9 Eylül 2014 Salı

Dış Borçlanma ve Özelleştirme Üzerine

Cihan Dura


Türkiye Borçlandıkça Emperyalizm’in Emrine Daha Fazla Giriyor

Türkiye bu yıl içinde - Hazine Müsteşarlığı verilerine göre-169 milyar dolar dış borç ödemek zorunda. Bunlar kısa vadeli borçlar ve acilen finansmanı gerektiriyor. Ne yapılacak, gerekli döviz var mı? Bulunamazsa, yabancıya toprak satışları daha mı artırılacak, yoksa sömürgen Batı’ya daha fazla mı borçlanılacak?
Türkiye 12 yılı bulan AKP iktidarında borçlanma rekoru kırdı. 2002’de 2000 dolar olan kişi başına dış borç, 2013’te 5000’e yükseldi. 2002'de 129.6 milyar dolar olan toplam dış borç, Mart 2014'te 400 milyar dolara dayandı.

2014’ün ilk yarısına ait istatistiklere göre Türkiye dünyada en hızlı borçlanan beş ülke arasında üçüncü sırada yer alıyor (sıralama şöyle: Meksika Slovanya, Türkiye, Endonezya, Polonya) .

Dış borç akıllıca kullanılmazsa, alınan krediler verimli alanlarda kullanılmazsa büyük ekonomik ve siyasal sorunlar yaratır. En büyük sorun borçlanmanın dış bağımlılık yaratmasıdır. Borç alan ülke; sürekli olarak, hem gelir kaybına uğrar, hem de etkili bir tehdit unsuru ile karşı karşıya kalır.
Sanayileşmiş Batı (AB, ABD) borçlandırma yoluyla bir yandan kabarık faiz gelirleri elde ederken, bir yandan da verdikleri kredinin, kuruşuna kadar kendi ülkelerine dönmesini sağlar. Tabiî borç geri ödemelerinin dışında olan bir para akımıdır bu... Ayrıca borç, bir boyun eğdirme, siyasal veya ekonomik ödün koparma aracı olarak da kullanılır.

Ulusal ekonomi borç batağına sürüklendikten sonradır ki o ülkenin liderleri Derin-Merkez tarafından, Amerika’nın, Avrupa Birliği’nin politik, ekonomik ya da askerî amaçları için rahatça kullanılmaya başlar. Türkiye gibi sanayileşmesi engellenmiş ülkelerin başına gelen budur. Bu sürece göz yuman, hatta ona destek olan  işbirlikçi hükümetler bir yandan yol inşaatları gibi yatırımlarla halkın gözünü boyarken, bir yandan da politik konumlarını güçlendirirler. Tabiî asıl parsayı karşı taraf toplar: Amerika’nın Derin-Merkez’i, küresel şirketleri istediklerini elde eder. Borç alınan paralar yoksul ülkeden, tabii Türkiye’den de tekrar emperyalist Batı’ya (Amerika’ya, Almanya’ya,…) geri döner; Amerikan, Alman mallarına harcanır; Amerikan, Alman mühendislik ve inşaat şirketlerinin kasalarına akarlar. Bir süre sonra faiz ödemeleri başlar. Küresel şirketler daha da zenginleşir, biraz daha büyür ve şişerler. Türkiye ise bu soygun mekanizmasına daha bağımlı hale gelir, yoksullaşır, zayıflar.

Borçlandırmanın, bir “tehdit aracı”na dönüşmesi konusunu biraz daha açmakta fayda vardır.
Derin Merkez, çoğu birer ulus devlet olan Çevre ülkelerini borçlandırma aracına neden büyük önem verir? Çünkü “borç alan, emir alır.” Bu çok eski, tarihî bir taktiktir. Derin-Merkez’in ya da Merkez ülkelerin, Çevre ülkelerinden önemli talepleri vardır, onlara belirli politika ya da uygulamaları benimsetmek ister (Örneğin ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ve bu projeye AKP hükümetinin desteği). Bu isteklerini gerçekleştirmenin en emin yolu, söz konusu ülkeleri kendilerine muhtaç duruma düşürmek ve o durumda tutmaktır. İşte bu muhtaçlığı sağlamanın bir yolu o ülkeleri kendilerine borçlandırmaktır. Ağlarına düşürdükleri çevre ülkelerini, içinden kolay kolay çıkamayacakları şekilde borç batağına batırırlar. Bunun sağlanmasında en büyük yardımcıları, o ülkede buldukları veya oluşturdukları işbirlikçi kadrolardır, “dahilî bedhahlar”dır.
Netice olarak hedef ülke bir borç müptelası haline gelir. Borçsuz yaşayamayacaktır artık; daha doğrusu buna inandırılır ve borçlanmayı -günümüz Türkiye’si, onun yöneticileri gibi- doğal bir olay olarak görür. Böyle bir ülkenin hükümetine de tabiatıyla, elinde para olan herkes, her istediği şeyi yaptırabilir.

Özelleştirmeleri Bize Kimler Yaptırıyor?

Özelleştirme Yüksek Kurulu en son şans oyunları (Piyango, Hemen-Kazan, Şans Topu, On Numara, Süper Loto ve Sayısal Loto oyunları) lisansı ile Devlet Demiryolları İşletmesi’ne ait Derince Limanı’nın özelleştirilmesini de onayladı. Devletin kasasına girecek toplam para sadece 3,3 milyar dolardan ibaret!

Yıllardır neler sattı neler, “ekonomi programı, satmaktan ibaret” olan bu hükümet: Yoksul halkımızın malı dev ku­rum­lar, sa­na­yi te­sis­le­ri, bankalar, li­man­lar, köp­rü­ler, ka­mu bi­na­la­rı ve ar­sa­la­rı… TÜRK TE­LE­KOM, TÜP­RAŞ, ER­DE­MİR, TE­KEL, SE­KA ve PET­KİM gi­bi büyük sa­na­yi te­sis­le­ri, 200’e yakın ka­mu te­si­si, 2.600’den fazla ar­sa, bi­na ve loj­man… Ve elden çıkarı­lan­la­rın ço­ğu AKP ik­ti­da­rı­na ya­kın yer­li sermaye ile ya­ban­cı şirketler ta­ra­fın­dan ka­pı­şıl­dı.

Peki, bütün bu savurganlık ne için, neyin karşılığında? Ne kazandırdı ki, 12 yıldır süren bu peşkeşler, ne getirdi ki bu cebi delik iktidara? Altı üstü 43 milyar dolar, Nisan 2014 itibariyle!...  76 milyon nüfuslu, dünyanın 16. ekonomisi bu kadarcık bir paraya mı muhtaçtı? Oysa bir ihracat seferberliği, bunun en az iki katını kazandırabilirdi devlete, katma değer olarak, vergi olarak… Tuhaf değil mi?
Ben değil diyorum, çünkü işin içinde başka iş var. Maksat başka, maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek... Asıl maksat, onları kucaklarına almış olan efendilerinin, emperyalist efendilerinin buyruğunu yerine getirmek, küresel para babalarını memnun etmek, Dev küresel şirketlerin planlarına hizmet etmek... Neden peki? İktidara gelmek için, orada olabildiğince kalmak için tabii… Bir taraftan da Türk milletinin kaynaklarını birlikte söğüşlemek için. Türk milleti kaybetmiş, devlet zayıflamaya, çözülmeye yüz tutmuş, bu işbirlikçilerin umurunda değil. Peki, doğru mu dediklerim?  Aşağıda üç kanıt sunuyorum. Bunlar, en koyu özelleştirmeciyi bile, -eğer bir yurtseverlik damarı varsa- savımın doğruluğu hakkında en azından ciddiyetle düşünmeye sevk edecektir.

1) Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankası (World Bank)Bu kuruluşlar özelleştirmeyi ABD’nin, onun küresel şirketlerinin çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi “sanayileşmesi engellenmiş” ülkelere dayatmakla görevlidir. Görevlerini; IMF, “istikrar paketleri” ile, Dünya Bankası, “yapısal uyum programları” ile yerine getirir. Bu yoldan özelleştirme Türkiye’de, ne yazık ki, IMF ve Dünya Bankası’na yaranmanın, bunların mali ve politik desteğini alabilmenin, dolayısıyla emperyalist ülkelerin, dev küresel şirketlerin çıkarlarına hizmet etmenin bir aracı haline gelmiştir.
2) Özelleştirme Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ulusal doktrininin, yani Neoliberalizm’in can damarıdır. 1980’li yıllar boyunca Washington’daki Reagan ve Bush yönetimleri, ABD’nin kimi kurumlarını dünya ülkelerini özelleştirmeye zorlamakla görevlendirmiştir. Özelleştirme yoluyladır ki ulusal varlıkların çoğu, özellikle en değerli ve en iyi durumda olanları Batı’ya taşınmakta; ulus-ötesi şirketlerin, bunların yerel ortaklarının eline geçmektedir. Neoliberalizm’in temel savlarından biri de “Ulus-Devletlerin, özelleştirme yoluyla küçültülmesi ve etkisizleştirilmesi gereğidir.” Özelleştirme aynı zamanda bu amaçla kullanılan ekonomik bir silahtır.

 Özelleştirme salgınının dünyaya yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında, 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü (Adam Smith Institute) gelir. Başkanlarından Madsen Pirie, tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıydı. Bütün hayatını özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmişti. Şöyle demiştir: “özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir. ”
3) Tarih Nisan 2005… Tekel ihalesi iptal edildi.  İlgili bakanın açıklaması: “Kararlıyız, er geç satacağız.” Tarih Şubat 2008… Tekel 860 milyon İngiliz poundu karşılığında bir küresel şirkete satıldı.
Tekel’i satın alan “British American Tobacco’nun (BAT) Yönetim Kurulu Başkanı Jan de Plessis, şirketin 30 Nisan 2008’de Londra’da düzenlenen yıllık toplantısında şunları söyledi: “Sabır ve uzun vadeli hedeflerden bahsederken, arşivlerimizden çıkan 1932 yılında yapılan bir Yönetim Kurulu tartışmasını bilmek isteyeceğinizi düşündüm. Burada BAT’ın yaptığı bir teklifi, tartışma tutanaklarından tırnak içinde aktarıyorum: ‘Yıllık gideri 10 bin pound olan Türk Tütün tekelinin idaresini üstlenmeliyiz’. O tarihte bunun tatmin edici bir anlaşma olacağı düşünülüyordu. Bence yaptığımız modern anlaşma daha iyi ve her ne kadar bazı şeyler daha pahalı olsa bile kesinlikle 76 yıl beklemeye değer...”
BAT, Tekel’i satın almayı 1932’de planladı, sabırla bekledi, 76 Yıl sonra hedefine ulaştı.
Şimdi soruyorum sana, değerli okur: özelleştirmeleri bize aslında kimler yaptırıyor?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.