Değerli
okur,
Sayın Zeki
Sarıhan’dan bir eleştiri mektubu aldım.Sayın Sarıhan’a teşekkür ederim.Mektubun
aşağıda paylaştığım yazı ile ilgili bölümünü bilginize sunuyorum.Prof. Dr.
Turgut TURHAN’ın aşağıdaki yazısını bu eleştiri ve bilgilendirme mektubu
ışığında okumanızı dilerim.
Naci Kaptan
Sayın
Kaptan,
İzmir, Aydın
vilayetinin merkezi idi ve vali tabii Aydın vilayetini bu merkezden
yönetecekti. Hatay’ın Antakya’dan yönetilmesi gibi.Aydın Valisi’nin sıfatı Paşa
değil Bey idi. Onun yıldızının parlaması Mudanya Anlaşması’ndan değil, Mondros
Ateşkes Anlaşması’ndan sonra parlamış olmalıdır. (Mudanya Anlaşması Ekim
1922′de Zaferden sonra imzalanmıştır)
Zeki Sarıhan
***
“Gerek işgal
sırasında, gerek işgalden sonra Yunanlılarla mükemmel bir uyum içinde çalışan
İzzet Paşa, görevini kalp krizinden öldüğü 5 Ocak 1920 tarihine kadar sürdürdü.
Bu uyumlu çalışma nedeniyle, devrin Yunan hükümeti kendisini “Anoteron
Taksiarhis” nişanı ile ödüllendirdi. Cenazesi ise, yine Yunan hükümeti tarafından,
korgeneral rütbesine ulaşmış bir asker cenazesine eşdeğer tutuldu ve devrin
askeri ve mülki erkanının katıldığı muhteşem bir törenle Emir Sultan Dergahı
Haziresine defnedildi…Ne diyelim? Herhalde bize sadece “Allah taksiratını
affetsin” demek düşer…”
İzmir’in
İşgali ve bir Osmanlı Valisi: Kambur İzzet Paşa
Barışı tesis
etmek amacıyla toplanan galip devletler, “devletlerin kendi kader tayin
etmeleri” uydurması altında, yenilen devletlerin topraklarını kendilerince
harita üzerinden paylaşarak gerçekte onların kaderlerini tayin ediyorlardı! El
ele, kol kola, davetler paylaşılarak, şampanyalar içilerek, tiyatrolara
gidilerek neşe içinde sürüp giden sözde paylaşım çalışmalarından, “kendi
kaderini tayin hakkı” prensibine bel bağlayan Osmanlı da nasibini aldı ve
Vahdettin ile sadrazamı Damat Ferit Paşa’nın çok güvendiği İngilizler, politik
ağırlıklarını Yunanistan lehine koyarak bu devletin İzmir’i işgal etmesine onay
verdiler. Gerekçe de açıktı: Mudanya Mütarekesinin 7.md.si…yani “itlaf
devletlerinin güvenliklerini tehlikede gördükleri her stratejik noktaya işgal
etme hakkına sahip olmaları”!!
Musul,
Kerkük, İskenderun ve Osmanlı toprağının diğer bazı önemli kısımları da bu
maddeden hareketle işgal edilmemiş miydi? İşte sıra şimdi de İzmir’e
gelmişti…Ne de olsa İzmir ve yöresindeki Rumlar tehlike ve tehdit
altındaydılar. Zira Türkler onları katlediyordu!! İşte bu uydurma gerekçeyle
beraber, daha Çanakkale Savaşı sırasında İngiltere’nin yanında savaşa girmesi
şartıyla Yunanistan’ peşkeş çekilen İzmir ve havalisi, sonunda Konferansın
yıldızı olan Venizelos’un, günde 15 saat çalışarak İngilizleri yanına çekmesi,
İtalyanları saf dışı bırakması, Fransızları ikna etmesi sonunda, 4 yıllık bir
gecikmeyle de olsa, artık Yunanistan’ın oluyordu.
İzmir’in
işgali sorunun çok önemli olan bu stratejik boyutunu Paris Konferansında
halleden İngiltere, çok iyi biliyordu ki, pratikte karşılaşılabilecek
güçlükleri yenmesi çok daha kolay olacaktı. Zira payitahtta, kendisini, tahtını
ve hatta hayatını kurtarabilmek için”hilafet makamına sıkı sıkıya sarılan ve
“halifeliğin sadece Müslüman bir camiada anlam ve değer ifade edeceği için
Osmanlının İngiliz İmparatorluğu ile bütünleşmesinden başka çıkar yol
olmadığını” düşünen, bu nedenle İngilizlere hoş görünmeye ve yaranmaya çalışan,
onlara daima yalvaran, “kendisinin ve umutlarının önce Allah’a, sonra da
İngiliz hükümetine bağladığını” açıkça ifade eden ve hatta daha da ileri
giderek Osmanlı ordu ve idaresinin 15 yıl süreyle İngiltere’ye bırakılması
projesini bile dile getiren vatansever padişah Vahdettin(!) oturuyordu.
Sadrazamlık makamı ise, Vahdettin’in ablası ile evli olan ve Vahdettin’den daha
da fazla İngiliz yanlısı olan Damat Ferit Paşa tarafından işgal ediliyordu.
Böyle bir
tablo içinde İngilizler için işgalin pratik alt yapısını hazırlamak hiç de zor
olmadı. Padişah ve Damat Ferit’e her dediklerini yaptırtan İngilizler, ilk önce
Vahdettin ile Damat Ferit’e gönülden bağlı olan ve Kambur İzzet lakabıyla
anılan İzzet Paşa’yı 11 Mart tarihinde Aydın ve havalisine vali olarak atanmasını
sağladılar. Aydın vilayetinin idare merkezi İzmir olduğundan, 23 Mart’ta göreve
başlayan İzzet Paşa, zaman içinde İzmir valiliğine de uhdesine aldı. Arkası da
zaten çorap söküğü gibi geldi…Demek ki, İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı
Richard Webb’in Ocak 1919 da İngiliz Dışişleri Müsteşarlığına yazdığı özel
rapor boşa değilmiş. Şöyle diyordu Webb: “ Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz
halde, şimdiden valilerini atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz”…İşte bu
atamayla beraber İngilizler, işgal sırasında ortaya çıkabilecek tüm sorunları
giderecek olan sağ kollarını da bulmuşlardı: Kambur İzzet Paşa….
1871 yılında
İstanbul’da doğmuş olan Ahmet İzzet Paşa, aslında yaşadığı dönemde sıkça
rastlanan yaşlı ve cahil Osmanlı paşalarından değildi. Üsküdar Rüştiyesini
bitirdikten sonra iki yıl yabancı dil okulunda devam etmiş ve 1885 yılında da
Bab-ı Ali Tercüme odasında devlet görevine başlamıştır. 24 yıl bu birimde
çalışan İzzet Paşa, 1909 yılında Hariciye Nezareti Müdürlüğüne atanmıştır.
Nitekim paşa tarafından Fransızca olarak kaleme alınmış olan raporlara
bakıldığında, İzzet Paşa’nın bu dile gerçekten hakim olduğu açıkça görülür.
1912-1913 yılları arasında Van valiliği de yapan İzzet Paşa’nın yıldızı,
Mudanya Mütarekesinin imzalanmasından sonra daha da parlamış ve paşa, Kasım
1918 de kurulan birinci Tevfik Paşa hükümetinde Efkaf-ı Hümayun ve Ocak 1919 da
kurulan ikinci Tevfik Paşa hükümetinde de yine hem Efkaf-ı Hümayun ve hem de
vekaleten Dahiliye Nazırlığı yapmıştır. Ancak bütün bu olumlu gözüken geçmişine
rağmen İzzet Paşa’nın , Osmanlı tarihinin gördüğü nadir silik, kişiliksiz,
yüreksiz ve korkak idarecilerden birisi olduğu, saraya ve Vahdettin’e körü
körüne bağlı olduğu ve sarayı velinimeti olarak gördüğü da tarih yazanlarca
ifade edilmektedir. Nitekim aşağıda okuyacaklarınız da bu iddiayı doğrular
niteliktedir.
“Hürriyet ve
İtilaf Partisi” yanlısı olan ve bu nedenle ittihatçı düşmanı kesilerek
Vahdettin’e yaklaşan Paşa’nın ilk icraatı Anadolu’da örgütlenmeye başlayan
Mustafa Kemal hareketi hakkında övgü dolu sözler yazan, haberler veren
“Anadolu” ve “ Duygu” gazetelerini kapatmak oldu. Paşa akabinde tüm yerel örgüt
yöneticilerini makamına toplayarak,”Herkes sizi İttihatçılık ve Bolşeviklikle
suçluyor. Devletin bu nazik günlerinde İzmir’de huzuru bozmanıza izin vermem”
diterek yerel örgütlenmelerin önünü kesmeye teşebbüs etti. Arkasından da
Ocak’tan beri vekaleten İzmir Valiliğini yapmakta olan Nurettin Paşa’yı “bir
gün dahi valilik yapması tehlikelidir “ demek suretiyle Damat Ferit’e şikayet
ederek valilikten aldırması ve kendisinin İzmir valiliğini uhdesine alarak,
Nurettin Paşa yerine de Ali Nadir Paşa’nın İzmir ve havalisinden sorumlu 17.
Kolordu komutanlığına atanmasını sağlamak oldu. Bunlar daha başlangıçtı…. Bakın
İzzet Paşa daha sonra neler yaptı, ne yalanlar söyledi ve Türk milletini nasıl
kandıracağını sandı!.
İzmir’in
Yunanlılar tarafından işgal edileceği söylentisi artık ayyuka çıkmıştı. Zaten
itilaf devletleri de, aralarında aldıkları karara binaen, işgalden 12 saat
önce, yani 14 Mayıs’ta hem hükümete, hem de İzmir valisine tebliğ ettiler. Bu
tebliğde askerin mukavemet etmemesini, birliklerin kışlalarında kalmalarını ve
silahlarını teslim etmelerini istediler. Damat Ferit , işgalin gerçekleşeceğini
zaten Kont Sforza’dan öğrenmiş ve bir nota vermek üzere İngiliz Yüksek Komiseri
Amiral Caltrophe’a gitmişti. Ancak Amiralin böyle bir şey olmayacağını, sadece
müttefik güçlerin bazı inzibat birliklerinin kıyıya çıkacağını bildirince
Amiral’e inanmış ve nota vermekten vazgeçmişti. 14 Mayıs sabahı ise, kahramanımız
Kambur İzzet, Islahat Gazetesi muhabirine şu yalanları söylüyordu:
“Halkı
endişeye sevk eden bu tutum, Barış Konferansında zuhur etmeyecektir. Bu
söylentileri çıkaranlar,kötü niyetli ve hayali geniş kimselerdir. Endişeye
mahal verecek bir durum yoktur” !! Ama tek yalan söyleyen Kambur İzzet değildi.
Ali Nadir Paşa da, sanki gelecek olan cevabı bilmiyormuş gibi Harbiye Nezareti
Başkanı Şakir Paşa’ya bir telgraf çekerek durumu anlatmış ve ne yapacağını
sormuştur Gelen cevap balığın baştan koktuğunu göstermektedir:
“Sadrazam
Damat Ferit Paşa ile konuşulmuştur. Babıali’de işgal vukuuna dair bir
malumatımız yoktur. Amiralin notası, mütareke hükümlerindendir ve doğal olarak
kabul edilmesi gerekir”! Benzderi bir cevap da Damat Ferit’ten Kambur İzzete’e
gelir : “ Meclis-i vükeladan karar almadıkça bir tavsiyede bulunamam”! Bundan
daha açık “bırakın işgal etsinler denebilir mi?” Bu şartlar altında ne yapsın
zavallı İzzet Paşa?
Ama İzmir
kaynıyor, özellikle gençler yerinde duramıyordu. Savaşmadan İzmir’ Yunan’a
teslim etmek var mıydı? Türk Ocağında toplanan gençler aralarında bir heyet
oluşturarak tekrar Kambur İzzet’in huzuruna çıkarlar. İzzet Paşa halkın ve
özellikle gençlerin bu işe karışmalarından hiç memnun olmamıştı. Heyeti gayet
soğuk bir şekilde karşılamış ve “Her şeyi Damat Ferit Paşa’ya bildirdim, cevap
bekliyorum” diyerek gençleri başından savar. Ancak gençler tatmin olmazlar ve
toplantıya çok daha kalabalık bir şekilde lisede devam ederler. Bu toplantıya
sadece gençler değil, çeşitli görevlerde bulunan memurlar, öğretmenler, sivil
giysileriyle subaylar ve diğer bazı kamu görevlileri de katılır. Yeni ve daha
etkili bir heyet seçilerek tekrar İzzet Paşa’nın huzuruna çıkılır.
Paşa, artık
bu baskıya dayanamaz ve “İşgal haberi doğrudur, lakin işgal hakkında
Babıali’den bir emir almadım. Ama müttefik devletlerden bu konuda bir yazı
geldi. İşgal sırasında yapılacak aşırılıklar ve taşkınlıklar memlekete zarar
verebilir, kan dökülebilir. Bu nedenle sükunetimizi muhafaza edelim” demiştir.
İlginçtir, işgali takip eden günlerde İstanbul’da yapılan meşhur Sultanahmet
mitinginden sonra Vahdettin’i ziyarete giden heyete de, padişahın, “ bağıralım,
çağıralım, sesimizi yükseltelim, ama elimizi kaldırmayalım” demiştir. Dedik ya
Osmanlıda balık baştan kokmuştur.
Kambur
İzzet’i oyalama taktiği heyeti tatmin etmemiştir. Türk Ocağında yapılan
toplantıdan çıkanların da katılımıyla daha kalabalık olarak liseye dönülür.
Yeni bir heyet kurulur ve derhal bir “reddi ilhak” kakarı kaleme alınarak
yayınlanır. Ayrıca, gece Bahri Baba Parkında (Maşatlık) bir protesto gecesi
düzenleneceği her türlü imkanla halka duyurulur. Gece on binlerin katılımıyla
muhteşem bir protesto mitingi düzenlenir. Ama bu miting yapılırken, kolordu
komutanı Ali Nadir Paşa da sorumluluğunda bulunan tüm subayları toplayarak
durumu onlara anlatır, direniş gösterilmemesini, istendiğinde silahların teslim
edilmesini ve birliklerin karargahlarından dışarı çıkmamalarını istedi ve hatta
subaylarından bu konuda yazılı taahüt bile aldı.
15 Mayıs’a
yani işgal günü sabahına gelindiğinde artık gerginlik had safhaya ulaşmış,
ancak İzzet Paşa, saraya olan kara sevdasından ve dolayısıyla yalanlarından
vazgeçmemiştir. Gece yapılan mitinge oluşturulan yeni bir heyet, 15 Mayıs
sabahı sat 6 sularında yine İzzet Paşa’nın yanına çıkar ve durumu sorarlar.
Vali, “Ben dün akşam İngiliz amirali ile uzun boylu konuştum:
Konuşmalarımdan çıkardığım sonuç ve hissiyatım, İzmir’de kesinlikle bir işgalin gerçekleşmeyeceği yönündedir. Belki müttefikler buraya, aynen İstanbul’da olduğu gibi polis kolları çıkarabilirler, belki de bunların içinde Yunanlılar da olabilir .Bunun sebebi, İttihatçıların azınlıklar hakkında son günlerde yaptıklarıdır. Fakat kesinlikle söyleyebilirim ki,İzmir’e bir tek Yunan askeri çıkmayacaktır”.
Konuşmalarımdan çıkardığım sonuç ve hissiyatım, İzmir’de kesinlikle bir işgalin gerçekleşmeyeceği yönündedir. Belki müttefikler buraya, aynen İstanbul’da olduğu gibi polis kolları çıkarabilirler, belki de bunların içinde Yunanlılar da olabilir .Bunun sebebi, İttihatçıların azınlıklar hakkında son günlerde yaptıklarıdır. Fakat kesinlikle söyleyebilirim ki,İzmir’e bir tek Yunan askeri çıkmayacaktır”.
Valinin bu
yalanı üzerine heyettekiler, bir gün önce Yunanlı Albay Mavrudis’in yaptığı
toplantıyı ayrıntılı olarak hatırlatınca, vali artık dayanamaz ve “ Ben ne
yapabilirim? Dün sabahtan beri makine başında Sadrazamı arıyorum ve taimat
bekliyorum ama gördüğüm karşılık tam bir sessizlik”…Bu arada toplantıya
katılanlardan birisi camdan dışarıya bakmaktadır ve limana giren itilaf
devletleri gemilerini görür. Artık işgal fiilen başlamıştır. Vali bulunduğu
odadan yandaki odaya kaçmaya çalışır ama, başaramaz yere yığılır ve öylece kalır.
Yere yığılan
bir başka kişi de, işgali Boğazdaki yalısında öğrenen Damat Ferit’tir.
Fenalaşır ve zar zor bir odaya taşınır. Kendisine gelince Bakanlar Kurulunu
toplar ve millete şu bildiriyi yayınlar: “ Hükümet, bu meselede devlet ve
milletin haklarını korumak için kendisine düşeni tespit etmiş ve sükun ve
vakarın muhafazası lüzumunun ahaliye tavsiye edilmesini Dahiliye Nezaretine
tebliğ etmiştir”!!
İşgalin
başlamasıyla birlikte Yunanlıların yıllardır bekledikleri fırsat ellerine
geçmiştir. 28 yüksek rütbeli olmak üzere 100 subay, 540 er ve binlerce sivil
yaka paça limandaki Patris gemisinin hayvan ambarlarına tıkılmıştır. İlk gün
şehit olanların sayısının 2.000 kişi olduğu tarihçilerce beyan edilmektedir.
Kahraman valimiz kambur İzzet, hiç vakit kaybetmemiş ve işgal başlar başlamaz
İngiliz Büyükelçiliğine sığınmıştır. Tabii ki yine İngilizlerin isteği üzerine,
işgal devam ederken bile, “İzmir olayları büyütülüyor…Yunanlılar, itilaf
devletlerinin kararını uyguluyorlar. Bazı kötü niyetliler İzmir’in Yunan
tarafından işgal edildiği söylentisini çıkardılar…Bu yalandır, tekzib olunur” şeklinde
Köylü Gazetesine ilan verebilmiştir! İzzet Paşa, bu ilanı verdiği sırada
askerlerce tartaklanan oğlu Seyfi’yi kurtarmak için de oğluna, “Seyfi oğlum
zito bağır” diye haykırıyordu!! Varın artık İzzet Paşa’yı nasıl bir sıfatla
anacağınızı siz düşünün…
Benzeri bir
rezalet, aynı gün İstanbul’da yaşanmış ve Dahiliye Nazırı , halkın gözüne baka
baka, “İzmir’de bazı olayların meydana geldiğinden hükümet resmi olarak
haberdar değildir. Bölgede dolaşan rivayetlere itibar edilmemelidir”
diyebilmiştir. İşgal günü en onurlu hareketi ise, yüzüne gözüne bulaştırmış da
olsa, 17 Kolordu komutanı Ali Nadir Paşa yapmıştı. Herhalde asker olduğu için,
içine düştüğü şerefsiz durumdan rahatsız olan Nadir Paşa, işgal günü sabah saat
5.30 da Amiral Caltrophe’a bir protesto mektubu yollamış ve şunları dile
getirmişti : “ İşgali bildiren notalarınız hakkında Babıali’den talimat
mahiyetinde hiç bir şey almadım. Buna binaen , ikinci mektubunuzu ve
isteklerinizi protesto etmek gibi bir zaruretin etkisi altındayım.Bununla beraber
ekselanslarınızın istekleri mütareke şartnamesinin maddesine istinat ettiği
gibi, mektubunuzun muvakkat askeri mahiyet taşıdığı anlamını çıkarıyorum”.
Yani Ali
Nadir Paşa, işgalcilerinin taleplerinin mütarekenin 7. maddesine dayanması ve
de bu işgalin geçici mahiyette olacağına dair inancı nedeniyle işgali meşru
kabul ederek durumunu kurtarmaya çalışıyor! Ali Nadir Paşa, uluslararası hukuk
açısından bir “protesto metni” olmaktan çok bir “ kusura bakmayın, ama yazmaya
mecburum” anlamını taşıyan bu mektubun mükafatını da Garnizon Komutanlığının
Yunan askerlerince ateş altında alınıp işgal edilmesi sırasında görmüştür.
Elinde bir beyaz bayrakla Yunan askerine teslim olan paşa, Yunanlı erden önce
okkalı bir tokat, yere düşünce de sıkı bir kaç tekme yemiştir.
İşgal
tamamlanmıştır ve Yunan askeri yavaş yavaş Ege’nin içlerine doğru ilerlemeye
başlamıştır. İşgale katılan bir Yunanlı subayın hatıratında da aktardığı gibi,
“ Mutaasıp domuz Türklerin kafalarını vücutlarından ayırıyoruz…Vardığımız
köylerde batıl Türk inancının simgeleri olan minareleri ve mescitleri dinamitle
havaya uçuruyoruz…Memleketimizi, Fatihin sülalesinden gelenlerin derya gibi
akan kanlarıyla temizliyoruz “ düşüncesiyle hareket eden Yunan ordusunun
yaptığı katliam tek kelimeyle bir felakettir. Sadece ilk günün kaybının 2.000
şehit olduğu tarih kitaplarında yazılıdır.
Aslında
Yunan farkında değildir: İzmir’i işgal etmekle, Anadolu’da yakılmaya çalışılan
direniş ateşini bir daha sönmemek üzere alevlendirmiştir. Nitekim, işgalden
sadece bir gün sonra Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, o müthiş örgütçü
yapısıyla, İzmir’in işgalini bir ulusal direniş ve protesto hareketine
dönüştürmeyi de başarmıştır. Mustafa Kemal’in gösterdiği yolda ilerleyen Türk
halkı, Samsun’da, İstanbul Sultanahmet’te, Üsküdar’da, Denizli’de,
Eskişehir’de, Edirne’de ve daha bir çok merkezde, hükümetin yasaklamış olmasına
rağmen, yüz binlerin katıldığı protesto mitingleri düzenlemiştir.
Bütün bunlar
olurken Kambur İzzet Paşa’nın söyledikleri ise inanılmazdır! Tarih 25
Haziran’dır…Yani işgalin üzerinden neredeyse 40 gün geçmiştir…Ve İzzet Paşa
hala, “Yunan’ın işgal ettiği yerlerde, şimdiki politikamızı bilmeyen bazı kötü
niyetli ve sorumsuz kimselerin rehberliği ve teşebbüsleri ile bir takım
saldırgan hareketler düzenlendiği anlaşılmaktadır. Bunun zararlı ve acıklı
sonuçları açıklanmaya muhtaç değildir. Bu nedenle, başından beri yaptığım
öğütleri ve bildirileri doğrulan,yarak şu noktaların bilinmesini zaruri
görmekteyim:
1) Çete veya
gönüllü olma yoluyla bu yönde yapılacak her türlü teşebbüs, bizim için maddi ve
manevi yönden büyük zararlar vermektedir. Buna kalkışanlar çok büyük bir
sorumluluk altına gireceklerdir.
2) Bu
kargaşa ve bunalım hali tabii ki daha fazla devam edemeyeceğinden ve Allah’ın
acıyıp yardım etmesiyle çok yakında sona ereceğinden bu tür zararlı
hareketlerden kesinlikle kaçınılmalı, halk ağır başlılığını ve sükunetini
koruyarak günlük işlerini döndürmeye çalışmalıdır”. Pes yani!!
Gerek işgal
sırasında, gerek işgalden sonra Yunanlılarla mükemmel bir uyum içinde çalışan
İzzet Paşa, görevini kalp krizinden öldüğü 5 Ocak 1920 tarihine kadar sürdürdü.
Bu uyumlu çalışma nedeniyle, devrin Yunan hükümeti kendisini “Anoteron
Taksiarhis” nişanı ile ödüllendirdi. Cenazesi ise, yine Yunan hükümeti
tarafından, korgeneral rütbesine ulaşmış bir asker cenazesine eşdeğer tutuldu
ve devrin askeri ve mülki erkanının katıldığı muhteşem bir törenle Emir Sultan
Dergahı Haziresine defnedildi…Ne diyelim? Herhalde bize sadece “Allah
taksiratını affetsin” demek düşer…
Haber Kaynağı : Naci Kaptan [Cumhuriyetdede@NaciKaptan.com]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.