Cihan Dura |
Ekonomik
gelişme tasarrufla sağlanır. Bizde ortalama tasarruf oranı, yani toplam
tasarrufların Milli Gelir’e oranı ancak yüzde 12’dir. Bu oran 2002
yılına kadar yüzde 20’den az değildi. Sonra tasarruf oranı düştü, ancak
Milli Gelir büyüdü. Nasıl başarıldı bu? İthalatla, dış kaynak girişiyle
başarıldı. Ancak günümüzde bu imkân (yabancı sermaye girişi ve dış
borçlanma) sınıra dayanmış görünüyor.
Ekonomik
gelişmenin anahtarı yatırımlardır. Yatırımları ise ülkenin tasarruf
düzeyi belirler. Ne kadar tasarruf, o kadar yatırım; ne kadar yatırım o
kadar büyüme ve kalkınma… Ne var ki, yukardaki oranların gösterdiği gibi
Türkiye bugün önemli bir handikapla karşı karşıya: Tasarruf
yetersizliği!... Yalnız Türkiye değil, dünyanın sanayileşmesi
engellenmiş pek çok ülkesi bu sorunla karşı karşıya bulunuyor.
Öte
yandan, dünya “küreselleşme” dedikleri bir süreç içinde. Bu olgu, sözünü
ettiğim ülkelerin tasarruf ihtiyacına bir çare öneriyordu: Tasarruf
yetersizliğinin sermaye girişi ile giderilmesi!... Daha açık bir deyişle
Türkiye gibi tasarruf açığı olan ülkeler, açıklarını, tasarruf fazlası
olan ülkelerden –yani emperyalist ülkelerden- sermaye ithali yaparak
giderecekti. Ve öyle de oldu.
Ancak bu çözüm çok önemli sakıncaları da beraberinde getirdi. Üstat iktisatçımız Esfender Korkmaz, son yazılarından birinde[i] bunlardan üçüne dikkatimizi çekiyor, oradan özetliyorum:
-Birincisi,
sermaye ihraç eden ülkelerin sağladıkları dış kredi faizleri
uluslararası faiz oranlarının hayli üstünde bulunmaktadır. Şöyle ki,
dünyada dış kredi faizleri yüzde 2 - 3 iken, bizde bankaların aldığı dış
kredi faiz oranları yüzde 6’ya kadar çıkmıştır.
,
-İkincisi,
bazı gelişmekte olan ülkeler, tasarruf açığının finansmanı için,
özelleştirmenin sınırını aştılar, kamu alt yapı yatırımlarının gelirini
iskonto ettirdiler. (Örneğin Türkiye’de Halk Bankası’nın satışında bu
yola gidildi. cd) Ayrıca başlıca sektörlerimizde birçok kârlı işletmenin
yönetimi yabancı sermayenin eline geçti. TÜİK’in verilerine göre 2012
yılı itibariyle İmalat sanayiinde üretimin yüzde 56’si yabancı
kontrolüne girmiştir. Bankacılık sektöründe yüzde 55 pay,
sigortacılıkta ise yüzde 67 pay yabancı sermayeye aittir.
-Üçüncüsü,
az gelişmiş ülkelerde yabancı sermaye yeni yatırım yapmıyor, zaten
mevcut olan kârlı tesisleri satın alıyor. Yeni teknoloji getirmiyor ve
önemli boyutlarda yurt dışına kâr transferi yapıyor. Ayrıca yabancı
sermayeli şirketler daha fazla ithal malı ve yabancı personel
kullanıyorlar. Bu da dış açığı artırıyor. Türkiye’de de olan, budur.
Demek
ki, yabancı sermaye ithali yoluyla bir ülke gelişemez, kalkınamaz.
Üstelik başka önemli sakıncaları da var bunun. Durum böyle iken, Türkiye
nasıl oldu da böyle çıkmaz bir yola girdi, daha doğrusu itildi? Soru
çok önemli, yanıtını daha önceki yazılarımda verdim. Özet olarak bir kez
daha hatırlatmakta yarar görüyorum
.
I) 1980 sonrasında -Emperyalist Batı’nın, dünyayı “küreselleşme” tuzağına düşürdüğü yıllarda- Türkiye’de iki alanda yoğun bir beyin yıkama faaliyeti başlatıldı ve sürdürüldü:
-Birincisi, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nden başka alternatifi olmadığı;
-İkincisi, ekonomik kalkınmanın ancak yabancı sermaye ile sağlanabileceği…
Ve bu koşullandırma şöyle bağlanıyordu: Bu ikisi gerçekleşmezse Türkiye biter.
Oysa
her iki sav da doğru değildi. Dünyada hangi ülke gelişmişse,
kalkınmasını çok büyük ölçüde kendi iç tasarruflarına dayandırmıştır.
İngiltere sanayileşirken, dışardan yabancı sermaye gelsin diye
beklemiyordu. Japonya gelişme sürecinin bir aşamasında tasarruf oranını
%30’lara kadar yükseltmiş, uzun yıllar o düzeyde tutmuştur.
Gerçek
böyle iken, Türkiye’yi yabancı sermayeye mahkûm edenler tasarrufları
teşvik bir yana, ulusal tasarrufların adını bile unutturdular. Çünkü
onlar kendi halkları ile değil, Batılı sömürgenlerle çıkar birliği
içindeydiler, bugün de öyleler. Onlar ki Batı’nın malları ve parası
için, ulus ötesi şirketler için Türkiye’yi açık pazar haline getirdiler.
Yetmiş milyon Türk çılgınca tüketsin ki, o şirketlerin ürettiği mallar
satılabilsin, biriktirdikleri paralar borç olarak alınabilsin; o
şirketlerin sahipleri kâr ve faiz gelirlerini daha da katlasınlar!
Bu
işbirliğine, zihinlerin de hazırlanması gerekiyordu tabii. Ne yaptılar?
Türkiye’de geniş çaplı bir propagandaya, beyin yıkama faaliyetine
giriştiler. Şöyle yaptılar:
Dünya
küreselleşiyordu. Öyleyse yalnız sermaye akımları değil, aynı zamanda
ticaret akımları da, yani emtia piyasaları da serbestleştirilmeliydi.
Serbestleştirdiler. Böyle olunca da tüketime bir tür dokunulmazlık
statüsü verdiler. Sloganları şuydu: Tüket…, hep tüket, tüketebildiğin
kadar tüket! Eline geçen bütün geliri, kazandığın bütün parayı tüketim
için harca. Buna bir de kredi kartı kullanımı eklenince, tüketim bir
çılgınlığa dönüştü. Sonuç doğal olarak tasarrufların duraklaması,
ardından erimesi oldu. En sonra da şu maksatlı, art niyetli, çürük görüşü ileri sürdüler:
Türkiye’nin iç tasarruf oranı düşüktür. Bu düzeyde bir tasarruf
oranıyla kalkınamayız. Tasarruf açığı ancak yabancı sermaye ile
kapatılabilir.
Oysa
tüketim başıboş bırakılıp kamçılanınca, tasarruflar elbette düşük
olacaktır. Böyle bir mekanizma yalnızca Batı’nın bugünkü yüksek gelişme
düzeyinin bir gereğidir ve onun dev şirketlerinin çıkarlarına uygundur.
Bu mekanizma bizim gibi toplumlar için, tam tersine, bir felakettir.
Özetle Türkiye’yi yabancı sermayeye muhtaç duruma bile bile getirdiler:
Önce iç tasarrufların yükselmesini engellediler, ardından da şöyle
dediler: Bakın, ulusal tasarruflar yetersiz, o halde yabancı sermayeden başka çaremiz yok.
II)
Oysa ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar ve ancak onunla
sürdürülür. Bu sağlam mekanizmanın işlemesi; Türkiye gibi ülkelerde yeni
emperyalizmin (Neoliberalizm’in, sözde küreselleşmenin) tahrik ettiği
aşırı tüketim yoluyla engellenmektedir. Çünkü aşırı tüketim yurt içi
tasarrufu zayıflatmaktadır, oysa tam tersine millî tasarrufların daha da
artması gerekir. Tasarruflar böyle düşürülünce sonuç yabancı sermayenin
vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır.
Demek
ki “Türkiye’nin kaynaklarının yetersiz olduğu” varsayımı çürüktür. Çözüm
önce siyasi bir uyanışı ve eylemi gerektiriyor. Ekonomi politikasına
gelince, yapılacak şudur: İç tasarruf oranı yükseltilerek, yabancı
sermayeye olan “sahte gereksinme” ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bu
yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul bir düzeye
çekilerek, olumsuz etkilerinin yıkıcı boyutlara ulaşması engellenmiş
olacaktır.
Ulusalcı
iktisatçılar “Türkiye’nin kaynakları yeterlidir” derken, “tüketimi
kısarak” ya da “tüketimi kısmadan” tasarrufu artırma çarelerini ve
“vergileme”yi kast etmektedir. Bu önlemler arasında örneğin, tam ve
etkin kullanılmayan üretim faktörlerinin daha verimli kullanılması,
tasarruf usullerinin değiştirilmesi, toplumun tasarrufa yönlendirilmesi,
tasarruf ve yatırımların teşviki, tasarruf eğilimi yüksek sektörlerin
geliştirilmesi, servetin ve yüksek gelirlerin, lüks tüketimin
vergilendirilmesi, kayıt-dışı ekonominin küçültülmesi, yolsuzlukla
mücadele gibi önlemler sayılabilir.
[i] Esfender Korkmaz, “Tasarruf Olmadan Kalkınma Olmaz”, Yeniçağ, 10.9.2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.