Cihan Dura |
Türkiye Borçlandıkça Emperyalizm’in Emrine Daha Fazla Giriyor
Türkiye
bu yıl içinde - Hazine Müsteşarlığı verilerine göre-169 milyar dolar
dış borç ödemek zorunda. Bunlar kısa vadeli borçlar ve acilen finansmanı
gerektiriyor. Ne yapılacak, gerekli döviz var mı? Bulunamazsa,
yabancıya toprak satışları daha mı artırılacak, yoksa sömürgen Batı’ya
daha fazla mı borçlanılacak?
Türkiye
12 yılı bulan AKP iktidarında borçlanma rekoru kırdı. 2002’de 2000
dolar olan kişi başına dış borç, 2013’te 5000’e yükseldi. 2002'de 129.6
milyar dolar olan toplam dış borç, Mart 2014'te 400 milyar dolara
dayandı.
2014’ün
ilk yarısına ait istatistiklere göre Türkiye dünyada en hızlı borçlanan
beş ülke arasında üçüncü sırada yer alıyor (sıralama şöyle: Meksika
Slovanya, Türkiye, Endonezya, Polonya) .
Dış
borç akıllıca kullanılmazsa, alınan krediler verimli alanlarda
kullanılmazsa büyük ekonomik ve siyasal sorunlar yaratır. En büyük sorun
borçlanmanın dış bağımlılık yaratmasıdır. Borç alan ülke; sürekli
olarak, hem gelir kaybına uğrar, hem de etkili bir tehdit unsuru ile
karşı karşıya kalır.
Sanayileşmiş
Batı (AB, ABD) borçlandırma yoluyla bir yandan kabarık faiz gelirleri
elde ederken, bir yandan da verdikleri kredinin, kuruşuna kadar kendi
ülkelerine dönmesini sağlar. Tabiî borç geri ödemelerinin dışında olan
bir para akımıdır bu... Ayrıca borç, bir boyun eğdirme, siyasal veya
ekonomik ödün koparma aracı olarak da kullanılır.
Ulusal
ekonomi borç batağına sürüklendikten sonradır ki o ülkenin liderleri
Derin-Merkez tarafından, Amerika’nın, Avrupa Birliği’nin politik,
ekonomik ya da askerî amaçları için rahatça kullanılmaya başlar. Türkiye
gibi sanayileşmesi engellenmiş ülkelerin başına gelen budur. Bu sürece
göz yuman, hatta ona destek olan işbirlikçi hükümetler bir yandan yol
inşaatları gibi yatırımlarla halkın gözünü boyarken, bir yandan da
politik konumlarını güçlendirirler. Tabiî asıl parsayı karşı taraf
toplar: Amerika’nın Derin-Merkez’i, küresel şirketleri istediklerini
elde eder. Borç alınan paralar yoksul ülkeden, tabii Türkiye’den de
tekrar emperyalist Batı’ya (Amerika’ya, Almanya’ya,…) geri döner;
Amerikan, Alman mallarına harcanır; Amerikan, Alman mühendislik ve
inşaat şirketlerinin kasalarına akarlar. Bir süre sonra faiz ödemeleri
başlar. Küresel şirketler daha da zenginleşir, biraz daha büyür ve
şişerler. Türkiye ise bu soygun mekanizmasına daha bağımlı hale gelir,
yoksullaşır, zayıflar.
Borçlandırmanın, bir “tehdit aracı”na dönüşmesi konusunu biraz daha açmakta fayda vardır.
Derin
Merkez, çoğu birer ulus devlet olan Çevre ülkelerini borçlandırma
aracına neden büyük önem verir? Çünkü “borç alan, emir alır.” Bu çok
eski, tarihî bir taktiktir. Derin-Merkez’in ya da Merkez ülkelerin,
Çevre ülkelerinden önemli talepleri vardır, onlara belirli politika ya
da uygulamaları benimsetmek ister (Örneğin ABD’nin Büyük Orta Doğu
Projesi ve bu projeye AKP hükümetinin desteği). Bu isteklerini
gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri kendilerine muhtaç
duruma düşürmek ve o durumda tutmaktır. İşte bu muhtaçlığı sağlamanın
bir yolu o ülkeleri kendilerine borçlandırmaktır. Ağlarına düşürdükleri
çevre ülkelerini, içinden kolay kolay çıkamayacakları şekilde borç
batağına batırırlar. Bunun sağlanmasında en büyük yardımcıları, o ülkede
buldukları veya oluşturdukları işbirlikçi kadrolardır, “dahilî
bedhahlar”dır.
Netice
olarak hedef ülke bir borç müptelası haline gelir. Borçsuz
yaşayamayacaktır artık; daha doğrusu buna inandırılır ve borçlanmayı
-günümüz Türkiye’si, onun yöneticileri gibi- doğal bir olay olarak
görür. Böyle bir ülkenin hükümetine de tabiatıyla, elinde para olan
herkes, her istediği şeyi yaptırabilir.
Özelleştirmeleri Bize Kimler Yaptırıyor?
Özelleştirme
Yüksek Kurulu en son şans oyunları (Piyango, Hemen-Kazan, Şans Topu, On
Numara, Süper Loto ve Sayısal Loto oyunları) lisansı ile Devlet
Demiryolları İşletmesi’ne ait Derince Limanı’nın özelleştirilmesini de
onayladı. Devletin kasasına girecek toplam para sadece 3,3 milyar
dolardan ibaret!
Yıllardır
neler sattı neler, “ekonomi programı, satmaktan ibaret” olan bu
hükümet: Yoksul halkımızın malı dev kurumlar, sanayi tesisleri,
bankalar, limanlar, köprüler, kamu binaları ve arsaları… TÜRK
TELEKOM, TÜPRAŞ, ERDEMİR, TEKEL, SEKA ve PETKİM gibi büyük
sanayi tesisleri, 200’e yakın kamu tesisi, 2.600’den fazla
arsa, bina ve lojman… Ve elden çıkarılanların çoğu AKP
iktidarına yakın yerli sermaye ile yabancı şirketler
tarafından kapışıldı.
Peki,
bütün bu savurganlık ne için, neyin karşılığında? Ne kazandırdı ki, 12
yıldır süren bu peşkeşler, ne getirdi ki bu cebi delik iktidara? Altı
üstü 43 milyar dolar, Nisan 2014 itibariyle!... 76 milyon nüfuslu,
dünyanın 16. ekonomisi bu kadarcık bir paraya mı muhtaçtı? Oysa bir
ihracat seferberliği, bunun en az iki katını kazandırabilirdi devlete,
katma değer olarak, vergi olarak… Tuhaf değil mi?
Ben
değil diyorum, çünkü işin içinde başka iş var. Maksat başka, maksat üzüm
yemek değil, bağcıyı dövmek... Asıl maksat, onları kucaklarına almış
olan efendilerinin, emperyalist efendilerinin buyruğunu yerine getirmek,
küresel para babalarını memnun etmek, Dev küresel şirketlerin
planlarına hizmet etmek... Neden peki? İktidara gelmek için, orada
olabildiğince kalmak için tabii… Bir taraftan da Türk milletinin
kaynaklarını birlikte söğüşlemek için. Türk milleti kaybetmiş, devlet
zayıflamaya, çözülmeye yüz tutmuş, bu işbirlikçilerin umurunda değil.
Peki, doğru mu dediklerim? Aşağıda üç kanıt sunuyorum. Bunlar, en koyu
özelleştirmeciyi bile, -eğer bir yurtseverlik damarı varsa- savımın
doğruluğu hakkında en azından ciddiyetle düşünmeye sevk edecektir.
1) Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası (World Bank)…
Bu kuruluşlar özelleştirmeyi ABD’nin, onun küresel şirketlerinin
çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi “sanayileşmesi engellenmiş”
ülkelere dayatmakla görevlidir. Görevlerini; IMF, “istikrar paketleri”
ile, Dünya Bankası, “yapısal uyum programları” ile yerine getirir. Bu
yoldan özelleştirme Türkiye’de, ne yazık ki, IMF ve Dünya Bankası’na
yaranmanın, bunların mali ve politik desteğini alabilmenin, dolayısıyla
emperyalist ülkelerin, dev küresel şirketlerin çıkarlarına hizmet
etmenin bir aracı haline gelmiştir.
2)
Özelleştirme Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ulusal doktrininin,
yani Neoliberalizm’in can damarıdır. 1980’li yıllar boyunca
Washington’daki Reagan ve Bush yönetimleri, ABD’nin kimi kurumlarını
dünya ülkelerini özelleştirmeye zorlamakla
görevlendirmiştir. Özelleştirme yoluyladır ki ulusal varlıkların çoğu,
özellikle en değerli ve en iyi durumda olanları Batı’ya taşınmakta;
ulus-ötesi şirketlerin, bunların yerel ortaklarının eline geçmektedir.
Neoliberalizm’in temel savlarından biri de “Ulus-Devletlerin, özelleştirme yoluyla küçültülmesi ve etkisizleştirilmesi gereğidir.” Özelleştirme aynı zamanda bu amaçla kullanılan ekonomik bir silahtır.
Özelleştirme salgınının dünyaya yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında, 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü (Adam Smith Institute) gelir. Başkanlarından Madsen Pirie,
tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıydı. Bütün hayatını
özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmişti.
Şöyle demiştir: “özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki
yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona
ermeyecektir. ”
3) Tarih Nisan 2005… Tekel ihalesi iptal edildi. İlgili bakanın açıklaması: “Kararlıyız, er geç satacağız.” Tarih Şubat 2008… Tekel 860 milyon İngiliz poundu karşılığında bir küresel şirkete satıldı.
Tekel’i
satın alan “British American Tobacco’nun (BAT) Yönetim Kurulu Başkanı
Jan de Plessis, şirketin 30 Nisan 2008’de Londra’da düzenlenen yıllık
toplantısında şunları söyledi: “Sabır ve uzun vadeli hedeflerden
bahsederken, arşivlerimizden çıkan 1932 yılında yapılan bir Yönetim
Kurulu tartışmasını bilmek isteyeceğinizi düşündüm. Burada BAT’ın
yaptığı bir teklifi, tartışma tutanaklarından tırnak içinde aktarıyorum:
‘Yıllık gideri 10 bin pound olan Türk Tütün tekelinin idaresini
üstlenmeliyiz’. O tarihte bunun tatmin edici bir anlaşma olacağı
düşünülüyordu. Bence yaptığımız modern anlaşma daha iyi ve her ne kadar
bazı şeyler daha pahalı olsa bile kesinlikle 76 yıl beklemeye değer...”
BAT, Tekel’i satın almayı 1932’de planladı, sabırla bekledi, 76 Yıl sonra hedefine ulaştı.
Şimdi soruyorum sana, değerli okur: özelleştirmeleri bize aslında kimler yaptırıyor?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.