağlamıştır
."

Kuzey Anadolu fayı ile Anadolu plakasının yılda 2 santimetre hareket ettiğini vurgulayan Eren, şöyle devam etti:

"Ama bu hareketin kilitlendiği noktalar var. Kıtanın hareketinin durduğu noktalarda büyük enerji birikimi oluşuyor. Bu enerji birikimleri belirli periyotlarda büyük boşalmayla sonuçlanıyor. Enerji boşalımı sağlandığı noktadan itibaren deprem riski azalıyor. Kocaeli depremi sırasında o alanda olan boşalımın doğudaki depremi tetiklemesi mümkün değildir. Erciş depremi münferit ve yerel bir depremdir. Oradaki enerji birikiminden daha çok, magmadan gelen, yer altında olan volkanizmanın tetiklediği bir hareketten doğduğunu umuyoruz
. İnşallah depremi oluşturan magma hareketi sakinliğe ulaşır, bundan sonra bu faaliyetleri görmeyiz."
Bolu Yeniçağ Gölü

Çeşitli akademisyenlerimizin ilginç ve değişik görüşlerine rağmen birleştikleri noktalarda ne yazık ki, stratejik bilgi eksikliğimiz doruk noktadır. Bu eksiklik yüzünden geleceğimizi garanti alacak teknolojileri geliştirememekteyiz. 

Örnek olarak Van Gölüne dolaylı olarak iyonik su basan kaynak olarak gösterilen Tendürek, Süphan ve Nemrut, hatta Ağrı volkanlarının magma hareketleri hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Böylece yeni oluşan çatlaklardaki tektonik gölleri ve buralarda oluşan su miktarlarının hareketlerini tespit edemiyoruz. Ayrıca potansiyel deprem tehlikesi yaratacak Gerede, Bolu-Yeniçağ, Adapazarı-Sapanca, Elâzığ-Hazar göllerindeki yükselmeyi takip edemiyoruz. Bu göller de Van gölüyle aynı özelliklere sahiptir. Aynı özellikler, yani yeraltındaki tektonik göller buralarda da oluşmuştur. Yapılacak tetiklemelerle meydana gelebilecek suni depremlerin etkisi ülkemiz ekonomisi için çok ağır olacaktır.
 
Bu bilgi birikimlerine gerekli uzmanların dâhil edilmesiyle, yeraltı derinliklerinin resminin çekilmesi, tabakaların hareketi veya yeraltı su kaynaklarının tespiti ve suların akış yönünü resimleyecek bir aletin kısa sürede yapılması sağlanabilir.

Toprak delici tomografi aletini, uydularına monte eden ABD ülkemizdeki madenlerin yerini tespit etmiş durumda. ABD yetkililerin en az 5000 metreye kadar toprağın altında ne olduğunun haritasını çıkarttıkları tahmin ediliyor. Ülkemizdeki Küresel Sermayenin şirketlerini de bu bilgileri aktarıyorlar. Gerisini siz düşünün.

Diğer taraftan Aselsan’ın son bir yıl içinde, bilgi birikimi ve tecrübesi ile böyle bir aleti geliştirdiğinin duyumlarını alıyoruz. Aşağı yukarı toprağın 2000 metre altındaki gelişmelerin takibi bilim adamlarımız tarafından rahatlıkla yapılıyor. Bu yazıyı yayınladığımız zamandaki güncellemeyi de, sizlere duyurmaktan mutluluk duyuyoruz.

Gelecek aşamada bu deprem oluşturacak enerjiyi nasıl boşaltacağımızı da bulmak hayal olmayacaktır. Ayrıca entropideki düzensiz etkenlerin, ülkemiz coğrafyası aleyhine düzenlenmesinin de böylece önüne geçme çareleri bulunacaktır. Bu alanda ABD, Rusya ve Çin daha evvel belirttiğimiz projelerle çalışmalarını çok ileri safhalara taşımışlardır.
İleride İran’a karşı yapılacak bir operasyonun ABD tarafından, suni deprem teknolojisiyle gerçekleştirilmesi büyük bir ihtimaldir. Malatya Kürecik yakınında kurulan yeni üssün, Doğu Anadolu fay hattı başlangıcı olan Malatya Pötürge’ye yakınlığı da büyük bir tesadüftür. ABD'li yetkililer uyguladıkları planlarda bir taşla birçok kuş vurmayı severler.



İlk olarak 2013 yılında yayınlanmıştır.
.


17 Eylül 2014 Çarşamba

Türkiye'de Tasarruflar Nasıl Engellendi ?

Cihan Dura


Ekonomik gelişme tasarrufla sağlanır. Bizde ortalama tasarruf oranı, yani toplam tasarrufların Milli Gelir’e oranı ancak yüzde 12’dir. Bu oran 2002 yılına kadar yüzde 20’den az değildi. Sonra tasarruf oranı düştü, ancak Milli Gelir büyüdü. Nasıl başarıldı bu? İthalatla, dış kaynak girişiyle başarıldı. Ancak günümüzde bu imkân (yabancı sermaye girişi ve dış borçlanma) sınıra dayanmış görünüyor.

Ekonomik gelişmenin anahtarı yatırımlardır. Yatırımları ise ülkenin tasarruf düzeyi belirler. Ne kadar tasarruf, o kadar yatırım; ne kadar yatırım o kadar büyüme ve kalkınma… Ne var ki, yukardaki oranların gösterdiği gibi Türkiye bugün önemli bir handikapla karşı karşıya: Tasarruf yetersizliği!... Yalnız Türkiye değil, dünyanın sanayileşmesi engellenmiş pek çok ülkesi bu sorunla karşı karşıya bulunuyor.


Öte yandan, dünya “küreselleşme” dedikleri bir süreç içinde. Bu olgu, sözünü ettiğim ülkelerin tasarruf ihtiyacına bir çare öneriyordu: Tasarruf yetersizliğinin sermaye girişi ile giderilmesi!... Daha açık bir deyişle Türkiye gibi tasarruf açığı olan ülkeler, açıklarını, tasarruf fazlası olan ülkelerden –yani emperyalist ülkelerden- sermaye ithali yaparak giderecekti. Ve öyle de oldu.

Ancak bu çözüm çok önemli sakıncaları da beraberinde getirdi. Üstat iktisatçımız Esfender Korkmaz, son yazılarından birinde[i] bunlardan üçüne dikkatimizi çekiyor, oradan özetliyorum:
-Birincisi, sermaye ihraç eden ülkelerin sağladıkları dış kredi faizleri uluslararası faiz oranlarının hayli üstünde bulunmaktadır. Şöyle ki, dünyada dış kredi faizleri yüzde 2 - 3 iken, bizde bankaların aldığı dış kredi faiz oranları yüzde 6’ya kadar çıkmıştır.
,
-İkincisi, bazı gelişmekte olan ülkeler, tasarruf açığının finansmanı için, özelleştirmenin sınırını aştılar, kamu alt yapı yatırımlarının gelirini iskonto ettirdiler. (Örneğin Türkiye’de Halk Bankası’nın satışında bu yola gidildi. cd) Ayrıca başlıca sektörlerimizde birçok kârlı işletmenin yönetimi yabancı sermayenin eline geçti. TÜİK’in verilerine göre 2012 yılı itibariyle İmalat sanayiinde üretimin yüzde 56’si yabancı kontrolüne girmiştir.  Bankacılık sektöründe yüzde 55 pay, sigortacılıkta ise yüzde 67 pay yabancı sermayeye aittir.

-Üçüncüsü, az gelişmiş ülkelerde yabancı sermaye yeni yatırım yapmıyor, zaten mevcut olan kârlı tesisleri satın alıyor. Yeni teknoloji getirmiyor ve önemli boyutlarda yurt dışına kâr transferi yapıyor. Ayrıca yabancı sermayeli şirketler daha fazla ithal malı ve yabancı personel kullanıyorlar. Bu da dış açığı artırıyor. Türkiye’de de olan, budur.
Demek ki, yabancı sermaye ithali yoluyla bir ülke gelişemez, kalkınamaz. Üstelik başka önemli sakıncaları da var bunun. Durum böyle iken, Türkiye nasıl oldu da böyle çıkmaz bir yola girdi, daha doğrusu itildi? Soru çok önemli, yanıtını daha önceki yazılarımda verdim. Özet olarak bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum
.
I) 1980 sonrasında -Emperyalist Batı’nın, dünyayı “küreselleşme” tuzağına düşürdüğü yıllarda- Türkiye’de iki alanda yoğun bir beyin yıkama faaliyeti başlatıldı ve sürdürüldü:
-Birincisi, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nden başka alternatifi olmadığı;
-İkincisi, ekonomik kalkınmanın ancak yabancı sermaye ile sağlanabileceği…
Ve bu koşullandırma şöyle bağlanıyordu: Bu ikisi gerçekleşmezse Türkiye biter.
Oysa her iki sav da doğru değildi. Dünyada hangi ülke gelişmişse, kalkınmasını çok büyük ölçüde kendi iç tasarruflarına dayandırmıştır. İngiltere sanayileşirken, dışardan yabancı sermaye gelsin diye beklemiyordu. Japonya gelişme sürecinin bir aşamasında tasarruf oranını %30’lara kadar yükseltmiş, uzun yıllar o düzeyde tutmuştur.

Gerçek böyle iken, Türkiye’yi yabancı sermayeye mahkûm edenler tasarrufları teşvik bir yana, ulusal tasarrufların adını bile unutturdular. Çünkü onlar kendi halkları ile değil, Batılı sömürgenlerle çıkar birliği içindeydiler, bugün de öyleler. Onlar ki Batı’nın malları ve parası için, ulus ötesi şirketler için Türkiye’yi açık pazar haline getirdiler. Yetmiş milyon Türk çılgınca tüketsin ki, o şirketlerin ürettiği mallar satılabilsin, biriktirdikleri paralar borç olarak alınabilsin; o şirketlerin sahipleri kâr ve faiz gelirlerini daha da katlasınlar!

Bu işbirliğine, zihinlerin de hazırlanması gerekiyordu tabii. Ne yaptılar? Türkiye’de geniş çaplı bir propagandaya, beyin yıkama faaliyetine giriştiler. Şöyle yaptılar:
Dünya küreselleşiyordu. Öyleyse yalnız sermaye akımları değil, aynı zamanda ticaret akımları da, yani emtia piyasaları da serbestleştirilmeliydi. Serbestleştirdiler. Böyle olunca da tüketime bir tür dokunulmazlık statüsü verdiler. Sloganları şuydu: Tüket…, hep tüket, tüketebildiğin kadar tüket! Eline geçen bütün geliri, kazandığın bütün parayı tüketim için harca. Buna bir de kredi kartı kullanımı eklenince, tüketim bir çılgınlığa dönüştü. Sonuç doğal olarak tasarrufların duraklaması, ardından erimesi oldu. En sonra da şu maksatlı, art niyetli, çürük görüşü ileri sürdüler: Türkiye’nin iç tasarruf oranı düşüktür. Bu düzeyde bir tasarruf oranıyla kalkınamayız. Tasarruf açığı ancak yabancı sermaye ile kapatılabilir.
Oysa tüketim başıboş bırakılıp kamçılanınca, tasarruflar elbette düşük olacaktır. Böyle bir mekanizma yalnızca Batı’nın bugünkü yüksek gelişme düzeyinin bir gereğidir ve onun dev şirketlerinin çıkarlarına uygundur. Bu mekanizma bizim gibi toplumlar için, tam tersine, bir felakettir. Özetle Türkiye’yi yabancı sermayeye muhtaç duruma bile bile getirdiler: Önce iç tasarrufların yükselmesini engellediler, ardından da şöyle dediler: Bakın, ulusal tasarruflar yetersiz, o halde yabancı sermayeden başka çaremiz yok.

II) Oysa ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar ve ancak onunla sürdürülür. Bu sağlam mekanizmanın işlemesi; Türkiye gibi ülkelerde yeni emperyalizmin (Neoliberalizm’in, sözde küreselleşmenin) tahrik ettiği aşırı tüketim yoluyla engellenmektedir. Çünkü aşırı tüketim yurt içi tasarrufu zayıflatmaktadır, oysa tam tersine millî tasarrufların daha da artması gerekir. Tasarruflar böyle düşürülünce sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır.
Demek ki “Türkiye’nin kaynaklarının yetersiz olduğu” varsayımı çürüktür. Çözüm önce siyasi bir uyanışı ve eylemi gerektiriyor. Ekonomi politikasına gelince, yapılacak şudur: İç tasarruf oranı yükseltilerek, yabancı sermayeye olan “sahte gereksinme” ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bu yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul bir düzeye çekilerek, olumsuz etkilerinin yıkıcı boyutlara ulaşması engellenmiş olacaktır.

Ulusalcı iktisatçılar “Türkiye’nin kaynakları yeterlidir” derken, “tüketimi kısarak” ya da “tüketimi kısmadan” tasarrufu artırma çarelerini ve “vergileme”yi kast etmektedir. Bu önlemler arasında örneğin, tam ve etkin kullanılmayan üretim faktörlerinin daha verimli kullanılması, tasarruf usullerinin değiştirilmesi, toplumun tasarrufa yönlendirilmesi, tasarruf ve yatırımların teşviki, tasarruf eğilimi yüksek sektörlerin geliştirilmesi, servetin ve yüksek gelirlerin, lüks tüketimin vergilendirilmesi, kayıt-dışı ekonominin küçültülmesi, yolsuzlukla mücadele gibi önlemler sayılabilir.


[i] Esfender Korkmaz, “Tasarruf Olmadan Kalkınma Olmaz”, Yeniçağ, 10.9.2014.