10 Mart 2014 Pazartesi

Dış Borç Demek Ölüm Demek -1-






Cihan Dura






Batı kapitalizmi Osmanlı ülkesine sızmayı nasıl başardı?
Üç aşamadan geçerek: Önce ticaret sermayesi ile, ardından finans sermayesi ile, en sonra da sanayi sermayesi ile...  1838 Ticaret Antlaşması; bir yandan Osmanlı Devleti’ni dünya ekonomisine açarken, bir yandan da Avrupa ticaret sermayesinin ekonomide egemen olmasının hukuksal temelini oluşturdu. Serbest ticaretin ardından, dış borçlanma süreci başladı. Bir yanda serbest ticaret, bir yanda borçlanma;  ülke sömürüldü, zayıfladı, yabancı egemenliğine geçti ve çöktü.

Dış borçlanma, Avrupa hükümetlerinin şeytanca kullandığı diplomatik bir silahtı.  Batı; borçlanmayı, sağladığı faiz gelirinin dışında sözde “reformlar” dayatarak, İmparatorluğun yapısını, kendi planlarına uygun yönde biçimlendirdi. .Devlet, her borçlandığında Avrupalı emperyalistlere yeni imtiyazlar verdi;  sonra daha fazla borçlandı. Verilen her ödün Batı sermayesinin ülkeye daha çok sızması ve yerleşmesi sonucunu doğurdu (Bugün, Ecevit Hükümeti de Şubat krizinin ardından tuzu kuru Batı’ya 10 milyar doların üzerinde yeni borç yaptı, sözde bu parayla krizden çıkılacaktı; şimdi 10 milyar dolar daha borçlanıyor, hem de Türk ulusunun sırtından ne ödünler vererek).

Türkiye Cumhuriyeti özellikle, son 20 yılda -Turgut Özal felaketinden beri- aynı tuzaklara sürüklendi. Bu sürükleniş son iki yılda daha da hızlandı. Öyle ki, bugün, Atatürk Türkiye’sinin hemen bütün kazanımlarını yitirerek, 1910’lu yıllara gerisin geriye dönmüş gibiyiz.

Avrupalılar; kendi çıkarlarının gerektirdiği değişiklikleri, eş deyimle ödünleri hep -kulağa hoş gelen-  “reform” sözcüğü ardına saklanarak elde ettiler (Taktikleri bugün de aynı: IMF’nin yapısal uyum reformları; ABD’nin, Kemal Derviş aracılığıyla 15 yasa dayatması gibi...). Avrupa hükümetlerinin yaptığı, gerçekte bir hileydi, ikiyüzlülüktü: Çünkü reformları “Osmanlılar güçlensin, gelişsin” diye istemiyorlardı. “Osmanlı Devleti öyle bir yapı kazansın ki onu maksimum ölçüde ve sürekli olarak, en elverişli koşullarda sömürelim” diye istiyorlardı.

Osmanlı yönetimi ilk dış borçlanmasını İngiltere Büyükelçisi Lord Stratford Canning’in baskısıyla 1854’de yaptı. İkincisini ise hemen ertesi yıl...
Emperyalist güçlerin büyük emeli şuydu: Osmanlı maliyesi üzerinde söz sahibi olmak! (Günümüzde de Türk maliyesi üzerinde söz sahibi olmayı başardılar).

Savaş borçlanmalarının hemen ardından, İngiliz Büyükelçisi Canning; 1856 Islahat Fermanı ile, Sultan Abdülmecit’e bir dizi reformu kabul ettirmeyi başardı. Bu “reformlar” İngiliz emperyalizminin çok işine geliyordu. Çünkü İngiliz endüstrisi kabına sığmıyordu. Yeni pazarlar, yeni hammadde bölgeleri gerekliydi ona... Bunu da ancak dünyanın -Çin, Hindistan gibi- diğer zayıf ülkelerinden sağlayacağı yararlarla gerçekleştirecekti. Osmanlı Devleti de bunlardan biriydi. Batı’nın sermayesi bu “zengin ve işlenmemiş” ülkeye de girebilir, ona sahip olabilirdi (Bugünkü Batı’ da aynı : Yine aynı kabına sığmama olgusu..., yine yeni pazar ve kâr arayışları..., yine “işlenmemiş” bir ülke...) İşte Canning’in reform taleplerinden bazıları (Bunlara şimdi “yapısal uyum reformları” deniyor) :

Devlet; iyi örgütlenmiş, tüm tebaasına adil davranan, modern bir devlet haline gelecektir. Bayındırlık hizmetlerine önem verilecektir. Müslüman olmayan tebaaya tam eşitlik sağlanacaktır. Yabancılara banka kurma, yol yapma ve toprak edinme hakkı tanınacaktır (Batı, Bugünkü Türkiye’den de aşağı yukarı aynı şeyleri istiyor). Osmanlı Devleti’ne “reform” örtüsü altında kabul ettirilen bu değişiklikler, İngiltere açısından neden birer yaşamsal ödün ve kazançtı? Şu nedenlerden dolayı:

(i) İngilizlerin “tebaa”dan kastettikleri, azınlıklardı. Çünkü bunlar ilerde, Batı emperyalizminin, yurt içindeki en güvenilir işbirlikçileri olacaktı.
(ii) “Bayındırlık hizmetleri”nin geliştirilmesi ise, Osmanlı ülkesinin İngiliz sanayii için bir pazar ve hammadde kaynağı olmasını kolaylaştıracaktı.
(iii) “Yabancılara tanınacak haklar,” Avrupalıların doğrudan yatırımlar yapmasını ve ekonomik faaliyetlerde bulunmasını sağlayacaktı.
(iv) “İyi örgütlenmiş bir devlet,” ülkede istikrar sağlayacak, borç geri ödemelerini güvenceye alacak, Batı sermayesinin koruyuculuğunu yapacaktı (Aynı koşulları epeydir günümüz Türkiye’sinde de oluşturuyorlar).
İlk borçlanmadan kısa bir süre sonra, 1856’da İngiliz sermayesi ile, Osmanlı Bankası kuruldu.  Banka İngilizlerin denetimi altındaydı. Ardından, Avusturyalı, İngiliz ve Fransız danışmanlar gönderildi. Zamanla “Maliye Yüksek Konseyi” diye bir kurul oluşturuldu. Osmanlı Devleti’nin  yaptığı reformların baş denetçisi bu kurul oldu.

Tilki Canning’in “büyük zaferi” sayılan reform programı, 1856 Hatt-ı Hümayun fermanıyla yasallaştı. Programın “Devletin modernleştirilmesi” hedefi, olumlu sayılabilirdi. Ancak şunlar; Avrupa kapitalizmi bakımından büyük kazanç iken, Osmanlı açısından son derecede tehlikeli ödünlerdi: (i) Yabancılara, toprak edinme hakkı vaat ediliyordu. (ii) Program, Avrupa hükümetlerine, daha sonraki talepleri için hukukî dayanak sağlıyordu. Gerçekte “devletin modernleştirilmesi” hedefi de, Osmanlı ülkesini rahat sömürme planlarının bir parçasıydı.

Osmanlı Devleti; 1860’lı yıllara varıldığında, artık borçlarını ödeyemez bir duruma gelmişti. Avrupalılar ürktü : Ya verdikleri paraları, tatlı faizleriyle birlikte geri alamazlarsa? Uykularını kaçıran böyle bir felaketi önlemek için, türlü politikalar geliştirmeye başladılar. (Bugünkü Türkiye de borçlarını ödeyememe durumuna düşmüş... Batılı zenginler kaygılı... Ya Türkiye borçlarını ödeyemezse? Öyleyse gelsin K. Derviş’in “ulusal” programı; gelsin IMF-Dünya Bankası’nın yapısal uyum reformları; gelsin, Başbakanımıza Dablyu Buş’tan özel mektuplar...)

1860 sonbaharında, Osmanlı Hükümeti’nin ivedi ödemesi gereken dış borç miktarı 900 000 Osmanlı lirasıydı. Başlıca alacaklılar -her zaman olduğu gibi- İngiliz ve Fransız “tefeci”lerdi. Osmanlı Hükümeti yeniden borçlanma talebinde bulundu. Avrupalı bu, fırsatı kaçırır mı? Değişmez oyunu yine sahneye koyar : İmparatorluk, kendisine gönderilecek resmî bir misyonu kabul etmeliydi. Eskisinden daha fazla reformlar yapmalıydı  (Şu rastlantıya bakın : “Misyonlar”ın fink attığı  2001 Türkiye’si de “eskisinden daha fazla reformlar” yapmakta. Hattâ sayın “seçilmişler”imiz, ABD’li “atanmışlar”ın buyruğuyla 15 günde 15 yasa çıkarma mucizesine bile soyundular).

1862 yılında Avrupa finans sermayesinin başlıca sorunlarından biri şuydu: Osmanlı Devleti’nin, borçlarını düzenli olarak ödemesi nasıl sağlanabilir? Başka bir deyişle ölmeye yatan “altın yumurtlayan tavuk,” nasıl ayağa kaldırılabilirdi? Sorunun yanıtı İngiltere Parlamentosu’na sunulan bir “önlem paketi”nde verildi. “ Türkiye’nin Mali Durumu Üzerine Rapor ” adlı bu paket;  İngiliz Ticaret Heyeti’nden Mr. Foster ve Lord Hobart tarafından hazırlanmıştı. Dış İşleri Bakanı Lord Russell,  Hobart-Foster misyonu ile raporu hemen Babıâli’ye gönderdi.

Raporda istenenler, hiç de yabancımız değil: Mâli ve idari reformlar ! 

Bütün bu reform taleplerinin tek bir hedefi vardı. Bu hedef, Batı’nın “gizli planı”nın uygulanması açısından yaşamsal bir ayrıcalıktı: Osmanlı mali ve idari kurumları üzerinde  İngiltere’nin söz sahibi olması! Devlet’in kısa erimde “dış borçlarını ödeyebilmesi“ bu reformların gerçekleştirilmesine bağlıydı. Reformlar, uzun erimde “büyüme”yi de sağlayacaktı. (Kemal Derviş de ABD’den gelir gelmez “önce güven ve istikrar, sonra büyüme” dememiş miydi?)
Rapora uyulması şu bakımdan önemliydi: Avrupa özel sermaye piyasalarından kredi sağlanabilmesi için en önemli koşul, yatırımcıların borçlanan devlete güven duymasıydı. Bu güven de büyük ölçüde Osmanlı Devleti hakkında, yapılan resmî değerlendirme sonuçlarına bağlıydı.  Babıâli; rapordaki önerileri, ancak “Avrupa sermaye piyasalarından yeniden borç alamama riskine girerek gözardı edebilirdi.” Tıpkı bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmaz gibi!...  İngiltere bu tür müdahalelerle, Osmanlı’yı, kendisine büyük çıkarlar sağlayacak yeni alanlara çekmeye çalışıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.