Cihan Dura |
Bugün
birbirimize, bazen kendi kendimize sıkça sorduğumuz bir soru vardır: Ne
yapmalı? Yanıt vermekte zorlanırız. Oysa yanıt hazırdır; Atatürk yıllar
önce vermiştir, Halkçılık ilkesinde vermiştir. Ne diyor bu ilke? Şöyle diyor:
Milletçe geri kalışımızın ana sebeplerinden biri
aydınlarımızla halk arasındaki uyum yokludur. Oysa başarı için, ülkeyi
kurtarmak için aydınla halkın zihniyeti arasındaki ayrılığı durdurmak gerekir.
Bu ikisi arasında doğal bir uyum olmalıdır.
Çok temiz kalplidir bizim halkımız, ilerlemeye çok
yeteneklidir. Bir kani olursa muhataplarının kendisine içtenlikle hizmet ettiklerine,
her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Demek ki aydınlar her şeyden önce,
millete güven vermek zorundadır.
Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara
düşen bir görevdir. Gençlerimiz ve aydınlarımız hangi hedeflere, ne için
yürüdüklerini ve ne yapacaklarını önce kendi zihinlerinde iyice
kararlaştırmalı, onları halk tarafından iyice sindirilebilir ve kabul
edilebilir bir hale getirmelidir.
Aydınlarımız, özellikle de öğretmenlerimiz her
vesileden yararlanarak halka koşmalı, halk ile bir arada olmalıdır. Bunda
başarılı olmak için de aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında doğal
bir uyum olması gerekir. Bunun anlamı şudur: Aydın sınıfının halka telkin
edeceği idealler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır.
‘***’
Demek ki, halkla bir araya gelinecek, halkla
bütünleşilecek, halk aydınlatılacak!
Peki, nasıl başarılacak bu? Örneğin, ülke çapında her
yerde verilecek konferanslarla başarılacak. Başta Banu Avar, değerli bazı
aydınlarımız bu görevi en iyi şekilde yerine getiriyorlar. Ancak daha fazla
olmalıdır, konferanslar yeni aydınların katılımıyla yoğunlaştırılmalıdır. Bu
yeterli mi? Hayır değil, konferanslarda genellikle belirli bir halk tabakasıyla
karşı karşıya geliniyor, oysa onun dışında çok daha geniş halk kesimleri var.
Asıl ulaşılacak olanlar onlar. Demek ki, farklı bir yol bulmak lazım onlar
için.
Yoğun halk kesimleri bugün karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri bilmiyor. Atatürkçülüğü hiç bilmiyor. Daha da trajiği, okumuşların
pek çoğu da öyle... Çünkü öğretilmedi, öğretecek olanlar da yetiştirilmedi.
Atatürkçülük deyince birkaç sloganın ötesine geçilmedi. Okumuşu ile, sade
yurttaşıyla, milletimizin çok büyük bir kısmı Atatürkçü öğretinin kendisine
sunduğu kurtarıcı ilkelerden, çözümlerden habersiz. Halkın uyanışı, başlangıçta
köy enstitüleri ile gerçekleştirilmek istendi, fakat onun da önü kesildi.
Bugün çaresiz miyiz? Hayır değiliz, türlü yollar var
önümüzde, ben birine değineceğim bu yazımda. Ne olduğunu basitçe ortaya
koymadan önce, başarılı olmuş bir uygulamasını anlatmam gerekiyor, 2011
tarihli bir makalemden[i] özetliyorum.
John Wilhelm Snelman (1806-1881), Çağının yeni
yetişen Fin aydınlarının en önemli temsilcisiydi. En büyük tutkusu halkın
aydınlanması idi. Ancak biliyordu ki bunu tek başına ve oturduğu yerde
başaramazdı, Aynı tutkuyla yanan, yetenekli insanları toplamalıydı çevresine ve
onları harekete geçirmeliydi. Düşündüğünü yaptı: Bir araya getirdiği birkaç
genç öğretmen, din adamı, avukat ve memur, iş adamıyla, halk kitlelerinin
aydınlanması için adeta bir seferberlik ilan etti.
Karşısına aldığı bu bir avuç yol arkadaşına şöyle
seslendi:
Siz halkın aklını, halkın iradesini ve enerjisini,
halkın vicdanını uyandırmak zorundasınız. Halkın düşüncesini uyandırmalısınız.
Ülkemiz büyük bir ailedir. Bütün vatana o gözle
bakınız. Unutmayınız ki yoksul bir oduncu, kantarcı ve hizmetli dul kadın da
dahil, hepsi, Fin halkının tüm bireyleri sizin kardeşlerinizdir. Sizin
göreviniz onları eğitmektir. Onları büyük, kültürlü halkların ailesine
sokmaktır. Unutmayınız ki, halkın cehaleti, yoksulluğu, kabalığı, sarhoşluğu,
hastalıkları sizin ayıbınızdır.
Kenevirden nasıl halat yapıldığını biliyor musunuz?
Önce küçük kenevir liflerini alıp ince iplikler örüyorlar. Sonra bu ipliklerden
birkaç tanesini birlikte büküp kalın ipler yapıyorlar. Birkaç kalın ipi bükerek
halat haline getiriyorlar. Ve bu halatlar kocaman okyanus gemilerini rıhtımlara
bağlı tutacak kadar sağlam oluyor. Bizim işimiz de böyledir. Dağınık iyi
niyetlerimizi bir araya getirip birleştirmek zorundayız. Halkımızın
aydınlanmasını ancak bu şekilde sağlayabiliriz.
Snelman farklı bölgelerden öğretmenleri bir yere
toplayarak kurslar düzenledi. Öğretmenlere şöyle seslendi: “Sevgili
arkadaşlar! Çalışma koşullarınızın ne kadar ağır olduğunu biliyorum. Biz, yeni
millî eğitim ordusunun öncüleriyiz. Halkın cehaleti ile savaşırken bütün ağır
yükü üzerimize almak zorundayız. İlk zamanlarda övgü ya da takdir
görmeyebiliriz; yine de fedakârlık yapmalıyız.
Sizleri fedakârlığa davet
ediyorum! Herkesi değil, yalnızca fedakârlık yapmayı kabul eden ve bunu
yapabilecekleri çağırıyorum. İşte benim ricam üzerine ülkemizin en kültürlü
insanları, bilim adamları sizlere beşer, altışar, onar konferans vermeyi kabul
ettiler. Onların bilgilerinden faydalanın ve okula döndüğünüz zaman
öğrendiklerinizi öğrencilerinize aktarın”.
Sonunda ülkede onlarca, daha sonra yüzlerce büyük ve
küçük Snelman’lar ortaya çıktı! Yeni millî eğitim ordusu hayali bir gerçek
oldu!
Ülke işgal altındaydı. Halkı yoksuldu, eğitimsizdi,
yabanıl ve perişandı, tembeldi, ilkel ve geriydi. Bu ülkede bir öncü adam, onun
peşinden başka aydınlar ortaya çıktı. Sayıları azdı ama yurtseverdiler,
fedakâr, kararlı ve yetenekliydiler. Halkı sahiplendiler, sırça köşklerini terk
edip ayağına gittiler, ona bilimin ışığını, yüksek ahlakı ve değerleri
götürdüler. Gittikçe çoğalıp çok geçmeden bütün ülkeyi kapladılar. Halka,
insanlara hizmet aşkıyla, onlara ışığı götürme idealiyle yanıp tutuştular.
Bütün rahatı teptiler; boş, masa başı polemiklerini bırakıp yürüdüler, bütün
engelleri aştılar; sayıları alabildiğine arttı, on kişiyken, on binler oldular;
ellerinde meşaleler, bütün ülkeye yayıldılar.
İki yaratıcı güç bir araya geldi! Kutsal buluşmadan
yepyeni bir toplum doğdu. O perişan, kayıtsız ve tembel halk canlandı, okumaya,
çalışmaya, düşünmeye, iş yapmaya, ürün vermeye başladı; ülke bayındırlaştı,
kalkındı.
‘***’
Halk öğretmeni Wilhelm Snelman’ın eserinden kendimize
hangi dersleri çıkarabiliriz?
Bir halkın gerçek aydınlara, su gibi hava gibi
ihtiyacı vardır. Gerçek aydının birinci görevi halkı eğitmektir. Gerçek aydın,
bütün yurttaşlarını kardeşi olarak görür. Halkın kusur ve eksiklerinden
yalnızca kendisini sorumlu tutar. Onu küçümsemez, alaya almaz, hâkir görmez.
Bilir ki halk aydının aynasıdır. Aydın halka bakınca aslında kendini görür,
dolayısıyla, hatalarını, sorumluluklarını ve ödevlerini de görür.
Halkın uyandırılması her zaman bir öncü gerektirir,
bir öncü kadro gerektirir. Bu öncü kadro çeşitli mesleklerden aydınları bir
araya getirmeli, ana hedef yönünde adeta bir seferberlik ilan etmelidir. Hedefe
götürecek araç yeni bir “millî eğitim ordusu”, “halk öğretmenleri ordusu”
kurmaktır. Ancak bu orduya, yalnızca, her türlü fedakârlığı yapmayı içtenlikle
kabul edenler alınmalıdır. Öğretmenlere ülkenin en bilgili aydınları tarafından
konferanslar, seminerler verilmeli, kurslar düzenlenmelidir.
Öncü kadro, halkla yüz yüze temasa gelir, onlarla
tanış olur. Halk öğretmenleri ile temasını sürekli kılar. Bir haberleşme ağı
kurar. Günümüzde bu imkânı Internet de çok geniş ve hızlı bir şekilde
sağlayabilir. İkincil öncüler olarak öncelik öğretmenlere verilmelidir. Onlar
için yetiştirici kurslar düzenlenmelidir. Ülkede ikincil, üçüncül öncülerin,…
ortaya çıkması ve sayıca artmaları şarttır. Başarı için yılmadan, ara vermeden,
yıllarca çalışmalıdır.
Atatürk ne diyor: Milletleri kurtaranlar yalnız ve
ancak öğretmenlerdir!
Dikkat edin: Milletleri kurtaranlar “politikacılardır,
milletvekilleridir, bakanlardır, başbakanlardır” demiyor, “öğretmenlerdir”
diyor,“yalnız ve ancak öğretmenlerdir” diyor!
‘***’
Ve Türkiye…
Bir ana merkez, öncü kadro’nun bir araya
geldiği…, çevresinde ilk halk öğretmeni adayları, gönüllü, yetenekli, göreve
hazır. Aktarıyorlar, avuç avuç ışık aktarıyorlar onlara. Peki, neleri? On
ilke’yi, ana fikirleri… Bir program ve müfredat çerçevesinde, İlkeler’den
oluşmuş, ana fikirlere dayalı… Yetişiyor orada gönüllüler, öğreniyor,
olgunlaşıyorlar. Bir ay, belki iki ay boyunca... Sonra, memleketlerine
dönüyorlar ikinci kuşak öncüler olarak; kafaları, kalpleri ışıklarla
dolu, ellerinde malzemeler…
Her biri kendi memleketinde, bu sefer onlar açıyor
kendi kurslarını. Aynı program, aynı müfredat, aynı malzeme… Seçtikleri yeni
gönüllülere aktarıyorlar öğrendiklerini…
Ardından, üçüncü dalga harekete geçiyor: Bu sonuncular
aynı şekilde yetişti ya, üçüncü kuşak öncüler olarak bu sefer onlar iş
başı yapıyor. Aynı şekilde toplayıp öğrencilerini daha küçük birimlerden; hepsi
de gönüllü, aynı tutkuyla yanan, göreve hazır olan…
Artık her yerde onlar var, Atatürkçüler var: fedakâr,
kültürlü, aktif, uygulayıcı ve öğretici…
Dağınık iyi niyetler bir araya gelmiş, birleşmiş, bir
güç olmuş.
Büyük Aydınlanma halka halka, dalga dalga bütün ülkeye
yayılmakta: Bölge bölge, şehir şehir, belde belde, köylere, mahallelere…
,
Sistem hep işliyor, sistem hep yaşıyor, sürekli meyve
veriyor.
Halkın aklı, enerjisi, halkın vicdanı uyanıyor. Halkın
düşüncesi uyanıyor. Cehaleti, yoksulluğu bitiyor.
Yeni Halk Öğretmenleri Ordusu… Bir dev ağaç misali,
kök, gövde, dallar, dalcıklar… sarıp kucaklıyor bütün Türkiye’yi.
Mutlu ve güçlü Türkiye’yi,
Bölünmez, ebedî Türkiye’yi!...
[i] Cihan Dura, “Halk Öğretmeni Wilhelm
Snelman”, http://www.cihandura.com/eski/index.php?option=com_content&task=view&id=693&Itemid=61
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.