17 Eylül 2014 Çarşamba

Türkiye'de Tasarruflar Nasıl Engellendi ?

Cihan Dura


Ekonomik gelişme tasarrufla sağlanır. Bizde ortalama tasarruf oranı, yani toplam tasarrufların Milli Gelir’e oranı ancak yüzde 12’dir. Bu oran 2002 yılına kadar yüzde 20’den az değildi. Sonra tasarruf oranı düştü, ancak Milli Gelir büyüdü. Nasıl başarıldı bu? İthalatla, dış kaynak girişiyle başarıldı. Ancak günümüzde bu imkân (yabancı sermaye girişi ve dış borçlanma) sınıra dayanmış görünüyor.

Ekonomik gelişmenin anahtarı yatırımlardır. Yatırımları ise ülkenin tasarruf düzeyi belirler. Ne kadar tasarruf, o kadar yatırım; ne kadar yatırım o kadar büyüme ve kalkınma… Ne var ki, yukardaki oranların gösterdiği gibi Türkiye bugün önemli bir handikapla karşı karşıya: Tasarruf yetersizliği!... Yalnız Türkiye değil, dünyanın sanayileşmesi engellenmiş pek çok ülkesi bu sorunla karşı karşıya bulunuyor.


Öte yandan, dünya “küreselleşme” dedikleri bir süreç içinde. Bu olgu, sözünü ettiğim ülkelerin tasarruf ihtiyacına bir çare öneriyordu: Tasarruf yetersizliğinin sermaye girişi ile giderilmesi!... Daha açık bir deyişle Türkiye gibi tasarruf açığı olan ülkeler, açıklarını, tasarruf fazlası olan ülkelerden –yani emperyalist ülkelerden- sermaye ithali yaparak giderecekti. Ve öyle de oldu.

Ancak bu çözüm çok önemli sakıncaları da beraberinde getirdi. Üstat iktisatçımız Esfender Korkmaz, son yazılarından birinde[i] bunlardan üçüne dikkatimizi çekiyor, oradan özetliyorum:
-Birincisi, sermaye ihraç eden ülkelerin sağladıkları dış kredi faizleri uluslararası faiz oranlarının hayli üstünde bulunmaktadır. Şöyle ki, dünyada dış kredi faizleri yüzde 2 - 3 iken, bizde bankaların aldığı dış kredi faiz oranları yüzde 6’ya kadar çıkmıştır.
,
-İkincisi, bazı gelişmekte olan ülkeler, tasarruf açığının finansmanı için, özelleştirmenin sınırını aştılar, kamu alt yapı yatırımlarının gelirini iskonto ettirdiler. (Örneğin Türkiye’de Halk Bankası’nın satışında bu yola gidildi. cd) Ayrıca başlıca sektörlerimizde birçok kârlı işletmenin yönetimi yabancı sermayenin eline geçti. TÜİK’in verilerine göre 2012 yılı itibariyle İmalat sanayiinde üretimin yüzde 56’si yabancı kontrolüne girmiştir.  Bankacılık sektöründe yüzde 55 pay, sigortacılıkta ise yüzde 67 pay yabancı sermayeye aittir.

-Üçüncüsü, az gelişmiş ülkelerde yabancı sermaye yeni yatırım yapmıyor, zaten mevcut olan kârlı tesisleri satın alıyor. Yeni teknoloji getirmiyor ve önemli boyutlarda yurt dışına kâr transferi yapıyor. Ayrıca yabancı sermayeli şirketler daha fazla ithal malı ve yabancı personel kullanıyorlar. Bu da dış açığı artırıyor. Türkiye’de de olan, budur.
Demek ki, yabancı sermaye ithali yoluyla bir ülke gelişemez, kalkınamaz. Üstelik başka önemli sakıncaları da var bunun. Durum böyle iken, Türkiye nasıl oldu da böyle çıkmaz bir yola girdi, daha doğrusu itildi? Soru çok önemli, yanıtını daha önceki yazılarımda verdim. Özet olarak bir kez daha hatırlatmakta yarar görüyorum
.
I) 1980 sonrasında -Emperyalist Batı’nın, dünyayı “küreselleşme” tuzağına düşürdüğü yıllarda- Türkiye’de iki alanda yoğun bir beyin yıkama faaliyeti başlatıldı ve sürdürüldü:
-Birincisi, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’nden başka alternatifi olmadığı;
-İkincisi, ekonomik kalkınmanın ancak yabancı sermaye ile sağlanabileceği…
Ve bu koşullandırma şöyle bağlanıyordu: Bu ikisi gerçekleşmezse Türkiye biter.
Oysa her iki sav da doğru değildi. Dünyada hangi ülke gelişmişse, kalkınmasını çok büyük ölçüde kendi iç tasarruflarına dayandırmıştır. İngiltere sanayileşirken, dışardan yabancı sermaye gelsin diye beklemiyordu. Japonya gelişme sürecinin bir aşamasında tasarruf oranını %30’lara kadar yükseltmiş, uzun yıllar o düzeyde tutmuştur.

Gerçek böyle iken, Türkiye’yi yabancı sermayeye mahkûm edenler tasarrufları teşvik bir yana, ulusal tasarrufların adını bile unutturdular. Çünkü onlar kendi halkları ile değil, Batılı sömürgenlerle çıkar birliği içindeydiler, bugün de öyleler. Onlar ki Batı’nın malları ve parası için, ulus ötesi şirketler için Türkiye’yi açık pazar haline getirdiler. Yetmiş milyon Türk çılgınca tüketsin ki, o şirketlerin ürettiği mallar satılabilsin, biriktirdikleri paralar borç olarak alınabilsin; o şirketlerin sahipleri kâr ve faiz gelirlerini daha da katlasınlar!

Bu işbirliğine, zihinlerin de hazırlanması gerekiyordu tabii. Ne yaptılar? Türkiye’de geniş çaplı bir propagandaya, beyin yıkama faaliyetine giriştiler. Şöyle yaptılar:
Dünya küreselleşiyordu. Öyleyse yalnız sermaye akımları değil, aynı zamanda ticaret akımları da, yani emtia piyasaları da serbestleştirilmeliydi. Serbestleştirdiler. Böyle olunca da tüketime bir tür dokunulmazlık statüsü verdiler. Sloganları şuydu: Tüket…, hep tüket, tüketebildiğin kadar tüket! Eline geçen bütün geliri, kazandığın bütün parayı tüketim için harca. Buna bir de kredi kartı kullanımı eklenince, tüketim bir çılgınlığa dönüştü. Sonuç doğal olarak tasarrufların duraklaması, ardından erimesi oldu. En sonra da şu maksatlı, art niyetli, çürük görüşü ileri sürdüler: Türkiye’nin iç tasarruf oranı düşüktür. Bu düzeyde bir tasarruf oranıyla kalkınamayız. Tasarruf açığı ancak yabancı sermaye ile kapatılabilir.
Oysa tüketim başıboş bırakılıp kamçılanınca, tasarruflar elbette düşük olacaktır. Böyle bir mekanizma yalnızca Batı’nın bugünkü yüksek gelişme düzeyinin bir gereğidir ve onun dev şirketlerinin çıkarlarına uygundur. Bu mekanizma bizim gibi toplumlar için, tam tersine, bir felakettir. Özetle Türkiye’yi yabancı sermayeye muhtaç duruma bile bile getirdiler: Önce iç tasarrufların yükselmesini engellediler, ardından da şöyle dediler: Bakın, ulusal tasarruflar yetersiz, o halde yabancı sermayeden başka çaremiz yok.

II) Oysa ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar ve ancak onunla sürdürülür. Bu sağlam mekanizmanın işlemesi; Türkiye gibi ülkelerde yeni emperyalizmin (Neoliberalizm’in, sözde küreselleşmenin) tahrik ettiği aşırı tüketim yoluyla engellenmektedir. Çünkü aşırı tüketim yurt içi tasarrufu zayıflatmaktadır, oysa tam tersine millî tasarrufların daha da artması gerekir. Tasarruflar böyle düşürülünce sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır.
Demek ki “Türkiye’nin kaynaklarının yetersiz olduğu” varsayımı çürüktür. Çözüm önce siyasi bir uyanışı ve eylemi gerektiriyor. Ekonomi politikasına gelince, yapılacak şudur: İç tasarruf oranı yükseltilerek, yabancı sermayeye olan “sahte gereksinme” ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bu yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul bir düzeye çekilerek, olumsuz etkilerinin yıkıcı boyutlara ulaşması engellenmiş olacaktır.

Ulusalcı iktisatçılar “Türkiye’nin kaynakları yeterlidir” derken, “tüketimi kısarak” ya da “tüketimi kısmadan” tasarrufu artırma çarelerini ve “vergileme”yi kast etmektedir. Bu önlemler arasında örneğin, tam ve etkin kullanılmayan üretim faktörlerinin daha verimli kullanılması, tasarruf usullerinin değiştirilmesi, toplumun tasarrufa yönlendirilmesi, tasarruf ve yatırımların teşviki, tasarruf eğilimi yüksek sektörlerin geliştirilmesi, servetin ve yüksek gelirlerin, lüks tüketimin vergilendirilmesi, kayıt-dışı ekonominin küçültülmesi, yolsuzlukla mücadele gibi önlemler sayılabilir.


[i] Esfender Korkmaz, “Tasarruf Olmadan Kalkınma Olmaz”, Yeniçağ, 10.9.2014.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.