Cihan Dura |
İşte
İngiltere’nin gizli niyetlerine birkaç örnek:
a) Hobart-Foster raporuna göre Osmanlı Devleti’nde
vergilendirme düzeni kötüydü. Vergi yapısında değişiklikler yapılmalı, örneğin
tarım üreticilerinin vergi yükü azaltılmalıydı. Tarımsal üretimin önündeki
engeller kaldırılmalı, kâr oranı yükseltilmeli, tarımsal verim artırılmalıydı.
Buradaki saklı amaç şu: Osmanlı Devleti, tarımsal üretime daha fazla ağırlık
vermeli. Daha fazla tarımsal üretim yoluyla, İngiliz sanayine bol ve ucuz
hammadde sağlamalı.
b) Rapor devam ediyor: Devletin ekonomideki rolü
aşırı. Uzun erimde (vadede) gelirlerdeki artış, devlete ait mülklerin
(emlak, maden, orman, arazinin,...) satışından sağlanmalı. Eğer satışları kabul
edilmezse, bireylere uzun sürelerle kiralanmalı. İşte Rapor’dan birkaç cümle: “Mülklerin
büyük bölümü satılabilir. Özellikle,... yabancılara mülk edinme hakkı
verilirse, devlet bundan büyük yarar sağlar. Kiraların süresi uzun
olursa, piyasa değerleri artar; kiracılar, mülkün bakımı için daha çok özen
gösterirler.” (Dikkat: Türk milletinin en büyük talihsizliği olan bu
hükümet eliyle, Devlet arazileri bugün de satışa çıkarılmış bulunuyor.)
Rapor’da “yapısal reformlar” da isteniyor : “Ekonominin
kapılarını serbest rekabete ardına kadar açın. Bırakın, arz ve talep
serbestçe oluşsun. Tüm devlet tekellerine son verin. Devlet işletmelerini yerli
ve yabancı sermayeye satın. Lonca sistemini tasfiye edin.” (Sanki Carlo
Cottarelli –ya da Juha Kahkonen- konuşuyor! IMF ve Dünya Bankası programları
ile, özellikle K. Derviş’in “ulusal programı” ile ne şaşırtıcı benzerlikler!)
c) Reformlar yoluyla sağlanacak tasarruflar,
ivedi olarak öteki harcama alanlarına, savunma, güvenlik, yargı ve ulaştırma
hizmetlerine kaydırılmalıdır. Bu alanlardan ilk üçü, “devletin rolüne ilişkin
klasik görüşle tam bir uyum içinde.” Yani, devlet ülkede yabancı girişimcilerin
serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayacak. Harcama kalemlerinden
sonuncusu, yani yol yapım harcamaları; İngiliz çıkarları ile yakından ilgili.
Yapılacak yeni yollar İngiltere ile ticareti artıracak ve kolaylaştıracaktı.
Bundan böyle, İngiliz sanayi, çok daha çabuk, güvenli ve ucuz bir şekilde
hammadde sağlayacağı gibi, aynı şekilde, ürettiği malları Osmanlı pazarlarına
ihraç edebilecekti.
1862 borçlanmasının sonucu; İngiliz sermayesi
denetimindeki Osmanlı Bankası’nın, Fransız sermayesinin de katılmasıyla,
“Bank-ı Osmani-i Şahane” olma imtiyazını elde etmesiydi. Banka;
İmparatorluğun mali organı konumundaydı ve kâğıt para basma tekelini elde
etmişti. Bütün vergilerden muaftı. Lord Hobart, Banka’nın genel direktörü oldu.
Bütün bu gelişmeler İmparatorluğun para politikasının, Avrupa denetimine
geçmesi anlamına geliyordu.
Osmanlı Hükümeti’nin 1869/70 bütçesinde 3 milyon
Osmanlı lirası açık, 5 milyon lira da dalgalı borç görünüyordu. Bu durumla
birlikte vadesi gelen dış borçlar ve Girit İsyanı’nın gerektirdiği harcamalar
da, Osmanlı maliyesini yeniden borçlanmaya zorluyordu. Sonunda, Kasım 1869’da
Paris’te bulunan bir mali kurumla borç anlaşması imzalandı. Bunda, “yabancılara
gayrimenkul mülkiyet hakkı (toprak sahibi olma hakkı) tanıyan
yasanın 1867’de çıkarılmış olması”nın etkisi oldu.
Mali bunalım Ekim 1875’de doruğa çıkınca, Sadrazam
Mahmut Nedim Paşa moratoryum ilan etti. Faiz ve anapara taksitleri, beş
yıl süreyle yarıya indirildi. 1876’da ise tüm ödemeler durduruldu. Devlet
tam anlamıyla iflas durumuna düşmüştü. Bunun üzerine Avrupa’da tepkiler
başladı. İngiltere Avam Kamarası’ndan M.H. Hammond Osmanlı Devleti’ne bir rapor
sundu. Raporda borçların tasfiyesi için, uluslararası bir komisyon
öneriliyordu. Hükümet bu öneriyi reddetti.
Ve savaş...1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı...
Devlet’in borç yükü dayanılmaz boyutlarda... Üstelik Rusya’ya ağır bir savaş
tazminatı ödenecek. Devletin pazarlık gücü kalmamış. Mali durum tam bir
keşmekeş içinde. İmparatorluk yine Avrupa finans piyasalarına başvurmak
zorunda. Sonuç : Gelsin siyasal ödünler... İngiltere Ayastefanos
Antlaşması’nın koşullarını hafifletmeyi taahhüt ediyor ama, karşılığında Kıbrıs
adasını istiyor. Savaşın ardından toplanan Berlin Kongresi’nde şu kararlar
alınıyor: Osmanlı tahvillerini elinde bulunduranların şikâyetlerini incelemekle
görevli bir mali komisyon kurulmalıdır. Ekim 1879... İngiliz donanması
İstanbul önlerinde... Amaçları Osmanlı devletine reformlara devam etmesi
için gözdağı vermek!... İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Derby kendinden emin,
şöyle konuşabiliyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nu o denli yakından denetliyoruz
ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra
inmiştir.”
Devlet hazinesi 1880 yılına son derecede kötü bir
durumda girdi. Avrupa “altın yumurtlayan tavuk”un yine ölüme yattığını,
korkuyla izliyordu. Oysa, sömürü devam etmeli, emperyalist plan
işlemeliydi. Bunun için de Osmanlı biraz okşanmalı, isteklerine kulak
verilmeliydi : Borçlar konsolide edilebilir, taksitler azaltılabilirdi.
Ama -”Bezirgân Avrupa” deyip duruyoruz ya- Avrupa hiç verdiği ödünü geçiştirir
mi? Bu özverinin fazladan bir karşılığı olmalıydı. Hem de ne karşılık!...
Bedel, yıllardır gerçekleşmesini bekledikleri hedefti: Osmanlı
Devleti’nin mali bağımsızlığı !... Devlet gelirlerinin denetimi kendi
temsilcilerine bırakılacaktı.
Emperyalizm, “Büyük Hedef”ine, sonunda ulaşmıştı. Peki
nasıl? Osmanlı’nın akılsızca yaptığı dış borçlar sayesinde! Bu fırsatı
Bezirgân Avrupa’ya kimler vermişti? Dünya gerçeklerinden habersiz,
hamiyetsiz Osmanlı yöneticileri... Felaketin asıl sorumlusu onlardı. (Ya
bugünkü Türkiye ne halde, ya bugünkü yöneticiler ne yapıyor?)
1880 sonlarında başlayan görüşmeler; Eylül 1881’de
Osmanlı Hükümeti temsilcilerinin, Avrupalı alacaklılarla masaya oturmaları
sonucunu verdi. 20 Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi imzalandı. Zengin
Avrupa, sonunda, müflis Osmanlı’yı ekonomik vesayeti altına almayı
başarmıştı: Kararname’nin 15. maddesi gereğince Düyun-u Umumiye İdaresi
kuruldu. Bu kurumla birlikte Avrupa artık yeni bir adım daha attı: Doğrudan
yatırımlara başladı.
XIX. yüzyıl biterken uluslararası finans kapital,
Osmanlı maliyesine ve İmparatorluğun önemli üretim kesimlerine Düyun-u Umumiye
İdaresi yoluyla el koymuş bulunuyordu. Bu nedenle resmen “bağımsız” olmasına
karşın, Osmanlı Devleti’nin hareket alanı ve karar yeteneği önemli ölçüde
sınırlanmıştı. Düyunu Umumiye, Avrupalıların denetiminde, yarı resmî bir
kuruluştu. Görevi, Osmanlı Devleti’nce kendisine devredilen gelir
kaynaklarından, İmparatorluğun dış borç anapara ve faizlerinin geri ödenmesini
sağlayacak fonlar yaratmaktı. 5000 kişilik bir personelle, kısa sürede Osmanlı
maliyesini denetimine aldı.
Düyunu Umumiye tam anlamıyla bir “kurtlar
sofrası”ydı: Osmanlı Devleti’nin yaşamasında ve bu ülkeye yatırılmış fonların
güvenceye alınmasında uzlaşmış rakip güçlerin, ortak çıkarlarına hizmet
ediyordu. Başka bir deyişle, “Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa ticaret ve finans
sermayesinin, ardından sanayi sermayesinin (dolaysız yatırımların) akması
için” gerekli kanalları sağlıyordu. 1854-1881 arasında sayısı ancak 19’u
bulan yabancı şirket sayısı, 1882-1914 arasında 130’a tırmandı. Bu son dönemde
kurulan yabancı şirketlerin ilgi çekici bir özelliği, Avrupalıların gayrimüslim
Osmanlılarla kurdukları ortak girişimler olmasıydı. Düyun-u Umumiye işlevini
büyük bir başarıyla yerine getirdi. 1882-1914 arasında, Avrupa’ya borç faizi
olarak -yoksul Osmanlı halklarının kesesinden- 124 milyon sterlin ödedi.
Demek ki emperyalistler bir ülkeyi -serbest ticarete
açtıktan sonra- önce borçlandırıyorlar. Sonra, maliyesini ele
geçiriyorlar. Ardından da o ülkeye doğrudan yabancı sermaye yoluyla
girerek, sömürüyü daha da artırıyorlar. (Aynı mekanizma bugün de kullanılıyor:
Türkiye önce Gümrük Birliği ile serbest ticarete açıldı. Ardından
borçlandırıldı. Stand –by anlaşmaları ile maliyesi ele geçirildi. Ekonomik
krizlerle de doğrudan yabancı sermayenin yolu açıldı.)
“Büyük Plan”ın arkası çorap söküğü gibi geldi: Atatürk
tam bağımsızlığı “siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi
her alanda... tam özgürlük” olarak tanımlar. Batı emperyalizmi, Osmanlı
Devleti’ne karşı 100 yıl süreyle sürdürdüğü saldırıda bütün bu bağımsızlık
ögelerini sırasıyla yok eder. Sıra siyasal bağımsızlığa gelmiştir.
1918 Sonbaharı... Birinci Dünya Savaşı’nın sonu...
Emperyalizm, Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını gizli anlaşmalara bağlamış.
İngiltere “Türkiye’yi mahvedinceye değin” savaşı sürdürmeye kararlı. ABD’ye
göre “Türkiye haritadan silinmeli.” Yönetimi yabancı generallere
bırakılan Osmanlı orduları teslim olmuş (Orduların başına Almanların
getirilmesi, askerî bağımsızlığın da kalmadığı anlamına geliyordu).
29 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi... Osmanlı Devleti
kendisini kayıtsız ve koşulsuz düşmana teslim ediyor. 13 Kasım... İstanbul
müttefik kuvvetlerin işgali altında. 10 Ağustos 1920 Sevres
Antlaşması... Düyun-u Umumiye’nin yanı sıra Osmanlı Devleti üzerinde bu
kez de bir “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor.
Bu son ödünle, “Devleti Aliye”, egemenlik hakkını,
bir devlet olarak var olma hakkını da yitirmiş oluyor.
Osmanlı Devleti’nin önce yavaş yavaş sonra hızla
yuvarlandığı felaketin en etkili anlatımını, Büyük Aydınlanmacı’nın, Atatürk’ün
sözlerinde buluruz:
-“Büyük devletler şimdiye kadar bize şu veya bu
sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar; oysa, ekonomik
tutsaklıklarla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyleri vermiş
gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar; gerçekte ise
ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı.”
- “ Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret dönemi, Avrupa
rekabetine karşı kendini savunamayan ekonomimizi bir de ekonomik kapitülasyon
zincirleri ile bağladı. Örgütlenme ve bireysel değer bakımlarından bizden çok
güçlü olanlar; ülkemizde, bir de fazla olarak ayrıcalıklı konumda
bulunuyorlardı... Bütün ekonomik sektörlerimizin, bu sayede mutlak egemeni
olmuşlardı... Bize karşı yapılan rekabet ... gerçekten çok kahredici idi...”
- “Devlet, bağımsızlığını çoktan yitirmişti. Osmanlı
ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi ve Osmanlı
içindeki Türk ulusu da bütünüyle tutsak bir duruma gelmişti.”
Bu sözler, şimşek çakmaları gibi, Türkiye göklerini de
kaplıyor. Sanki bugünkü Türkiye’yi de anlatıyor.
Ey Türkiye’ye yönetenler! Osmanlı atalarınızın düştüğü
tuzaklara şimdi de siz düşüyorsunuz. Onlar bir ölçüde mazur görülebilir; çünkü
onlar “İngiliz siyaseti” ile, ince ince düşünülmüş o entrikalarla ilk kez
karşılaşmışlardı. Atatürk gibi bir uyarıcıları da yoktu.
Peki ya siz?
Kaynak: Cihan Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri
Yayınları, İst., 2004.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.